Salı, Aralık 31, 2013
İKİ SATIR
Günler ve hatta aylar sonra iki satır yazı yazmak için blogumu girdiğimde ne yazacağımı bilemedim.
Sadece iki satır ile dostlarımın yeni yılını kutlarım ya da ne bileyim belki bir geri dönüş yazısı yazma olanağı bulabilirdim. Soğumamıştı yüreğim ama o sıcaklığı da hissedemedim. Elim ayağıma dolaştı diyebilirim. Yeni bir blog açıp yazmak daha kolay olabilirdi de yedi küsür yıldır benimle bütünleştiğine inandığım bloguma yazmak zor geldi birden.
Aslında sayfama (yani kendime) özür mahiyetinde bir yazı yazmamın da hiçbir anlamı yoktu, çünkü hiçbir mazeretim yoktu, sadece tembellik çökmüş üzerime diyelim.
Oysa hayat bıraktığım yerden devam ediyor, ama öyle ama böyle.
Gerçek olan tüm blog dostlarımı, yolu blogumdan geçenleri ve tüm canlıları seviyorum. Sanırım ben sevmeye mecbur doğmuşum, sevmemen gerekenlerde bile bir mazeret bulabiliyorum :)
Ve öncelikle sağlık, sevgi, barış ve adaletli yeni bir yıl diliyorum...
İYİ SENELER
Çarşamba, Haziran 19, 2013
DÜNYA DÖRT DUVAR DÖRT TEKERLEK DEĞİLDİR :(
"Geldim gidiyorum, daha ne olabilir ki bana"
"Sağlığımız yerinde, sevdiklerim güvencede çok şükür"
"Geçmişte de neler gördük, geçer bu günlerde"
Demek değildir aslolan. Aslolan bırakılan mirastır. Emanettir doğduğun dünya, günü geldiğinde yeni sahiplerine devretmektir.Devraldığın sevgiyi-saygıyı-barışı yok etmeden, çoğaltarak bırakmaktır.
Geleceğe bırakılacak mirasın içine tarih koymaktır aslolan. Tarihini bilen edebiyatını da bilir, matematiğini de çözer, eğer sağlam bir tarihi varsa.
Acımasızca kullanıp yok etmek "ben" dir. "Ben" ise savaşların en korkuncudur.
Son günlerde kitaplara sığmayacak kadar çok yazı okudum. Çığlık vardı her satırında, bağırıyordu gelecek.
Acı vardı yazdıklarının içinde.
Kimine buruk-düşündürücü gülerken kimine isyanla ağladı içim.
İstedikleri çok şey değil, yeşilin-mavinin yerini grinin almaması ve bağımsız-kelepçesiz özgürce yaşamak.
Alıntıdır
Bir şehir sadece AVM’lerden oluşabilir mi?
Ya da sadece arabalardan ve çirkin gökdelenlerden…
Oluşabilir!
İktidara ve iktidar partisine mensup belediye başkanlarının çoğuna göre AVM’si ve gökdeleni olmayan şehir şehir değildir!
Onlara göre yeşil ve mavi de renk değildir!
Bir şehir griye dönüşüp, insanları da tamamen ‘tüketici’ haline gelirse, o şehrin sınıf atladığına inanırlar…
Trafikten, egzoz gazından boğulan, sürekli nefes darlığı içinde, yanı başındaki muhteşem doğayı bile göremeyecek hale gelen herkes ise ‘iyi şehirlidir’
Bu şehirlerde ‘kalan doğa kırıntılarının’ önü de gri binalarla kapatılır ki, insanlar kazara mutlu ve sağlıklı olmasın!
İstanbul gibi bir şehirde bile…
Hele hele Taksim’de…
Düşünsenize İstanbul’un simgelerinden biri olan Taksim’in tam ortasında dev bir AVM?
Hem de Gezi Parkı’nın katliamının üzerine…
Son derece masum ve basit bir şekilde neden diye sormak istiyor insan…
Neden insanlar için değil de, ucube binalar için bir şehir yaratmak istiyorsunuz?
Neden sağlık değil de hastalık için çaba sarf ediyorsunuz?
Neden tüketim, sizin için inandığınız onca şeyden daha değerli?
Neden canlıları öldürüyorsunuz?
Neden insanlarınızı sevmiyorsunuz?
Neden yeşil ve mavi den yana tercih koyanları anında ‘terörist’ ilan ediyorsunuz?
Neden yanlışınızdan bir kere bile dönme yüceliğini göstermiyorsunuz?
Galiba cahillik, hırsla birleşince, ‘icraat’ giderek grileşiyor!
Ve sözün hiçbir anlamı kalmıyor…
Hele insana dair sözlerin…
Bir de inançlara…
İkisi de bir süre sonra reklam panosundan ezber okumaya benziyor…
Gri giderek daha çok yeşili öldürürken, vesile olanlar, şaşırtıcı bir biçimde daha çok bağırıyor…
Sanırsınız, doğayı savunuyorlar. Sanırsınız, sağlığı, huzuru, dengeyi, savunuyorlar…
O kadar bağırıyorlar!
Bu yazının çığlığı ağlamadan okunabilir mi sizce?
Not:
Başlığı açmadım ama sanırım anlaşılıyordur:(
Çarşamba, Haziran 12, 2013
Çarşamba, Mayıs 22, 2013
MERAKLI ÇOCUK MUTLU ÇOCUK DEMEKTİR
Şimdiki çocuklar harika! yeter ki işlemesini bilelim. İşlendikçe pırıl pırıl parlıyorlar. Hepsi göklerdeki yıldız gibiler, elimizde ise elimizden geldiği kadar onlara umutlarını gerçekleştirecek bir yaşam verelim, temellerini sağlamlaştırıp hayata bakışlarını keşfedip sağlıklı bireyler yetiştirelim....
Neyse! ben çocuk denince sayfalarca hiç bıkmadan yazabilirim de!
Burada bitirip sözü
MERAK EDEN ÇOCUK eğitmenlerine bırakayım...
Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından kurulan BÜMED Merak Eden Çocuk Anaokulu ve İlkokulu, Arnavutköy'den sonra şimdi de Çekmeköy'de ikinci şubesini açıyor. Eğitim dünyasına farklı bir bakış açısı getirmek üzere yola çıkan Merak Eden Çocuk Okulu, 150 yıllık geçmişi olan Boğaziçi Üniversitesi'nden aldığı kültürel ve bilimsel mirası, uzman eğitimcilerinin dinamizmiyle birleştiriyor. Okul merak eden, hayata olumlu bakan, öğrenme sürecinden keyif alan, kendine güvenen, mutlu bireyler yetiştirmeyi hedefliyor. Çekmeköy'deki ilkokulun anasınıfları ve 1. sınıfları için kayıtlar halen devam ediyor.
Neyse! ben çocuk denince sayfalarca hiç bıkmadan yazabilirim de!
Burada bitirip sözü
MERAK EDEN ÇOCUK eğitmenlerine bırakayım...
Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından kurulan BÜMED Merak Eden Çocuk Anaokulu ve İlkokulu, Arnavutköy'den sonra şimdi de Çekmeköy'de ikinci şubesini açıyor. Eğitim dünyasına farklı bir bakış açısı getirmek üzere yola çıkan Merak Eden Çocuk Okulu, 150 yıllık geçmişi olan Boğaziçi Üniversitesi'nden aldığı kültürel ve bilimsel mirası, uzman eğitimcilerinin dinamizmiyle birleştiriyor. Okul merak eden, hayata olumlu bakan, öğrenme sürecinden keyif alan, kendine güvenen, mutlu bireyler yetiştirmeyi hedefliyor. Çekmeköy'deki ilkokulun anasınıfları ve 1. sınıfları için kayıtlar halen devam ediyor.
http://www.merakedencocuk.com/index.html
Okul seçiminin daha da önem kazandığı şu günlerde sizlerle paylaşmak istedim. Hepinize iyi şanslar ve çocuklarımıza da zihin açıklığı diliyorum!
Pazar, Mayıs 19, 2013
BİR DAHA GEL SAMSUN'DAN
ATAM
NE SENDEN VAZGEÇERİM
NE DE
ESERLERİNDEN
BİZE BIRAKTIĞIN MADDİ DEĞERLER YOK EDİLSE BİLE
PAHA BİÇİLMEZ MANEVİ DEĞERLERİ
SON NEFESİME KADAR KORUYACAĞIMA
ANT İÇERİM
Perşembe, Mayıs 16, 2013
"UZUN İNCE BİR YOLDAYIM
Yürüyorum gündüz gece"
Ey! koca Aşık Veysel Karani, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Mevlana, Karacaoğlan, Nazım Hikmet, Can Yücel......
Duygularını yürekten, yaşadıklarını içten, gerçekçi, özgün bir şekilde aktaran, düşünceye dönüştüren, yaşama bakışları yönlendiren, sıkışmış yürekleri deryaya döndüren sıralayamadığım daha onlarca şairlerimiz.
Nerelerdesiniz?
Giderken mi götürdünüz? cana can katan, yüreğe pencere açan, gerçeğe bakmamızı sağlayan onca duyguları...
Yoksa biz mi bilemedik giderken bıraktıklarınızın kıymetini?
Ne zaman tükettik duygularımızı, ne zaman engelledik kelimelerin yüreğe geçişini, ne zaman arabeske dönüştü özlemlerimiz...?
Uzun ince bir yolda yürürken gündüz gece, sabırsızlık mı sardı bedenleri "yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz hooop orda" olduk dizeleri.
"Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz?
Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz?"
Derken Mevlana,
bölüşmeyi,dövüşmeyi kuvvet mi sandık?
Yunus Emre
"Mecnun oluben yürürüm
Dostu düşümde görürüm
Uyanır melul olurum
Gel gör beni aşk neyledi"
Dostu düşümüzde bile görememek, aşkı "aşkım"a dönüştürmek mi geldiğimiz son?
"Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm" demiş Karacaoğlan.
Gerçeği görmek yerine yalanlarla mutlu olmayı mı seçti gözlerimiz?
"Pir sultan'ım ne yatarsın
Kurmuş çarkını dönersin
Ne konarsın. ne göçersin
Kalan dünya değil misin"
Daha nice dizeler...
Niye artık yetişmiyor içten şairler? neden artık duygular ucuzladı? nasıl bu hale geldik?
Bugün tesadüfen dinlediğim Aşık Veysel Karani'nin bu türküsü beni nedenlere, niçinlere yöneltti işte,
ruhum çok eskilerde kaldı, yenileri doyurmuyor nedense...
Etiketler:
Bana ait,
Bizim zamanımızda,
Düşünülenler
Salı, Mayıs 07, 2013
ANNELER
Anne olmak mı? annesinin olması mı?
Tanrım!
Bugün nedense bu duygu beni ne kadar çok yordu.
Anneler gününün yaklaşmasından mıdır? "anne" kelimesinin bu denli reklamlarla tüketime yöneltip sömürülmesine çok rahatsız olduğumdan mıdır? bilmiyorum.
Gün boyu düşüncelerin beni bir oraya bir buraya sürükledi durdu.
Dünyanın en değerli varlığına anne olmak yada
sevgilerin en yücesi annenin varlığı.
Sonuçta ikisi de bağrında "anne" sözcüğünü barındırıyor, birbirinden ayrılması imkansız yani kısır döngü gibi ama ikisi de birbirinden o kadar ayrı duygular ki!
Ben annemle fazla zaman birlikte olmadım, yine de biliyorum ki annenin varlığı tek kelimeyle huzurdur. Anne; fırtınalarda sığınacağın tek limandır, düştüğünde gözyaşlarını kurutacağın tek göğüstür, zor zamanlarda elini uzattığında koşulsuz uzanan tek eldir. Anne güvendir, yaşama onunla sarılırsın. Umutlarının kalesidir, yarının bekçisidir. Varlığında yokluğunu hiç düşünemezsin, onunla var olmuşsun ve hep var olacak gibi düşünürsün.
Yokluğuna yuvarlandığında ise şaşkın ve tek başınasındır, çevren ne kadar kalabalık olursa olsun yalnızsındır, ayakların sağlam basmak zorundadır çünkü sığınacak ne bir limanın ne de tutunacak bir dalın vardır artık.
Anne olmak; dünyanın en değerli varlığı, canınla beslediğin, emekle büyüttüğün bir canlının sana ait olmasının duygusu ise duyguların en haz verenidir. Sevgi sözcüğünün tek tanımıdır. Sınırsız sevginin tek anlamıdır. Bu doyumsuz sevgi ne yazık ki bağrında korkuyu da barındırır.
Sınırsız sevgine korkuyla bakarsın.
Yer değiştirmiştir anne sözcüğü; bu sefer limana dönüşür yüreğin, korkuyla bakarsın gözlerine ne aradığını bilmeden. Sözlerinde anlam ararsın, düşüncelerine girmeye çalışırsın, gözyaşlarına esir olur kendi gözyaşlarını saklarsın. Neredeyse dökülen saç tellerine ağıt yakarsın. Koskoca bir sevda ve koskoca bir korku.
Düşüncelerim o kadar derin ki! anlatmak istediklerimin çoğunu da gözyaşlarım engelledi.
Çalışma hayatımın son yıllarında servisimize stajyer genç bir kızımız gelmişti. Annesine korkunç düşkün. Günde üç sefer annesini arardı ve telefonu her kapadığında "annem annem canım annem Allah bana senin yokluğunu göstermesin" yada "ben annemsiz yapamam Allah onun canını alacaksa benimkini alsın" derdi. Bir iki derken ben dayanamadım ve ona aslında annesini hiç sevmediğini, böyle sevginin olamayacağını söyledim. Şaşırarak baktı yüzüme, ben bunun sevgi olmadığını, annesini seven birinin aslında ona bir ceza vermek istermiş gibi bu kadar duanın da günah olduğunu anlattım. Ne demek istediğimi anlamıştı bana sarılarak ağladı.
Her kadın bir annedir, anne duygusunda yoğrularak gelmiştir dünyaya.
Belki anneler gününe daha var ama ben içimden taşan duyguların sonunda bu vesileyle öncelikle canım yavrularımın ve tüm kadınlarımızın anneler gününü kutlarım...
Cuma, Mayıs 03, 2013
EYVAH!
Sanırım yaşlanıyorum.
Kendimce uydurduğum ve hatta sonrasında kendi uydurduğuma inandığım gibi "Yaş almak değil yaşlanmak, kaç yaşında olursan ol,içindeki coşkuyu enerjiye dönüştüremediğinde yaşlanıyorsun demektir." der ve içimde ne kadar coşku kırıntısı kaldıysa enerjiye dönüştürmeye gayret eder(dim) yaşlanmadığıma inanmak isterdim.
Artık olmuyor mu ne?
"Yıllara mı çarptı hızımız"
İsmet Kür'ün 91 yaşında yazdığı bu son kitabını okurken yaşın yada ne kadar olursa olsun yaş almanın ne okumaya ne de yazmaya asla engel olmadığını düşündüm hep.
Akıcı bir dille, çok geçmişinde kalan anılarının en ince ayrıntısına kadar hatırlaması ve yazarken sanki yaşıyor gibi aktarmış olması, insan yaşamının, yaşam süresine göre tam ortadan ikiye ayrılmasının doğruluğu gibiydi.
Yaşamının bir yerine kadar arkana bakmadan devamlı ilerisi için mücadele süresini, bir yerden sonra geriye dönüşle tamamlanması sanki.
Benim de geçmişim önümdeydi artık.
Ve
Birer birer bırakmak zorunda kaldığım, enerjiye dönüştüremediğim içindeki coşkuları okuma-yazma ile yenebileceğime inandırmştım kendimi.
Artık olmuyor mu ne?
Kitaplarım başucumda da okumaya aldığımda bıraktığım yerden birkaç sayfa geriye gitmem gerekiyor, yazmak dersen elim bile gitmiyor. Hatta bugün Can'a resim çizerken kalen elimde öyle eğri durdu ki kendime hem şaşırdım hem acıdım.
Dört yaşındayım, halamın oğlunun düğünü var, anneciğim kuzenimle bana gelinlik kadar güzel elbise dikmişti. Kuzenimle düğüne sevinçle hazırlanıyor, belkide kendimizi gelin yerine koyuyor, belkide anlayabileceğimiz ilk eğlencemiz olmasını yaşıyorduk. Ama düğünde çektiğim acıyı unutmama imkan yok, tam ne olduğunu hatırlayamıyorum da kolumda koskoca sargılarla ve yüzüm asık bir şekilde çekilen fotoğraflar bir şeylerin ters gittiğini anlatıyor.
Hayatımda ters giden şeylerin başlangıcı o gün müydü acaba?
Kışa benzemeyen bir kış arkasından ilkbahara benzemeyen bir ilkbahar geçirdik. Ben mi mevsimleri karıştırdım yoksa mevsimler gerçekten karıştı mı? Yaz da vaktinden evvel geldi zaten.
Nisan ayı bahardır Antalya'ya çok yakışır dedim ve geçmişimden kalan yegane büyüğüm yengemin Nisan sonunda dünya evine girecek torununun düğününe gittim. Düğün bahane muhabbet şahaneydi, düğün telaşı içinde bile yengem ve elime doğan kızıyla hatıralara gezinti, geçmişe doyum yaşadım.
Tabi bu arada Antalya bana hiç iyi davranmadı, sanki kış soğuğunu bana saklamış, yağmurunu gözyaşıma bekletmişti.
Düğün günü geldiğinde ve hatta düğün saatinde kayınvalidemin kaybını haber aldım. Hiçbir hastalığı bulunmayan kayınvalidem yaşadığı 90 yılı bir çırpıda bitirmişti ve ben bu zor gününde eşimin yanında olamamanın acısını yaşadım.
Yola çıkmamın bir anlamı yoktu. Ben Antalya'dan İstanbul'a gelene kadar kardeşler görenekleri üzerine annelerini memleketleri Ordu'ya götürmüşlerdi bile.
4l yıldır sana anne diyorum, kendi annemden çok sana ana dedim, güle güle anacık, huzurla uyu.
Çok karışık bir yazı oldu biliyorum, aslında yazmak istediğim bunlar değildi ama bu gece sanki içimden geçenler parmaklarımdan döküldü. Belki de kendi kendime mazeretimdir bu...
Perşembe, Mart 21, 2013
BİR MASAL-BİR GERÇEK
Camının önüne boydan boya serdiği sediri, bir perdeyle tek odasını bölerek yaptığı mutfağı, devamlı gıcırdayan tahta bir kapısı vardı.
Yatak odası, oturma odası ve mutfağı hepsi bu odaydı. Üç katlı ahşap bir evin üst katlara çıkan merdivenlerin altında kalan bu küçücük odada yaşardı.
Üst katlarda oturanlar evlerine çıkarken gıcırdayan merdivenlere çok kızar her lafın arasında "gıcırt gıcırt, bıktım artık" ve her kapısının açılıp kapandığında gıcırtısına " ne olacak körle yatan şaşı kalkar" yada "üzüm üzüme baka baka kararır" derdi.
Ata sözlerini ve değimleri onu dinlerken sevdim, çünkü onun için her ata sözünün ya da deyimlerin bir masalı vardı.
Pervin Teyzesiydi mahallenin ama en çokta bizim, severdi bizi, severdi de bir o kadar da kızardı. Bahçede oyun oynarken eve gitmeye üşenir, onun bahçedeki tuvaletini kullanırdık çünkü, kilit takar ama biz çocuklardan kurtaramazdı tuvaletini.
Akşam evlerimize çekildiğimizde beklerdik onu, gelmese neredeyse sürükleyerek getirirdik. Çayı çok sever yanında patates közleme isterdi. Her patates közlemesi bir masal demekti bizim için.
Hiç unutamam, sanırım da hiç unutmayacağım Pervin Teyzeyi. Onunla ata sözlerini ve deyimleri de çok sevdim, çok şeyi unuttuğum halde kış geceleri çay ve közlenmiş patates eşliğinde dinlediğim masallar benimle bugüne kadar geldi.
""Sakin bir köyün dışında, tarlaların ortasında bir ana kız yaşarmış. Bu ana kız tarlaların ve evin tüm işlerini yapar geçinmek içinde tarladan topladıklarını köye götürüp satarlarmış. Ana bıkmış çalışmaktan ama kız daha çok bıkmış. "Her gün aynı işi-aynı iş, tarlaya bir bak-bulguru kaynat, tarlaya bir bak-bulguru kaynat."
O da köydeki akranları gibi çeşme başında oturup lak lak etmeyi çok istermiş. Bir gün aklına yalancıktan hasta olmak gelmiş, belki bu sayede anası tarlada iken köye iner çeşme başına gidermiş.
Bir sabah yataktan kalkmamış, anası yanına geldiğinde "ayyy,ufff" diye inlemeye başlamış. Ana bakmış olacak gibi değil sırtına vurmuş sepetini koyulmuş tarlaya. Eve döndüğünde kız halen yatıyor evde aş hak götürüyormuş.
Bulguru pişirmiş ama kızına yedirememiş, kızı "ayyy ııh, ufff ııh" demiş.
Bir gün iki gün hep aynı, kız yatakta-ana tarlada, kız hasta-ana aş başında. Günler böyle geçerken ana anlamış sonunda "dur ben sana bir oyun oynayayım da gör" demiş kendi kendine.
Sabah olunca varmış kızının başına "bu böyle olmaz a kızım ben köye varıp sana bir lokman bulayım" demiş. Kız hemen dikilmiş "yok yok geçer yakında, boşa varma lokmana." Ama ana kararlı "ölüp ölüp diriliyorsun, varsın lokman gelsin sırtına bardak çeksin, bacaklarına sülük sersin" der demez kız ayaklanmış " bugün biraz daha iyiyim yatmayayım ama evde dinleneyim hele" demiş.
Ana camdan dışarı bakmış rüzgar uçuruyor ortalığı, hemen varamazsa tarlalara zarara uğrayacak ektikleri, eline almış iki sepeti, uzatmış birini kıza " kalk, hadi hemen kalk tarlaya varalım hele ÖLÜRSEN YEL BEĞENSİN KALIRSAN EL BEĞENSİN" demiş.
Kız da bu yaptığından utanıp bir daha hiç bir şekilde yalana bulaşmamış..."
Bende aynı yalanlarla blogumu çoktandır aldatıyordum.
"Eh" dedim kendi kendime, yazacak bu kadar şeyim varken bu aldatmaca niye.
Okursa dostlar beğenir, olmazsa blog sevinir.
Selam dostlar:)
Etiketler:
Anı,
Bana ait,
Bizim zamanımızda,
Torunlarıma
Salı, Ocak 01, 2013
HOŞ GELDİN 2013
UMUTLARIN YEŞERDİĞİ YERDİR HER YENİ BİR YIL
Sarmaşıklar güçsüz oldukları için değil güçlerinin farkında olmadığı için duvara dayanarak büyürler. Oysa toprakta yetişen her canlı gibi onların da kökleri çok sağlamdır.
Bizler, insanoğlu çok güçlüdür ve her zaman gücünün farkındadır.
Dilerim bu güçle barışı-kardeşliği-dostluğu-sevgiyi-saygıyı-hoşgörüyü yeniden inşa edeceğimiz bir yıla girmiş olalım...
Dilerim umutların gerçekleşeceği bir yıl olur...
MUTLU YILLAR!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)