
"Onu nasıl tanırdın?" diye sorsalar söyleyecek fazla bir şeyim olmaz sanırım. Birbirimizi anlayabilecek birlikteliğimiz uzun olmamıştı. Çünkü ben onu tanıyacak kadar büyümemiş, oda beni tanıyacak kadar büyütememişti...
Güzeldi! çok güzel ve çok fedakar, çok cefakar. Omuzlara dökülen dalgalı saçlarla bütünleşen ajurlu sarı bir bluz ile siyah dar bir etek var hep hayalimde ve geniş yakalı bele oturan siyah bir manto. Sonrası; beyaz, pembe, çiçekli, mavi, sarı hep gecelik, hep gecelik. Sanki tüm giysiler geceliklerin arkasına saklanmış, beynim aralayamıyor sis perdesini, gerisindekileri hatırlamaya asla izin vermiyor...
En sevdiği çiçek, en sevdiği koku, en mutlu olduğu an, en sevdiği şarkı, en sevdiği yemek, yapmaktan en hoşlandığı şey neydi? bilmiyorum. Yada en sevmediği şeyler, en zorlandığı anlar neydi?
Onunla yaşadığım zamana ait, öncesi ve sonrası olmayan yüzlerce kareler var gözlerimde, önemini neden yitirdiğini bilmediğim ama en önemli yerini unutmadığım kareler. Bir o kadar da hiç bir karesini unutmadığım anılar...
Annem pompalı ocağınla her zamanki gibi mücaadele halindeydi o gün, bahçeye çıkışımız da engellenmişti. Bu demekti ki babam tavuk yolucak. "Tavuk kesmek" sözü edilmezdi, yolmaktı bize söylenen. O zamanlar marketlerden alınan, özel tabağı içinde, strece sarılı, kesilmiş hazır tavuk nerde! Canlı tavuk alınır, kesilir, yolunur ve temizlenirdi...
Alacakaranlıktı sofraya oturduğumuzda, babam de evde olduğundan tüm aile bir arada sözlü sahbetli neşeyle yemek yemekteydik. Babam bir ara tabağındaki tavuktan çıkardığı bir kemiği anneme uzatarak "lades tutuşalım" dedi, hep birlikte alkış tutarak "hadi, hadi" diye tempo tuttuk ve annemle babam ladesliydiler artık. Bu sahnede en küçük erkek kardeşim olmadığına göre demek ki biz çok küçüktük...
Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ama günlerin çok olduğunu tahmin ediyorum, annem çok dirayetliydi kanmıyordu bir türlü, kendini kanmamaya o kadar kaptırmıştı ki babamı kandırmak için uğraşmıyordu bile. Ne olursa olsun "aklımda" demesi sanki oyuna bizide katmış gibiydi. Aslında bende bu oyuna kendimi fazla kaptırmış olmalıyım ki halen tüm detaylar dün gibi aklımda...
Yine kurulmuş bir akşam sofrasında çorbalarımızı içerken babam tabağını uzatarak annemden ikinci bir tabak çorba daha istedi (babam çorbayı çok severdi) ama bunun anlamı annem tabağı alırken "aklımda" demesinden babamın gülüşünden "lades"in daha devam edeceğini anlamıştık. Babam önüne gelen ikinci tabak çorbasını içerken aniden elindeki kaşığı anneme uzatarak "hanım bu kaşık delinmiş" demesinle annemin kaşığı kapması bir oldu. Babamın "lades" demesi üzerine elindeki kaşığı fırlatıp atan annemin "sayılmaz sayılmaz" feryatları, bizim kahkahalarımız, babamın annemi kandırdığı için hem mutlu hem üzgün olması unutulmaz çocukluk anılarımın favorilerindendir...
Ladesi kazananın ödülü neydi?
Anneciğimin kaşık çatalları neden bu kadar kıymetliydi?
Çok titiz olan anneciğim çorbalı kirli kaşığı nasıl fırlatıp atabildi?
Bir kaşığın delinemeyeceğini anneciğim nasıl düşünemedi?
Bunların cevabını hatırlamayı yada bilmeyi ne kadar çok isterdim!!!