Sanırım yaşlanıyorum.
Kendimce uydurduğum ve hatta sonrasında kendi uydurduğuma inandığım gibi "Yaş almak değil yaşlanmak, kaç yaşında olursan ol,içindeki coşkuyu enerjiye dönüştüremediğinde yaşlanıyorsun demektir." der ve içimde ne kadar coşku kırıntısı kaldıysa enerjiye dönüştürmeye gayret eder(dim) yaşlanmadığıma inanmak isterdim.
Artık olmuyor mu ne?
"Yıllara mı çarptı hızımız"
İsmet Kür'ün 91 yaşında yazdığı bu son kitabını okurken yaşın yada ne kadar olursa olsun yaş almanın ne okumaya ne de yazmaya asla engel olmadığını düşündüm hep.
Akıcı bir dille, çok geçmişinde kalan anılarının en ince ayrıntısına kadar hatırlaması ve yazarken sanki yaşıyor gibi aktarmış olması, insan yaşamının, yaşam süresine göre tam ortadan ikiye ayrılmasının doğruluğu gibiydi.
Yaşamının bir yerine kadar arkana bakmadan devamlı ilerisi için mücadele süresini, bir yerden sonra geriye dönüşle tamamlanması sanki.
Benim de geçmişim önümdeydi artık.
Ve
Birer birer bırakmak zorunda kaldığım, enerjiye dönüştüremediğim içindeki coşkuları okuma-yazma ile yenebileceğime inandırmştım kendimi.
Artık olmuyor mu ne?
Kitaplarım başucumda da okumaya aldığımda bıraktığım yerden birkaç sayfa geriye gitmem gerekiyor, yazmak dersen elim bile gitmiyor. Hatta bugün Can'a resim çizerken kalen elimde öyle eğri durdu ki kendime hem şaşırdım hem acıdım.
Dört yaşındayım, halamın oğlunun düğünü var, anneciğim kuzenimle bana gelinlik kadar güzel elbise dikmişti. Kuzenimle düğüne sevinçle hazırlanıyor, belkide kendimizi gelin yerine koyuyor, belkide anlayabileceğimiz ilk eğlencemiz olmasını yaşıyorduk. Ama düğünde çektiğim acıyı unutmama imkan yok, tam ne olduğunu hatırlayamıyorum da kolumda koskoca sargılarla ve yüzüm asık bir şekilde çekilen fotoğraflar bir şeylerin ters gittiğini anlatıyor.
Hayatımda ters giden şeylerin başlangıcı o gün müydü acaba?
Kışa benzemeyen bir kış arkasından ilkbahara benzemeyen bir ilkbahar geçirdik. Ben mi mevsimleri karıştırdım yoksa mevsimler gerçekten karıştı mı? Yaz da vaktinden evvel geldi zaten.
Nisan ayı bahardır Antalya'ya çok yakışır dedim ve geçmişimden kalan yegane büyüğüm yengemin Nisan sonunda dünya evine girecek torununun düğününe gittim. Düğün bahane muhabbet şahaneydi, düğün telaşı içinde bile yengem ve elime doğan kızıyla hatıralara gezinti, geçmişe doyum yaşadım.
Tabi bu arada Antalya bana hiç iyi davranmadı, sanki kış soğuğunu bana saklamış, yağmurunu gözyaşıma bekletmişti.
Düğün günü geldiğinde ve hatta düğün saatinde kayınvalidemin kaybını haber aldım. Hiçbir hastalığı bulunmayan kayınvalidem yaşadığı 90 yılı bir çırpıda bitirmişti ve ben bu zor gününde eşimin yanında olamamanın acısını yaşadım.
Yola çıkmamın bir anlamı yoktu. Ben Antalya'dan İstanbul'a gelene kadar kardeşler görenekleri üzerine annelerini memleketleri Ordu'ya götürmüşlerdi bile.
4l yıldır sana anne diyorum, kendi annemden çok sana ana dedim, güle güle anacık, huzurla uyu.
Çok karışık bir yazı oldu biliyorum, aslında yazmak istediğim bunlar değildi ama bu gece sanki içimden geçenler parmaklarımdan döküldü. Belki de kendi kendime mazeretimdir bu...