Yorgunum hem de çok yorgun, yazmak ne derece yorgunluğumu azaltır bilmiyorum. Ama ki yazmak yürek boşaltmaktır biliyorum. Korkum, his sınırlarını aşmak okuyucuyu da yormaktır.
De ki "kendin için yazıyorsun" blog demek kendin için yazdığın günlük demek değil midir?
Oysa ben önceleri günlük ile başlamış sonraları haftalık, aylık ,yıllık derken yılları da geride bırakmış, günlüğe ihanet etmiş bir blog yazarıyım.
Neyse!
Neler sığdırdım neler yazmadığım, yazamadığım geçen yıllara, doluyum hem de çok dolu, birikenler, birikenler, satırlara dökülmeyi bekleyen kelimeler,kelimeler.
Dökmek gerek eteğimizdeki taşları, yüreğimizdeki yangını, yaşadığımız dolu dolu acıyı, sevinci, huzuru, özlemi, sevgiyi.
Kendimi, evimi, yaşadığım yöreyi, canım memleketim İstanbul'u derken yangın yerine dönen ülkemi yazmak gerek.
Yazmalı ki! halen nefes aldığımı hissedeyim, yaşadığımı, umutlarımı, sevgilerimi paylaşabileyim. Yazmalı ki! buz tutmuş yüreğimi ısıtayım.
Terapidir dedim, yün-şiş-tığ üçlüsüne sarıldım. Kollarım tutmaz oldu, yaşıma başıma, gözüme bakmadan goblen işine sığındım,ondan çok zevk aldım, emekti hediyeleri en güzeli, dağıttın mı sevdiklerine.
Kitap desek son hız devam edemedi çünkü satırları anlayabilmek için çifter çifter okumaya başladım. Okuyamadım da yazamadım da işte.
Bu yüzdendir kafamı değil elimi meşgul edeceklerdi beni sabır çarkında döndürecek olan.
Bugün burada olmam umutlarımın ışıdığı anlamıdır, umarım...