Cumartesi, Mart 27, 2010

2009 VE " MİM"




Dost blog arkadaşımız jivago tarafından mim'lenmişim, bu konuda beni düşünmüş olmasından dolayı çok teşekkür ederim. Mim'imizin konusu "2009 yılının neden iyi geçtiğine dair beş (5) madde".
 
Her gün olumsuzlukların çoğaldığı dünyamızda, 2009 yılı içinde iyi sayabileceğimiz beş maddeyi bulabilmek için 2010 yılını bitirmemiz gerekli aslında. Belki 2010 yılına göre, 2009 yılında iyi geçtiği vaysaydığımız seçe seçe beş madde bulabiliriz.



* Dünyada binlerce insanımızın yok olduğu depremlere bir yenisi eklenip "Marmara"ı depremi olmaması 2009 yılını suç almasından kurtarıyor. 2010 yılı ilk üç ayı ne yazık ki bu konuda suçlu. 1999 yılı da daha yaralarını bile sarmadığımız suçlu bir yıl. Ve geçen onbir yıl bu konuda hiç bir önlem almadan sadece bol bol konuşmalarla geçtiğine göre, giden yıllara depremi yaşatmadığı için iyi geçen yıllar sınıfına koyacağız. 2000 yılından sonra yapılan binalar alel acele çıkartılan bir yönetmelikle "depreme dayanıklı" olarak yaşamımıza girmesi, gözümüzü kapatıp görmek istemediğimiz binlerce ruhsatsız binanın içinde yaşayacak binlerce insanlarımızın sadece "ölü sayısı şu kadar tahmin ediliyor" ayrıcalığını düşünmeden "neyse bir yılı daha atlattık" diyerek yaşamı ertelemekten öteye geçmeyecektir.
 
* 2009 yılında 3G girdi yaşamımıza, bu iyi bir şeymi? Dünyamız ve benim için iyi bir şey değil ama milyonlarca vatandaşımız çılgınca sarıldığına göre 2009 yılının iyi geçmesine dair bir maddesine girer çünkü globalleşen dünyaya bir adım daha yaklaşmış oluyoruz. Burnumuzun dibindeki olur olmaz yerlere dikilen baz istasyonlarını düşünmezsek mutluluk tanımı bu, artık millet diye birşey kalmıyor, hepimiz avrupalıyız, hepimiz amerikalıyız.
Dünyayı yok etme mücaadelesine bir adım daha yaklaşmak benim için. "Ah çocukluğum, ne güzel di!" diyemeyecek, çocukluğunu özleyemeyecek nesillerin yetişmesi demektir benim için. Servisle okula giden, sokak kültürü alamayan, teknolojini karşısında sanal oyunlarla vakit geçiren, taşların sesini duymadan satranç, dama oynayan çocuklar büyüdüklerinde çocukluklarını özlemek gibi bir lüksleri olabilir mi? Yarışa sokulan çocuklarımız okul harici hızlandırılmış kurslara, ek eğitimlerle yetiştirmeye çalışırken, ana ihtiyacı olan doğanın tadına ulaşamazsa, kazanmadan harcamaya alışırsa, reklamlarla yaşarsa, modern kafe'lerden kahve kültürü alırsa ne çocukluğu ne gençliği kalır. Ve en acısı da TV dediğimiz aletle gören ama ulaşamayan evlerdeki çocukların düş kırıklarının, ulaşma bahasına yanlış yollarda aramanın yarattığı olumsuzluklar.

Tabi ki! teknolojiye karşı değilim ve hatta olması gerek biliyorum, gerekte merdivenin ilk basamağından son basamağına atlanmasına, eğitimini almadan kullanılmasına karşıyım. Uydu'ya bir adım daha yaklaşırken, geleceğe devredeceğimiz yaşadığımız dünyayı düşünmeyenlere karşıyım. Dünyayı yaşanmaz hale getirip ve bunu gören, kendine uydu'da yer arayan ve bu uğurda güçsüzlerin üzerine basanlara karşıyım.
 
* 2009 yılında neden iyi geçen bir madde de, "Ayakkabısı olmayan bir çocuğun çorapla okula gitmesinin ve müdür tarafından azarlanarak okula alınmama"sının ve bu günlerce medya manşetlerinde yayımlanmamasıydı. Benzer olaylarla karşılaşsakta bu denli acımasızı yoktu sanırım.

2009 yılında ve geçtiğimiz tüm yıllarda da ülkemizde bu yoksulluk vardı ve hatta daha acı yoksulluklar. Bu gün de olan ve yarınlarda da olacak olan bu yoksulluğu medya manşetlerinde günlerce yayımlayıp da sonuca gidilmemesi, bu olayları çocuklarımızı rencide etmeden çözüme ulaştırılması, bu kadar mı zor? Çevremizdeki yoksulluğu görmezden gelip, medya manşetlerinin gözümüzün içine, içine sokması mı gerek. Hem de üç gün sonra unutulması misali.
Bir taraftan yaşamın ne olduğunu bilmeyen çocuklar yetiştirirken bir yaraftan onur duygusunu çaldığımız çocuklar yetiştiriyoruz. Biz büyükler bugünün kavgasını yaparken yarının felaketini hazırladığımızın farkında bile değiliz.
 
* TBMM Genel kurulu'nda 1 Mayıs'ın "Emek ve Dayanışma Günü" adı altında tatil olmasına ilişkin kanun tasarısı kabul edildi.
"1 Mayıs Bahar ve işçi bayramı" 1923'den bu yana ülkemizde kutlanırken talihsiz bir kutlama sonucu korku tüneline girmiş ve yasaklanmıştı. Sonuç gerçekten çok acıtıcıydı. Sebep! yine "Balık baştan kokar" misaliydi. İnsanların isteklerini görmezden gelmek, isyanları kanla bastırmak ve işten atmak. Üniversitelere giren ikilik, işçi haklarına yasayla engel. Grevlere, sendikalara yasaklama getirmek.

Bugün, tüm bunları çözememişken işçilere ekmek yerine bir günlük tatillerini piknik yapsın diye geri vermek.
 
* İşsizliğin bugüne göre daha az olması.
Binlerce işçimizin 2009 yılında bir işi varken 2010 yılının daha ilk üç ayında bile bir işleri olmaması.
En azından 2009 yılında, milletvekilleri(miz) kırmızı ışıkta geçme ayrıcalığının akıllarına düşmemesi. (Çok merak ediyorum, yaya olmaları halinde kırmızı ışıkta geçerken plakalarını nereye takacaklar?)
HSYK'nın daha az yıpratıldığı.
Saçma sapan kahvaltıların daha gündemde olmadığını da sayabiliriz.
 
Benim için ise, 2009 yılı ne ifade ediyordu? diye düşünürsem, tek kalıcı ayrıcalık evimi
değiştirdim. Bu da gelecek yılarda, 2009 yılını anma adına kullanılabilinir ve iyi geçtiğine dair kalan dört önemli madde sağlık,sağlık,sağlık,sağlık!
 
Bende, yolu blogumdan geçen tüm okuyucu ve dostlara paslıyorum bu mim'i.

Herkes yazsın, yazsın ki belki birimizin unuttuğunu birimizin hatırlayacağı iyi geçen maddeleri bulup çıkarabilelim hep birlikte.
Savaşların, açlığın, aile içi şiddetin, intiharların, işsizliğin, tecavüzlerin, haksızlığın hergeçen gün arttığı dünyamızda (ülkemizde) bir umut ışığı bulmak için...
 
 
 
 

Perşembe, Mart 18, 2010

ÖZLEM





Gözlerime sor seni nasıl gördüğünü
Dilime sor seni nasıl bildiğini
Yüreğime sor seni nasıl sevdiğini
Özledim hemde çok özledim
Bilmiyorum
Seni mi
Yoksa sendeki beni mi
 

Cuma, Mart 12, 2010

NEDİR "GERÇEK"



Sevgili dünlük,
sanma ki seni unuttum, hem zaten görüyorsun gecenin bir vakti girip neyin var, neyin yok? kontrol ediyorum. En azından orada sağlam durduğunun ispatı, sayfanın sağ tarafındaki dostların linkleri vızır vızır İstanbul trafiği gibi işlemesi!

Kafam çok karışık dünlük, çok şeyi sorgular oldum bu aralar, cevabını bulamadığım bir sürü gereksiz düşüncelerin içindeyim. Düşünmek için o kadar çok neden var ki bu aralar yaşadıklarımda, okuduklarımda. Düşüncelerime eşlik etsin diye hemde harıl harıl örgü örmekteyim. Bloglar arası Mavi kuş harekatı var, çocuk, bebek üzerine birşeyler örüyorum. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum onlar için. Bir,iki çocuğa ulaşabilirsem ne mutlu bana.
Örgü örerken düşünmek yapıcı mı, yıkıcı mı? onuda çözmüş değilim. Şişlerin birbirine vuruş darbesi (Balyoz darbesi değil, yanlış anlaşılmasın da, neme lazım.) ilmiklerin bir şişten bir şişe geçişi neler çağrıştırıyor zihnimde bir bilsen. İlmiklerle beynimin bağlantısı bedenimi mıhlıyor olduğum yere, bir şiş bir şiş derken zamana yenik düşüyorum da kolum, belim, boynum isyana geçiyor. Hemde bir yerde fazla oturamayan ben hiç kalkmadan bir saat üstüste oturabiliyorum.

En çok da insanı düşünüyorum. Beynini, yüreğini, duygularını, düşüncelerini. Nasıl bu kadar farklı olunabilir, oysa etten ibaret iki organ. Birbirine bağımlı çalışır en masumane haliyle.
Çok çoook yıllar belkide 30 yıl kadar önce bir film izlemiştim. Şimdi ne adı aklımda nede oynayanlar ama filmin tüm sahneleri kare kare aklımda. Bir bilim adamı geliştirdiği bir cihazla küçülüp kana giriyor, aklın almadığı vücut işleyişini yerinde görmek için. Kana girdikten sonra kanın yürek ve beyin arasındaki faaliyetlerini, midenin, böbreklerin v.b. tüm organların işleyişlerini inceliyor, dışkılama ile bitiriyordu gezintisini. Bilim kurgu anlatımı ile soluksuz izlenecek bir filmdi.
Aklıma bu film düştü son zamanlarda, tüm insanların tüm organları aynı yerinde, kan ise vazifesini insan ayırımı yapmadan aynı düzende işliyor. Peki! o zaman yürekteki duygular, beyindeki düşünceler nasıl değişik olabiliyor. Saçma sapan biliyorum ama düşünüyorum işte.


Vicdan denen birşey varsa neden her insanda aynı değil. Parayla satılan birşey değil ki bu, herkes parasına göre alsın. Düşünmek mantıkla bağlantılı ise niye herkeste mantık aynı değil. Niye insanına göre mantık değişir ki? Mantık tek, vicdan tek değilmidir,azı çoğu neye göredir?İnsanın gelenekleri, görenekleri, yaşam koşulları değişik olabilir de! Bu akıl mantığını, yürek vicdanını etkilermi?
Kafam çok karışık dimi, sende hak verdin sanırım.

Dost blog yapraklar "Nedir tek gerçek" diye bir yazı yazmış. Okuduğumda zaten karma karışık olan kafam iyicene oldu allak bullak. "Ben benim doğrularım bu" diyememişimdir hiç bir zaman. Acaba! derim daima. "Düşündüğüm bu da, doğrumu acaba?" der, karşıya geçer bakarım.

Eee düşünce ayrı, hani mantık tekdi. Yok ben çıkamayacağım bu işin içinden dünlük, düşündükçe batıyorum.
Yapraklar "gerçek benim bildiğim sahici demektir, yaşam gibi" diyor. Ben "yaşamda tek gerçek ölümdür" diyorum. Ölümü sorguluyorum sonrada. Belki bir nefeslik yaşam, belki çok kısa bir yaşam ve belkide çok uzun bir yaşam. Sonu! ölüm. Kendimizi bildiğimiz andan itibaren ölümü biliriz ve bir gün öleceğimizi. Yaşarken öleceğimizi biliriz de ölümü hiç düşünmeyiz oysa. Her an da ölümü düşünürsek nasıl yaşam olur ki!
İleriye dönük hayallerimiz, planlarımız vardır. Gelecek için yaşarız çoğukez, günü yarın için yaşarız adeta. "Yarın ne yemek yapıcaz", "yarın şuraya gidecem", yarın alırım" "yarın yaparız" istediğimiz kadar çoğaltabiliriz bunları. "Yarın ola hayrola" kaç kişi derki? Ben çoğu kez "dur bakalım o zaman gelsinde" derim eşim hemen karşı çıkar "devlet memuru gibisin" der. Gülerek söyler ama ben kızarım. Sabah yedide kalmamız gerekliyse o gün beşte kalkar kendisi. Dur bakalım acaba saat yedi olacakmı? Son Elazığ depreminde bazıları için saat 4.30 oldumu?


Kızımın binasının altında bir eczane var, sahibi bir bayan. Haftanın en az dört günü görürüm onu, selamlaşırız. İki yıla yakın zamandır kanserle savaşıyor, dimdik ayakta, mücaadelesini veriyor. Saygı duyuyorum, gücüne hayranım! elinde olan birşeymi? onu bilmiyorum işte.
 
İki hafta önce görümcemin eltisi vefat etti. 70 küsür yaşlarındaydı. Hastalığı, hiç birşeyi yok, akşam yemeğini yedikten sonra mutfağını topluyor, bulaşıklarını yıkıyor. İşi bitince elma getirip soyuyor, eşinle birlikte yiyorlar. Biraz oturduktan sonra elma çöplerini atmak için kalkıyor, kapıya geldiğinde kapıyı tutup "bana bir şey oldu" deyip yere düşüyor. Eşi yanına geldiğinde çoktan ruhunu teslim etmiş. Anlattıklarına göre üç dakikalık bir ölüm süreci. Belki bir saat sonra yatmayı, ertesi gün pazara çıkmayı düşünüyordu.

Belki yaşından vücut biryerde bitti diyor! kabul edilir yanı bu.

 
35 yaşlarında sanırım, binamızın apartman görevlisi, günlerden pazar yani tatil günü. Kendini dışarı atmış iş yok ya! İki kişinin kavgasına denk geliyor, iyilikle aralarına girmeye çalışırken ne olduğunu bile anlamadan ölüm onu orada buluyor. Evden çıkarken düşünebilirmiydi böyle birşeyi? yada eşi kapıdan uğurladığında bir daha onun geri gelmeyeceğini? Üç masum kız çocuğu küçücük yetim kalacaklarını bile bilirmiydi?
 
Dün gece sokağımızdan asker uğurlandı, düğün alayı gibiydi. Eskiden askerler sesizce giderdi kışlasına, şimdi düğün alayınla gönderiliyor. Niye? Her anne oğlunu vatan kurtarmaya değil pisipisine bir mayına bir kurşuna gönderiyor sanki. Dönüşü varmı diye ve bir daha görecekmiyim diye düşünüyor. Ölümü heran ensesinde hissederek bekliyor.
 
Ya İstanbul depremi!
Ya da ben bunları yazarken kaç trafik kazası!
Gerçek hangisi?

Ben ilim,bilim bilmeden çıkamayacağım bunların içinden dünlük. Yazdım işte! belki bir kısmını atarım kafamdan diye...
 
 
 

Pazartesi, Mart 08, 2010

129 KADIN İŞÇİNİN ANISINA SAYGIYLA




Öncelikle insandır, ama illa anadır kadın; her doğan canlının, dağın, toğrağın, ağacın, kuşun, böceğin, çiçeğin anasıdır. Duygunun en yücesine sahiptir, emek kokar, ekmek kokar. Varoluş tarlasıdır, bereket saklar avuçlarında. Toprağını ekerken türkü, yavrusunu emzirirken ninni söyler, huzur saklıdır sesinde.
 
Yürektir kadın; sevmeyi bilen, sevilmeyi isteyen. Ekmeğini koruyan, bacasını tüttüren, ellerini yaşama feda eden. Tükenmeyen sabrın, azmin, sevginin bekçisidir. Düşlerini yüreğinde saklar, ayakları daima yere basar. Sahip olduklarına sıkıca sarılır; alın teri döker, emek verir, ömür tüketir ama asla vazgeçmez.
 
Eştir kadın; can yoldaşı, sırdaşı, hayat arkadaşı. Evinin direğine destektir, geçmez ne arkasına ne önüne hep yanındadır.
Doğadır kadın; çiçek gibi naif, ağaç gibi dimdik.
Anadır, eştir, bacıdır.
Aştır, işçidir, emektir.
AMA ÖNCELİKLE İNSANDIR...
 
 
DÜNYADA
1. Dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar tarafından görülüyor.

2. Buna karşın kadınlar dünyadaki toplam gelirin ancak %10’una sahipler.
3. Dünya’daki mal varlığının ise % 1’ine sahipler.
4. Başka bir değişle dünyadaki işlerin % 34’ü erkekler tarafından görülüyor ama erkekler dünyadaki toplam gelirin % 90’ına ve toplam mal varlığının % 99’una sahipler.


TÜRKİYE'DE
1. Şehirlerde evli kadınların % 18’i, köylerde de % 76’sı eşleri tarafından dövülüyor.
2. Kadınların % 57,7’si evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşıyor.
3. Aile içi suçların % 90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor.


8 Mart 1908 de diri diri yanan 129 kadın işçinin anısına saygıyla...

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ (MÜZ) KUTLU OLSUN

Pazar, Mart 07, 2010

BİR KADINI AĞLATMAK


Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya... En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe! - İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli... Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağı bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları. Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı... Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan... İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur. Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!
AZİZ NESİN




8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ TÜM DÜNYA KADINLARINA KUTLU OLSUN

Pazartesi, Mart 01, 2010

RENK BEKLERKEN




Bembeyaz bir sayfaydı yaşam
Kara kalemle yazdılar
Kırmızı başlık koymadılar
Mavi çizgileri de hiç olmadı


Rengarenk çiçeklerle bezenmiş
Kenar süsü yoktu
Sayfalarımın

Düşlerim hep devam işaretli
Umutla bekledim
Pembeyi maviyi yeşili


Sayfalarım tükendikçe
Devamlı kara kalemle
Rengarenk bir SON yazısı
Hep hayalimde...




Öykü Atölyesi
Fotoğrafın dili çalışması

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...