Çarşamba, Mayıs 22, 2013

MERAKLI ÇOCUK MUTLU ÇOCUK DEMEKTİR

 Şimdiki çocuklar harika! yeter ki işlemesini bilelim. İşlendikçe pırıl  pırıl parlıyorlar. Hepsi göklerdeki yıldız gibiler, elimizde ise elimizden geldiği kadar onlara umutlarını gerçekleştirecek bir yaşam verelim, temellerini sağlamlaştırıp hayata bakışlarını keşfedip sağlıklı bireyler yetiştirelim....

Neyse! ben çocuk denince sayfalarca hiç bıkmadan yazabilirim de!
Burada bitirip sözü
MERAK EDEN ÇOCUK eğitmenlerine bırakayım...


Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından kurulan BÜMED Merak Eden Çocuk Anaokulu ve İlkokulu, Arnavutköy'den sonra şimdi de Çekmeköy'de ikinci şubesini açıyor. Eğitim dünyasına farklı bir bakış açısı getirmek üzere yola çıkan Merak Eden Çocuk Okulu, 150 yıllık geçmişi olan Boğaziçi Üniversitesi'nden aldığı kültürel ve bilimsel mirası, uzman eğitimcilerinin dinamizmiyle birleştiriyor. Okul merak eden, hayata olumlu bakan, öğrenme sürecinden keyif alan, kendine güvenen, mutlu bireyler yetiştirmeyi hedefliyor. Çekmeköy'deki ilkokulun anasınıfları ve 1. sınıfları için kayıtlar halen devam ediyor.

http://www.merakedencocuk.com/index.html

Okul seçiminin daha da önem kazandığı şu günlerde sizlerle paylaşmak istedim. Hepinize iyi şanslar ve çocuklarımıza da zihin açıklığı diliyorum!









Pazar, Mayıs 19, 2013

BİR DAHA GEL SAMSUN'DAN




ATAM
NE SENDEN VAZGEÇERİM
NE DE
ESERLERİNDEN

BİZE BIRAKTIĞIN MADDİ DEĞERLER YOK EDİLSE BİLE
PAHA BİÇİLMEZ  MANEVİ DEĞERLERİ
SON NEFESİME KADAR KORUYACAĞIMA
ANT İÇERİM

Perşembe, Mayıs 16, 2013

"UZUN İNCE BİR YOLDAYIM




Yürüyorum gündüz gece"
Ey! koca Aşık Veysel Karani, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Mevlana, Karacaoğlan, Nazım Hikmet, Can Yücel......

Duygularını yürekten, yaşadıklarını içten, gerçekçi, özgün bir şekilde aktaran, düşünceye dönüştüren, yaşama bakışları yönlendiren, sıkışmış yürekleri deryaya döndüren sıralayamadığım daha onlarca şairlerimiz.
Nerelerdesiniz?

Giderken mi götürdünüz? cana can katan, yüreğe pencere açan, gerçeğe bakmamızı sağlayan onca duyguları...
Yoksa biz mi bilemedik giderken bıraktıklarınızın kıymetini?
Ne zaman tükettik duygularımızı, ne zaman engelledik kelimelerin yüreğe geçişini, ne zaman arabeske dönüştü özlemlerimiz...?

Uzun ince bir yolda yürürken gündüz gece, sabırsızlık mı sardı bedenleri "yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz hooop orda" olduk dizeleri.

"Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz?
Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz?"

Derken Mevlana,
bölüşmeyi,dövüşmeyi kuvvet mi sandık?

Yunus Emre
"Mecnun oluben yürürüm
Dostu düşümde görürüm
Uyanır melul olurum
Gel gör beni aşk neyledi"

Dostu düşümüzde bile görememek, aşkı "aşkım"a dönüştürmek mi geldiğimiz son?


"Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm" demiş Karacaoğlan.

Gerçeği görmek yerine yalanlarla mutlu olmayı mı seçti gözlerimiz?

"Pir sultan'ım ne yatarsın
Kurmuş çarkını dönersin
Ne konarsın. ne göçersin
Kalan dünya değil misin"

Daha nice dizeler...


Niye artık yetişmiyor içten şairler? neden artık duygular ucuzladı? nasıl bu hale geldik?


Bugün tesadüfen dinlediğim Aşık Veysel Karani'nin bu türküsü beni nedenlere, niçinlere yöneltti işte,
ruhum çok eskilerde kaldı, yenileri doyurmuyor nedense...



Salı, Mayıs 07, 2013

ANNELER





Anne olmak mı? annesinin olması mı?
Tanrım!
Bugün nedense bu duygu beni ne kadar çok yordu.

Anneler gününün yaklaşmasından mıdır? "anne" kelimesinin bu denli reklamlarla tüketime yöneltip sömürülmesine çok rahatsız olduğumdan mıdır? bilmiyorum.

Gün boyu düşüncelerin beni bir oraya bir buraya sürükledi durdu.
Dünyanın en değerli varlığına anne olmak yada
sevgilerin en yücesi annenin varlığı.

Sonuçta ikisi de bağrında "anne" sözcüğünü barındırıyor, birbirinden ayrılması imkansız yani kısır döngü gibi ama ikisi de birbirinden o kadar ayrı duygular ki!

Ben annemle fazla zaman birlikte olmadım, yine de biliyorum ki annenin varlığı tek kelimeyle huzurdur. Anne; fırtınalarda sığınacağın tek limandır, düştüğünde gözyaşlarını kurutacağın tek göğüstür, zor zamanlarda elini uzattığında koşulsuz uzanan tek eldir. Anne güvendir, yaşama onunla sarılırsın. Umutlarının kalesidir, yarının bekçisidir. Varlığında yokluğunu hiç düşünemezsin, onunla var olmuşsun ve hep var olacak gibi düşünürsün.
Yokluğuna yuvarlandığında ise şaşkın ve tek başınasındır, çevren ne kadar kalabalık olursa olsun yalnızsındır, ayakların sağlam basmak zorundadır çünkü sığınacak ne bir limanın ne de tutunacak bir dalın vardır artık.

Anne olmak; dünyanın en değerli varlığı, canınla beslediğin, emekle büyüttüğün bir canlının sana ait olmasının duygusu ise duyguların en haz verenidir. Sevgi sözcüğünün tek tanımıdır. Sınırsız sevginin tek anlamıdır. Bu doyumsuz sevgi ne yazık ki bağrında korkuyu da barındırır.
Sınırsız sevgine korkuyla bakarsın.
Yer değiştirmiştir anne sözcüğü; bu sefer limana dönüşür yüreğin, korkuyla bakarsın gözlerine ne aradığını bilmeden. Sözlerinde anlam ararsın, düşüncelerine girmeye çalışırsın, gözyaşlarına esir olur kendi gözyaşlarını saklarsın. Neredeyse dökülen saç tellerine ağıt yakarsın. Koskoca bir sevda ve koskoca bir korku.

 Düşüncelerim o kadar derin ki! anlatmak istediklerimin çoğunu da gözyaşlarım engelledi.

Çalışma hayatımın son yıllarında servisimize stajyer genç bir kızımız gelmişti. Annesine korkunç düşkün. Günde üç sefer annesini arardı ve telefonu her kapadığında "annem annem canım annem Allah bana senin yokluğunu göstermesin" yada "ben annemsiz yapamam Allah onun canını alacaksa benimkini alsın" derdi. Bir iki derken ben dayanamadım ve ona aslında annesini hiç sevmediğini, böyle sevginin olamayacağını söyledim. Şaşırarak baktı yüzüme, ben bunun sevgi olmadığını, annesini seven birinin aslında ona bir ceza vermek istermiş gibi bu kadar duanın da günah olduğunu anlattım. Ne demek istediğimi anlamıştı bana sarılarak ağladı.



Her kadın bir annedir, anne duygusunda yoğrularak gelmiştir dünyaya.
Belki anneler gününe daha var ama ben içimden taşan duyguların sonunda bu vesileyle öncelikle canım yavrularımın ve tüm kadınlarımızın anneler gününü kutlarım...


Cuma, Mayıs 03, 2013

EYVAH!


Sanırım yaşlanıyorum.
Kendimce uydurduğum ve hatta sonrasında kendi uydurduğuma inandığım gibi "Yaş almak değil yaşlanmak, kaç yaşında olursan ol,içindeki coşkuyu enerjiye dönüştüremediğinde yaşlanıyorsun demektir." der ve içimde ne kadar coşku kırıntısı kaldıysa enerjiye dönüştürmeye gayret eder(dim) yaşlanmadığıma inanmak isterdim.
Artık olmuyor mu ne?


"Yıllara mı çarptı hızımız"
İsmet Kür'ün 91 yaşında yazdığı bu son kitabını okurken yaşın yada ne kadar olursa olsun yaş almanın ne okumaya ne de yazmaya asla engel olmadığını düşündüm hep.
Akıcı bir dille, çok geçmişinde kalan anılarının en ince ayrıntısına kadar hatırlaması ve yazarken sanki yaşıyor gibi aktarmış olması, insan yaşamının, yaşam süresine göre tam ortadan ikiye ayrılmasının doğruluğu gibiydi.
Yaşamının bir yerine kadar arkana bakmadan devamlı ilerisi için mücadele süresini, bir yerden sonra geriye dönüşle tamamlanması sanki.
Benim de geçmişim önümdeydi artık.
Ve
Birer birer bırakmak zorunda kaldığım, enerjiye dönüştüremediğim içindeki coşkuları okuma-yazma ile yenebileceğime inandırmştım  kendimi.
Artık olmuyor mu ne?

Kitaplarım başucumda da okumaya aldığımda bıraktığım yerden birkaç sayfa geriye gitmem gerekiyor, yazmak dersen  elim bile gitmiyor. Hatta bugün Can'a resim çizerken kalen elimde öyle eğri durdu ki kendime hem şaşırdım hem acıdım.



Dört yaşındayım, halamın oğlunun düğünü var, anneciğim kuzenimle bana gelinlik kadar güzel elbise dikmişti. Kuzenimle düğüne sevinçle hazırlanıyor, belkide kendimizi gelin yerine koyuyor, belkide anlayabileceğimiz ilk eğlencemiz olmasını yaşıyorduk. Ama düğünde çektiğim acıyı unutmama imkan yok, tam ne olduğunu hatırlayamıyorum da kolumda koskoca sargılarla ve yüzüm asık bir şekilde çekilen fotoğraflar bir şeylerin ters gittiğini anlatıyor.
Hayatımda ters giden şeylerin başlangıcı o gün müydü acaba?


Kışa benzemeyen bir kış arkasından ilkbahara benzemeyen bir ilkbahar geçirdik. Ben mi mevsimleri karıştırdım yoksa mevsimler gerçekten karıştı mı? Yaz da vaktinden evvel geldi zaten.

Nisan ayı bahardır Antalya'ya çok yakışır dedim ve geçmişimden kalan yegane büyüğüm yengemin Nisan sonunda dünya evine girecek torununun düğününe gittim. Düğün bahane muhabbet şahaneydi, düğün telaşı içinde bile yengem ve elime doğan kızıyla hatıralara gezinti, geçmişe doyum yaşadım.
Tabi bu arada Antalya bana hiç iyi davranmadı, sanki kış soğuğunu bana saklamış, yağmurunu gözyaşıma bekletmişti.

Düğün günü geldiğinde ve hatta düğün saatinde kayınvalidemin kaybını haber aldım. Hiçbir hastalığı bulunmayan kayınvalidem yaşadığı 90 yılı bir çırpıda bitirmişti ve ben bu zor gününde eşimin yanında olamamanın acısını yaşadım.
Yola çıkmamın  bir anlamı yoktu. Ben Antalya'dan İstanbul'a gelene kadar  kardeşler görenekleri üzerine annelerini memleketleri Ordu'ya götürmüşlerdi bile.

4l yıldır sana anne diyorum, kendi annemden çok sana ana dedim, güle güle anacık, huzurla uyu.















Çok karışık bir yazı oldu biliyorum, aslında yazmak istediğim bunlar değildi ama bu gece sanki içimden geçenler parmaklarımdan döküldü. Belki de kendi kendime mazeretimdir bu...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...