Salı, Mart 21, 2017

ŞURDAN BURDAN



Neydi bu, gece gece beni dürten bilmiyorum.
İçimde küllenmeyen bu ateş kor halinde ne zamana kadar devam eder, onu da bilmiyorum.
Geçen dokuz ayı nasıl yaşadım veya yaşadım mı onu hele hiç bilmiyorum...
Bildiğim, yirmi dört saat, yedi gün Allah'ıma şükür etsem azdır .Tabi bu arada araştırma konusunda ilerlemiş tıp ve doktorlarımızı unutmuyorum...

Sabır sınavı verdik ailecek. Hani derler ya "bu yıl hiç uğur getirmedi ya da çok uğurlu bir yıldı" hep deriz, denir. Ben demem, zor olan yıllarım var, çok çok. Mutlu olduğum, yaşamın bana sunduğu sevgi değerleri, unutulmayan yıllarım. Sandığım var ona atarım, acısıyla, tatlısıyla biriktiririm yıllarımı.
Yıllar sadece tarih yazar, saatlerin amansızca ilerlemesinin sonucunda biriktirdiği aylar, yıllardır. Herkese başka türlü gösterir yüzünü.

Yaşam öyle yokuş ve dikenlidir ki, herkes için bu böyledir, dünyaya gelmeye gör. Zorunlu olursun karşına çıkan yokuşu tırmanmaya, dikenleri bata bata yol almaya. Öyle bir yoldur ki bu yol, yoluna çıkan çiçekleri toplar, dikenleri ve yokuşu unutmaya çalışırsın topladığın çiçeklerle. Unutulur mu? Kim unutmuş ki ayağına batan dikenleri, kanı dinmiş yara gibidir.
Ya da topladığın her çiçek ilk günkü gibi heyecan verir, kalp çarpıntısı yapar.
Velhasıl yaşadıklarındır isabet eden yıllara...

Yaşam en yakın arkadaşıdır insanoğlunun, bilene. Anlaşabiliyorsan arkadaşınla sana yardım eder, yarenlik eder, elinden geldiğince yol gösterir. Sıkıldığında, bunaldığında ya da sevgiden coştuğunda evlerin perdelerini açar bir bir, içeride yaşananları görürsün. Aslında kapalıdır o perdeler,sıkı sıkı, arkasında ne yaşandığı seni ilgilendirmez  çünkü, belki sıkı sıkı kapalı olduğunu fark bile etmezsin.
Ta ki yaşam arkadaşının yol gösterip açana kadar o perdeleri, acıyı görürsün o perdenin arkasında, senin acındır, aynısıdır, hissedersin. Sevinç yaşanıyorsa, seninde düğünün bayramın varsa ortak olur paylaşırsın bildiğin duyguyu, yalnız olmadığını görürsün. Yaşadığın acı aynı ise ne yaşadığını hissetmek, paylaşabilmek, sevincini anlayabilmek. Çok önemli bu duygu, gerçekten çok önemli, herhangi biri, tanıdığın tanımadığın ya da yeni tanıdığın. Aynı acıları tek yürekte duyabilmek ama en önemlisi paylaşabilmek...

Evet, 2016 yılı acısıyla sandığımda yerini aldı. 2017 yılına temiz girmemizin huzurunu yaşarken. Bilmiyorum neden gece gece yüreğime düşen ateş, tarihe gömdüğümüz, sandığa kaldırdığımız ya da öyle sandığım yaşam yolunda ayağıma batan dikenin acısı ne olduysa alevleniverdi işte...

Neyse,  ama öyle ama böyle amansızca ilerleyen saatler ayları toplaya toplaya baharı getirdi.
Ben hep İlkbaharın ruhumuzu arındırdığını düşünürüm. İlkbaharda uyanan doğa ile bedenimiz de uyanır, ağaçların meyve öncesi açan çiçekleri doğanın bize sunduğu en değerli şeyidir. Bahar çiçekleri üzerinde sadece arılar bal toplamaz insanoğlunun ruhu da çiçeklerin üzerinde arınma yapar.

Yaşam arkadaşım  "doğa ve çocuk" dedi uzun yıllar süren yaşam yolunda yürürken. En temiz, en saf, en muhteşem iki canlı, huzur bulacağın, içine düştüğünde nefes alabileceğin iki canlı.  
Baharın muhteşem renk cümbüşünün içine düştüğüm anda ben de kayboluyorum gerçekten...






 

Pazartesi, Şubat 20, 2017

YAZMAK...

Yorgunum hem de çok yorgun, yazmak ne derece yorgunluğumu azaltır bilmiyorum. Ama ki yazmak yürek boşaltmaktır biliyorum. Korkum, his sınırlarını aşmak okuyucuyu da yormaktır.
De ki  "kendin için yazıyorsun" blog demek kendin için  yazdığın günlük demek değil midir?
Oysa ben önceleri günlük ile başlamış sonraları haftalık, aylık ,yıllık derken yılları da geride bırakmış, günlüğe ihanet etmiş bir blog yazarıyım.

Neyse!
Neler sığdırdım neler yazmadığım, yazamadığım geçen yıllara, doluyum hem de çok dolu, birikenler, birikenler, satırlara dökülmeyi bekleyen kelimeler,kelimeler.
Dökmek gerek eteğimizdeki taşları, yüreğimizdeki yangını, yaşadığımız dolu dolu acıyı, sevinci, huzuru, özlemi, sevgiyi.
Kendimi, evimi, yaşadığım yöreyi, canım memleketim İstanbul'u derken yangın yerine dönen ülkemi yazmak gerek.
Yazmalı ki! halen nefes aldığımı hissedeyim, yaşadığımı, umutlarımı, sevgilerimi paylaşabileyim. Yazmalı ki! buz tutmuş yüreğimi ısıtayım.

Terapidir dedim, yün-şiş-tığ üçlüsüne sarıldım. Kollarım tutmaz oldu, yaşıma başıma, gözüme bakmadan goblen işine sığındım,ondan çok zevk aldım, emekti hediyeleri en güzeli, dağıttın mı sevdiklerine.
Kitap desek son hız devam edemedi çünkü satırları anlayabilmek için çifter çifter okumaya başladım. Okuyamadım da yazamadım da işte.
Bu yüzdendir kafamı değil elimi meşgul edeceklerdi beni sabır çarkında döndürecek olan.

Bugün burada olmam umutlarımın ışıdığı anlamıdır, umarım...






Perşembe, Aralık 31, 2015

NEDEN GELEN YILA YENİ DİYORUZ



Sanırım iyi bir yıl olmasını umut etmek için.


'Ölüm ara renkleri iptal eder.Bu defa da öyle oldu.İdamların arkasından sadece siyah beyaz kaldı'
MÜCELLA-Nazan BEKİR OĞLU


2015 Yılı da öyle bir yıldı işte, ölümlerimiz ara renkleri iptal etti, geriye sadece gözyaşı ve siyah beyaz bıraktı...

Geride bırakamayız 2015 yılını, bitse de yaşanmışlıkları yok sayamayız.
Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.
Umut, sadece umut bizi yaşama bağlayan, umut etmekten yorulmayan yüreklerimizle...


DİLERİM 2016 YILI KİMSEYİ AYIRT ETMEDEN BARIŞ,UMUT,SAĞLIK,SEVGİ VE HUZUR YILI OLUR.
MUTLU YILLAR...


...NEREDE KALMIŞTIK?
Demem gerektiğini düşünüyorum, evet nerede kalmıştık, 2014 yılının son gününde. Belki de 2015 yılının elimden kaymasını istemediğim içindir beni buraya çeken.  

İtiraf ediyorum, bir gün sonra geride bırakacağımız yıl ailem ve çevremde hiç bir olumsuzluk bırakmadı. Ama Ülkem için, daha doğrusu Ülkemin halkı için,dünya için, insanlık için oldukça yorucu geçti, geride sadece gözyaşı ve acı bırakarak ilerleyen saatlerde tarih sayfalarında yerini alacak...


Bu yıl sandığımı açmadım, benim için sandığa saklanacak bir yıl değildi. Aslında sandığımı seviyorum da! istiyorum ki içine hep güzelliklerle dolu yıllar saklansın  Yaşam bu, acı veren yıllarımız da var ve sandığın kıyısında-köşesinde yerlerini alıyorlar.
Sandık yılım olmadı da kumbaramda mı  yok dedim.
Ben de bu yılın bu son gününde yıllardır açmadığım kumbaramı açmaya karar verdim, ne biriktirmişim?

Önce bozukları çıkardım, ayırdım kenara, çok değillerdi zaten yüzlerine bile bakasım yok, niye biriktirdiğimi de bilmiyorum. Kendiliğinden oraya girdiklerini de sanmıyorum. Yürek bu, yok sayamıyorsun işte, atı vermişim elimde olmayarak.

Sonra çevirdim  kumbaramı vurdum-vurdum dibine-dibine, ne varsa çıksın diye.
Aman tanrım! tıka basa dolu güzellikler düştü önüme. Dostluklar biriktirmişim, bolca. Başarılarım, yüzümü hiç kızartmayan çalışma hayatım, hayatın yok dediklerini mücadele sonuca var ettiklerim, siyah-beyaz iki kişiden renkli on kişiye yükselen, başarıları ile yüzümü her daim güldüren, huzur veren ve mutluluk dolu ailem.
En dibinden eşim çıktı, deli-dolu ama çok sadık, vicdanlı ve iyi günümde,kötü günümde hep sağ yanımda duran kırk üç yıllık hayat arkadaşım...

Ve tabi ki! aklımdan hiç çıkmayan, düşündüğümde yüzüme gülümseme yayan, bir genç kızın aşka düşmüş  yüreği gibi çarptıran canlarım, can yongalarım...

Bu kadar yeter artık blog sırdaşım, yüreğim yoruldu. Yazmak kadar kolay olmadı kumbaram dan çıkanların önüme serilmesi. 'çalışma hayatım' dedim, iki kelimede bitti, ama önüme serilen koskoca otuz yıldı. 'Kırk üç yıl' dedik, topu topu üç kelime, ya önüme serilenler....

Neyse işte. Kumbarayı açtık bir kere, deforme oldu. Dönüp de kullanılması imkansız artık.
Yeni bir kumbara almak gerek, küçük de olsa fark etmez... 




Fotoğraf bana ait
ve burayla olan ilgisi
2016 yılı aynı bu masumiyetin tebessümü içinde geçsin.

Çarşamba, Aralık 31, 2014

SANDIĞIM İÇİN BİR YILIM DAHA OLDU



"Hadi git artık" diyeceğim ama senin ne suçun var ki? Dünyanın bu denli kirlendiği, insanların bu denli insanlıklarını unuttuğu, çocuk-kadın demeden savaş çığlıklarının bu denli yükselmesi tarih olarak senin yılına denk geldi o kadar...

Bir gün sonra sen gideceksin yenisi gelecek, bize neler getirecek, hayatım(ız)da ne değişecek bilmiyoru(z)m. Ama kesin olan senin dört rakamdan oluşan son hanen değişerek yeni diyeceğimiz bir yıl gelecek onu biliyoru(z)m. Dilerim seni yana yakıla arayacağımız bir yıl olmaz. Dilerim tüm dünya için, insanlık için barış ve kardeşlik getiren bir yıl olur. Dilerim unutulan sevgi ve saygının çocuklarımızın özüne ektiğimiz bir yıl olur...

Her yılın sonunda bir resim karesi düşer aklıma, hani giden yıl yaşlandırılmış, çuvalını da sırtlamış, üzerinde yılı yazılan bir kırmızı bant ile yeni girecek yıl daha yürüyemeyen minicik bir bebek. Benim yılbaşı ile ilgili bu görselim yıllar yılı hep hüzün vermiştir bana. Eski yılı 365 gün nasıl acımasızca harcadığımızı ve o minicik bebeği ne hale getireceğimizi düşünürüm, üzülürüm...

Yine de bunu yazarken çekincelerim var ama benim için su gibi akan sorunsuz bir yıl olmadın, çok kişiye de olmadığın gibi. Sana değil sitemim sadece yaşamam gerekiyormuş bu da senin yılına denk gelmiş işte. Biliyor musun? Sonları yaşadım sende, ilkleri de yaşadım.
Ben hayal kuran biri değilim ama eğer hayal kursaydım sende yaşadığım ilklerin üzerine olurdu. Eğer hayal kuran biri olsaydım sende yaşadığım sonları asla düşünemezdim...

Saklanan yıllar vardır benim için, acısıyla tatlısıyla yaşadığım yıllar. Sandığıma atıp sakladığım yıllar. Sende sandığıma atıp sakladığım bir yıl olacaksın. Hem acı veren, hem mutlu eden, hem tatlı bir telaş, hem özlem kokan, hem gözyaşlarımızın burukluğun arkasına saklanan bir yıl olarak...

Sonları yaşadım sende dedim ya gerçekten sonsuzlukdu yaşadığım anlar. Hiç bir acı-sızı-belirti vermeden çıktı karşıma beynimdeki anevrizma. Şans dedi doktorlar, tesadüfen bulunan. Şans mı? tesadüf mü? Bilmiyorum. Yada yaşama günüm varmış falan filan da, ameliyatı zaten yaşamıyorsun ama ameliyat sonrası yoğun bakımda geçen gecede gerçekten sonu yaşadım iki kez.
Dipsiz bir kuyuya düşerken karşımdan beni izleyen hemşirelerin acilen nöbetçi doktoru alıp başıma doluşmalarını çok anlayamamıştım. Yumuşacıktı kuyuya inişim, oysa sağımdaki-solumdaki hortum ve makinalarla uğraşıp acılarımı geri getirip dışarı çıktıklarında sızılarım başlamıştı. Tabi daha sonraları iki kez sonu yaşadığımı anlamıştım...

İlkleri de yaşadım sende, bunca yıl beni sırtında taşıyan ve asla ayrılamayacağımı düşündüğüm memleketimden, İstanbul'umdan üç ay gibi kısa bir sürede terki diyar eyledim :) Düşünme, hazırlanma, uygulama hepsi tam üç ay. Nasıl olduğunu anlamadım, şu anda halen emin bile değilim bulunduğum yerden. Soruyorum bazen kendime rüyamı bu ne? Diye. Rüya olsa bile güzel bir rüya bitmesini istemediğim. Mutluyum burada, huzurlu. Seviyorum bu köyü, bu güzel köyde bulunan evimi, bahçemi. Havasını, doğasını, yerleşik bozulmamış ana insanını, meyvelerini cömertçe sunan ağaçlarını, iki katlı evlerini, pazarını, pazarına bahçesinde yetiştirdiği organik sebze meyvelerini getiren Hatçe kadını, Hüseyin efendiyi. İstanbul'dan kaçıp göç eden ve burada birbirimize tutunduğumuz arkadaşlarımı. Denizini, sahilini seviyorum işte. Neresi mi burası? Yok söylemem, gelen son göç ben olmak isterim bencilce. Çok göç alır kalabalık olur diye.

Buradaki tek sorunumuz özlem, kolay değil sekiz can bıraktık İstanbul'da. Buram buram özlem kokuyor evimin her köşesi. Özlem gidermeyi Skype ucundan yakalamaya çalışsak bile olmuyor işte. Ama bizim için Özlem bile bir ilk sende yaşadığımız sevgili 2014...

Sana gelirsek 2015, HOŞ GELDİN, inşallah gelirken torbanda noel babanın çuvalı gibi süslü paket,paket hediyelerin içinde BARIŞ,KARDEŞLİK,HUZUR,MUTLULUK,SAĞLIK,SEVGİ,SAYGI doludur.

Geldiğin zaman beni biraz da dürt, dürt ki blogumu boş bırakmayayım, hem yazıp hem okuyayım. Sevgili köyümü-evimi yeni yaşamımı paylaşayım. Paylaşayım ki paylaştıkça mutlu olayım. Bıraktığım satırlar anılara dönüşsün, kaybolmayan yıllarımı biriktireyim. Ben yazayım, acı yazayım tatlı yazayım, sen kafanı bana takma ama sen sandığıma girecek bir yıl olacaksan eğer işin tatlı tarafını seç olur mu...


TÜM ARKADAŞLARIMIN, DOSTLARIMIN, YOLU BLOGUMDAN GEÇEN YOLCULARIN YENİ YILINI YÜREKTEN KUTLAR GÖNÜLLERİNCE BİR YIL OLMASINI DİLERİM...


Çarşamba, Eylül 03, 2014

HOŞÇAKAL İSTANBUL

İçimden hiç gelmese de mecbur ettin beni buna, hoşçakal İstanbul, hoşçakal!

Ben ki, sende doğdum, sende büyüdüm, iki dalımı sende yeşerttim, sevdiklerimi senin toprağına verdim, seni sevdim, hem de çok sevdim, terk etmemek için özveriyi hep ben yaptım ama senin bana ihanetin büyük oldu.

Dağ demedin-tepe demedin, uç demedin-bucak demedin, bağrını açtın tüm yabancılara, sen açtıkca bağrını ben küçüldüm, nokta oldum, yok oldum sonunda. Gururla yemyeşil tepelerini seyrederken şimdi kendimi kaybediyorum sokaklarında.

Taşını toprağını altın sananlar, taşında toprağında altın yapanlar, taşına toprağına mecbur olanlar kenti İstanbul, gökdelenlerin resmigeçidi moda kenti megakent, memnun musun? Bunca gri yükü taşımaktan.
Oysa ne severdim altından daha değerli mavini,yeşilini,dağlarını, tepelerini.


Bağıra bağıra sesleniyordu genç kız, marketten çıkarken kasadaki arkadaşına "Görüşürüz toprağım."
"Hani benim toprağım? madem toprağınızın değerini biliyordunuz da benim toprağıma niye ortak oldunuz." Diyemedim, yuttum tüm düşündüklerimi. Ne diyebilirim ki, sen onlara aş verdin, iş verdin, eğitim verdin. Sınırlarını zorladın gelenleri kucaklamak isterken.
Belki de boğaza yapılan gerdanlık için vurulan ilk kazmaydı  seni bu hale getiren. Çok kişi sevinirken, yürüyerek boğazı geçme hevesine, ben üzülmüştüm Nakkaş Tepe'deki böğürtlen çalılarının, kuzu kulaklarının, ebegümecelerinin hoyratça sökülüp atılmalarına.

İşte şimdi gidiyorum, bu seni sevmiyorum demek değil, seni halen severken bırakmak zorundayım. Çünkü artık seni tanıyamıyorum, sende nefes alamıyorum, gürültün kulaklarımı tırmalııyor, yollarını bacaklarım taşımıyor. Yüreğim yoruluyor seni seyrederken.
Sende dört can, dört canımın yongasını bırakıyorum. Onlara iyi bak önce Allah'a sonra sana emanet olsun. Canlarını acıtma, bedenleri yorma, ana gibi sar, baba gibi koru.

Işıl ışıl ışıkların içinde eriyen İstanbul, sokağımın köşesindeki cılız ışıktan yatağıma sızan aydınlıkta kitap okumak ve halen o zamanı yaşamak ve o yaşta olmak ne çok isterdim...



Perşembe, Mayıs 15, 2014

BİZİM YEMEĞİMİZ KÖMÜR KOKAR


Benimki geziydi, onların ki misafir ağırlama. Utanmıştım gösterilen ilgiden, oysa bendim,bizdik,birliktik. Kaşı-gözü, saçı-başı-eli-ayağı olan bildiğimiz İNSAN...

Bugün sedyeyi kirletmeyi göze alamayan duygunun yüklemi gibiydi bana sunulan terlik seçimi. Sonra kaynaştık, bendim,bizdik,birliktik...

Yer sofralarına oturdum dizlerime sofra örtüsünü çekerek, aşlarına ortak oldum...

"Bizim yemeğimiz kömür kokar, sobada yanan kömür odamızı ısıtır ama içimizi yakar" dedi madencinin genç eşi.
Görünmez acı dolmuştu odaya, sessizliğe kaşık-çatal ses verdi bir süre. Eşi ve üç oğlu madende çalışan, tek kızı öğretmen olan suskun anne bozdu sessizliği, sanki daha büyük bir ses vererek herkesin duymasını istercesine.
" Dört erkeğimi vardiya başında gönderip vardiya sonunda beklemek, gelip gelmeyeceğini bilmemek, herkesin ömründen giden bir günse benim ömrümden giden dört gündür."

1971 yılı, bir gezi,bir tanışma, bir ziyaret için Zonguldak Kömür İşletmesinde çalışan kocaman bir madenci ailesine konuk olmuştum. Madencilik babadan oğula geçecek kadar genetik olmuştu Zonguldak'da yaşayan halk için...

Onların metrelerce yerin altından çıkardıkları ekmek kömür karası, vardiya gidişleri ölüm bekleyişi, vardiya dönüşleri bayram sevinci, emeklilik uzak hayalleri...

İşte ben her kömür,maden,grizu duyduğumda eşini ve oğullarını madene gönderen bir günü ömründen giden dört gün gören anneyi, madencinin geç eşini, çay servisi yapan yeni yeşermeye çalışan madencinin kızlarını ve o günü acıyla anarım..

Yüreklere düşen acıya, evlere düşen ateşe, çocuklara düşen açlığa Allahımdan sabır ve kuvvet dilerim.

YAŞAYAMADIĞINIZ  GÜNEŞ IŞIKLARINI MADENE GÖMEN SOMA KATLİAMINDA HAYATLARINI KAYBEDEN ........ MADEN EMEKÇİLERİMİZ YOLUNUZ IŞIKLARLA DOLSUN, KAPILARINIZ CENNET KAPILARI OLSUN...





İz bırakanlar (4)

Pazar, Mayıs 11, 2014

ANALIK


Analık nedir Annem?” derdim de anacığıma; 
“Ben ol da bil” derdi Mevlânaca..

Ben ol da bil!

“Sen” oldum annem bak!..

“Sen” oldum ve bildim neymiş bu işin yürekcesi..

Hani “Köpekler bile “ana” olmasın” derdin ya hep, 
o ızdıraplı yüreğinle, o engin şefkatinle..

Anlamazdık o zaman biz zamâneler..

“Zor kızım, çok zor analık” 
derdin ardından derin bir iç çekişle..

Zormuş anam..

Ana olmak “Hiç” ken “Hep” olmakmış meğer..
Çoğalmakmış durmadan..

Dünyaya meydan okumak, mazi ve istikbâli sırtlamak, 
pervâsız bir gözü karalıkmış..

Zormuş Annem..Olduk, gördük, bildik bak..

Ana olmak meğer; Kor ateşlerde üşümesi, 
kara kışlarda buz kesmesiymiş yüreğin..

Hep; “Ben!” derken,
Artık; “O”, “İllâ O!” demesiymiş..

Hiç varmayacağı kapıları çalması, hiç ederek ömrünü, adanmasıymış..

Hiç kızmaması yüreğin, almayı hiç düşünmeden hep vermesiymiş..

Hep sarıp-sarmalaması, hiç hesap sormadan, 
hep dost hep yâr olmasıymış..

Zormuş Anam..

Meğer ölümüne bir kara sevdaymış analık..

Olduk, gördük, bildik bak...


Tüm kadınlarımız annedir, olsun olmasın. Annelik vasıflarınla gelirler dünyaya ve annelik duygularını aynen yaşarlar.

Tüm kadınlarımızın anneler gününü kutlarım...





Yazı alıntıdır, kaynağı bilinmiyor.



Cuma, Mayıs 09, 2014

ÇOCUK





Oyunlarımız vardı bizim; kendi yaşıtlarımın bildiği, günümüzün gençlerinin ise bilmediği ve asla da öğrenemeyeceği çocuk oyunları...

Dokuz taş, beş taş, is top, çelik çomak.
Yağ satarım-bal satarım, bizden size kim düşe, ortada kuyu var yandan geç.

İp atlar, çember-hulahop çevirir, misket, saklambaç oynar.
Elimize küçücük bir ip alır parmaklarımızla şekilden şekle sokardık.
Kutu kapmaca, İsim-hayvan-bitki kağıt oyunlarımız.
Tom Miks, Teksas, Tenten, Ret-Kit çok kıymetli resimli kitaplarımızdı.
"Ön de truva güzellik" oyunların şahıydı...

Ben bunlardan bazılarını torunlarımla oynuyorum, severek oynuyorlar ama kısa bir süre. Tadına varmaları için oyun arkadaşları, sokak, bahçe ve en önemlisi zaman gerekli.

Bize mirastı ama biz bu mirası koruyamadık mı? Sahiplenemedik mi?
Kayboldu gitti,
geçen zamanın acımasız çarkları arasında ufala ufala yok oldu.

"Bir insanın ana vatanı çocukluğudur." Demiş Epictetus.
Doğan Cüceloğlu eklemiş  "Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur."

Mutlu çocuk ve dolayısı ile mutlu gençlik yok...

Ana sınıfında okuyan torunumu almaya gidiyorum ara sıra, ilkokulların teneffüs zamanına denk geliyor. Çocukları seyrediyorum. Koşuyorlar, koskoca okulun bahçesinde onlara verilen özgürlük süresince koşuyorlar. Tamam, haksızlık etmeyeyim, basket potası da var, oynuyorlar (mı) hayır sadece top ve pota kavramında tekrar koşuyorlar. Anlamaya çalışıyorum onları, içim acıyor sonra.
Çünkü onlar çocukluğu yarış zannediyorlar. Haklılar!

Okul, dershane, sınav sacayağı, bir daha asla dönemeyecek yaşlarını yutuyor.

Belki de bizler halen çocukluğumuzu yaşamamızın doyumunda bu karanlık dünyada bile mutlu olmayı başarabiliyoruz. Ya çocuklarımız?

Buldukları yada bulduklarını sandığı küçücük kutularda mutluluk arıyorlar,içinde dünyayı barındıran ufacık bir ekranın karşısında ama yalnızlar. Sanal arkadaşlıkları dipsiz bir kuyu gibi, nereye gittiklerini bilmeden içinde kayboluyorlar...

Durduk yerde beni bunları yazmaya yukarıdaki fotoğraf yöneltti. Ne güzeller, onlara tanınan kısacık bir süre, ailelerinin alış verişi bitene kadar mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar sanki.
Çocuklarımızın çocuk gibi yaşamaları için ne gerekliyse ellerinden aldık, acımasızca.

Artık sokaklarımız ve hatta bahçelerimiz bile o kadar tehlikeli ki, düşünüyorum da,
sokakta kaybetmektense sanal kutulara teslim etmek evladır, varsın dizimizin dibinde dört duvarın içinde kalsın...


Perşembe, Mayıs 01, 2014

KURUYEMİŞ


O çok güzel resim yapardı, bu konuda yeteneği çoktu. Hele duvara yağlı boya ile yaptığı koca bir resim vardı ki ressamları bile hayrete düşürebilirdi. Ben bugün bile hayallerimden kaybolmayan o resme hayran hayran bakardım.
Zaten ben ona da hayrandım.

Ama O ressam olmadı.
Yeteneğini sınırları içinde hapsedip, delikanlılığın coşkusunda, eş ve baba olmanın sorumluluğunda yitirdi.

Onun yeteneği bununla da sınırlı değildi. Kısa bir tiyatro yaşamı oldu ama kısa olsa bile içine çok oyun sığmıştı. Okulunun öğrenci tiyatro grubunun başarılı bir üyesiydi, turnelere gitti. Gittiği Turnelerin birinde yaşamında kırk beş yıl sürecek evliliğindeki eşinle tanıştı.

Sahnesi yetenekliydi ama O Tiyatro Sanatçısı da olmadı.
Hayat okulunun başarılı bir sanatçısı olarak yaşamının ona sunduğu rolü üstlendi.

Hukuk Fakültesine gitti, sevemedi bıraktı.
Gazetecilik okudu ama gazeteci de olmadı.
O benim kahramanım, kan sevdam, içimde bir yerlerde gizlediğim dayanağım, gururum oldu her zaman...


Kömürlük ve odunluk olarak kullanılan bodrumun kapısında bilet kesiyoruz, kuzenim ve ben. İlkokul zamanlarımız. Kuzenim ile aynı sınıftayız, ağabeyim ise bizden iki üst sınıfta. Tam yaşlarımızı ne yazık ki hatırlayamıyorum.
Ağabeyimin hazırlamış olduğu biletleri gelen çocuklara tam kömürlük girişinde para karşılığı veriyoruz. (Ufak bir bedeldi sanırım çünkü oldukça kalabalık oluyorduk.) Gelen çocukları boş bulduğumuz yerlere sandıklarla yaptığımız taburelere (!) oturtuyoruz. Yerlerimiz dolunca, gelen çocukların da bittiğine karar verdiğimizde bizde oturuyoruz (Çok yakında bir hastalık sonucu kaybettiğimiz) kuzenimle. Bu arada bizde bilet parası ödüyoruz. Neme lazım derler ya işte ondan, ayrıcalık olmasın yani. Ağabeyimin değişiyle.

Karşımızda yine sandıktan yapılma bir perde. Meyve sandığının dibi çıkartılıp bir amerikan beziyle gergin bir şekilde sandıkların kenarlarına çivilenerek yapılan uyduruk ama akıllıca bir sinema sahnesi.
Ağabeyim yetenekli elleri ile bir kartona çizip kestiği ve çıta ucuna çivi ile tutturmuş olduğu karagöz-hacivat görseli.
Sahnenin arkasına geçen ağabeyim sandığın alt kısmına yerleştirdiği mumu yakarak sinema oyunumuza başlıyor ve Karagöz-Hacivat repliklerini aynen radyoda duyduğumuz gibi sıralıyor, yada bana öyle geliyor. Evet aynısı, izleyenler aynı kanıda çünkü...

Sinema istek üzerine zaman zaman tekrarlanır bizde hiç bıkmadan aynı replikleri dinler-izler dururduk.
Tabi bu uzun ömürlü olmadı sonunda yakalandık. Para karşılığı olmasının ayıbını, mumun kömürlükte yangın çıkarabilmesinin tehlikesini, kömürlükte kömür havasının solunmasının zararlarını dinledik durduk...

Babacığım çok değerli zanaatkardı, elinden gelmeyen iş yoktu.(Bu arada  halamın yazlığındaki kurumuş çam ağacını kesip  bir çam masa yaptığını söylemeden geçemeyeceğim.) Boş duramazdı hiç, eline geçirdiği bir tahta parçasını cebindeki çakısı ile yontar, şekillendirir kullanılır bir hale getirirdi.

Bizim Karagöz-Hacivat sinemalarımızın sona ermesi üzerine geçen kısa bir zaman (ki sanırım okullar kapanması yakındı.) sonra babam eve kocaman bir paketle geldi ve de elindeki filenin içinde bir sürü ufak, dolu kese kağıdı ile. Biz kardeşlerin meraklı bakışları içinde paket açıldı mı? yırtıldı mı? öyle yani.
İçinden çıkan bize hayal kırıklığı yarattı, hiç bir şeye benzemeyen camlı, çerçeveli cam ve tahta karışımı bir şey ile labirent görünümlü bölmeleri bulunan ek bir tahta parçası daha.

Babam evimizin alt katındaki taşlıkta bu garip şeyi ayak tahtalarından açarak üstü cam kapaklı küçük bir masa şeklini andıran tezgaha dönüştürdü. İçine bölmeleri olan tahtasını da yerleştirdikten sonra ağabeyine dönerek hiç unutamadığım "madem para kazanmak istiyorsun usulüne göre olsun" dedi.
Sonra elindeki fileden çıkardığı küçük kese kağıdının içindeki kuru yemişleri bölmelere ayrılmış kutucuklara yerleştirdi.
Gazete kağıdından ufak ufak keserek yaptığım külahların bedelini ödemek de bana düşmüştü, düşmesine ama karşılığında çok sevdiğim leblebi şekerine bile her zaman para ödemek zorunda kalmıştım...


İşte ben, yolum ne zaman camlı kapağının altında kuru yemişlerin sergilendiği bir kuru yemişçiye düşse, o tezgahın arkasında çocuk yüzlü ve bir o kadar da yakışıklı ağabeyimi ararım, anarım...

O mu?
O bir esnaf, bir tüccar, bir dükkan sahibi de olmadı.
O iyi bir eş, mükemmel bir baba, sevgi dolu bir dede.
Ve büyük bir kuruluşta satış müdürü olarak yirmi beş sene çalıştıktan sonra emekli oldu.

Seni çok seviyorum abicim...


İZ BIRAKANLAR  (3)


Cumartesi, Nisan 26, 2014

İNADINA YAŞAMAK



İstanbul'da iki gündür hava kapalı, yani sıkıcı. Bugün biraz güneş açsa bile tadına varılacak gibi değil, akşam üstü yine gri bulutlar çöreklendi gökyüzüne. Hani insanın geçmişindeki acılarını yaşadığı geleceğinin umutlarını yok saydığı depresif hali.

Günü yaşamak yerine günü ziyan etmek durumu.
Aslında bu konuda çok ziyankar da değilimdir. Aynı anda geçmişi düşünür günü yaşar yarının planlarını yaparım, inadına yaşar gibi.

"Nasıl bir inatsa bu yaşamak." Bir kitaptan aklımda yer etti ve çok sevdim bu sözü, kendime çok uyduğu için üstüme yapıştırarak kullanmaya karar verdim...


Küçük bedenime, yaşıma uygun olmayan çok ağır bir rol yüklenmiştim.
Çocuk,genç kız,öğrenci,anne,abla,ev hanımı.
Hepsini aynı sahnede oynayacaktım ama rol geçişleri ile değil aynı anda. Üstelik eğitimini de almamıştım
O kadar çok yapılacak şey vardı ki sıraya koysan zaman yetmez. Zamanı ayarlasan sırası şaşar.

Anne olarak ev hanımlığı yapacaksın, abla olup kardeşlerine bakacaksın, öğrenci olup ders çalışacaksın, çocuk olup bahçeye çıkıp top oynayıp ip atlayacaksın, genç kız olup kitap okuyup-müzik dinleyip başında kavak yelleri estireceksin, arkadaş ortamlarını kaçırmayıp yaşıtlarınla yaşını yaşayacak, aile-akraba ortamlarında yaşam dersi alacaksın. Yakın komşulardan "aferin" almak için her daim davranışlarına dikkat edeceksin.
Yani göz kulak olmaları için emanet edildiğimiz, sağ olsunlar gözle bakıp kulakla dinleyen yakın komşularımız...

Gün yirmidört saat, ben ondört yaşında. Yönlendirilmeye, yönetilmeye ihtiyaç duyduğum zamanlarda yaşama yetişmek için koşmayı öğrenmeye başladığım zamanlar.
Kütüphaneden alınan kitapların okunup zamanında yerine verilmesi gereken zamanlar.
Sınav için ödevlerin yetişmesi gerektiği zamanlar.
Herkesin sokakta oynarken benim  tahammül edemediğim tozların el süpürgesiyle süpürülmesi-silinmesi gereken zamanlar.
Sokaktan geçen arabacıdan alınan sebzelerin hemen kullanılması gereken zamanlar.
Bugün buzdolabında bile zor dayanan semizotunun hemen pişirilip hazır edilmesi, sofraya yetiştirilmesi gereken zamanlar.
Yani oldukça eski bir zaman...

Kapının çalınması nasıl bir şeydir? Bugün havalı bir zil sesidir, o gün tokmaktır. Bugün beklediğindir, o gün kim gelse sevinçtir. Kimin geldiğine bugün ekranlı otomatikten bakarsın o gün bahçeye bakan pencereden...

"Aaa yengem gelmiş," anne yarım, canım yengem. Yakında oturduğundan biz gitmezsek muhakkak o gelirdi bize. İmdat frenim gibiydi benim, yaşamın takıldığı yerde çek freni yeniden yapılansın kaderin. Sor ki öğrenesin.
Kapıyı sevinçle açtığımda yüzündeki şaşkınlık önce meraklandırdı beni sonra korkuttu. Bahçemizdeki çöp kovasına dikkatlice bakıyordu. O zamanlar evlerde kapalı-havalı, çöp-möp- kovası da yok. Bahçelerimize ve evin kapısına yakın bir yere konurdu çöp kovalarımız. Kovanın içinde doğayı perişan eden naylon poşet falan da yok. Günü geçmiş gazete kağıdını çöp kovasının dibine koyup üzerine çöplerini atacaksın, dolduğunda üzerine yine bir günü geçmiş gazete kağıdı serip çöp arabasının geldiği günler bahçe kapısının dışına bırakacaksın.

Bende o gün taze taze arabacıdan alıp pişirdiğim semizotunu ayıklamış çöplerini atmıştım. Yaşamımın ayrıldığı sapağın üzerinden bir yıl falan ya geçmiş ya geçmemiş, evimizden koruyucu el ayak çekilmiş, üstüme yaşam biçimlendirilmiş ve artık her şeyi öğrenmiş olmam gerek ya. Ama yine de semizotunu daha evvel pişirdim mi? yoksa ilk mi? bilemiyorum.
Yengemin "bu ne? semizotunun hepsini çöpe atmışsın" dediğinde  "yok ayıkladım hatta pişirdim" diyerek gururla gerildim.  "Saplarını mı pişirdin, baksana tüm yaprakları çöpte." Dediğinde çöp kovasına baktım, haklıydı tazecik semizotu yaprakları çöpte çürümeye terk edilmişlerdi.
Bir şey diyemedim tabi, ne deseydim "zor geldi, yapraklarının hepsi saplarından ayrı düşmüştü, çabuk bitsin istedim, kaçmaya çalışan zamanı yakalamaya çalışıyordum" mu deseydim.
Desem ne olur, bana biçilen rol buydu ya oynayacaktım yada "ben yokum" diyemeyecek oynayacaktım. Çocukken çok severek oynadığım evcilik oyunu gerçek olmuştu...

İşte o gün bu gündür semizotu aldığımda anısınla beraber yüzümde acı bir tebessümle ayıklarım, yaprakları ise ızdırabımdır. Tek tek toplarım yapraklarını, ayıkladığım torbasından, yıkadığım kabından...




İz bırakanlar (2)



Çarşamba, Nisan 23, 2014

BAYRAMINIZ KUTLU SONSUZA DEK UMUTLARLA DOLU OLSUN


 BİR DÜNYA BIRAKIN

Bir vatan bırakın biz çocuklara
Islanmış olmasın göz yaşlarıyla
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar

Bir bahçe bırakın biz çocuklara
Göklerde yer açın uçurtmalara
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar

Bir barış bırakın biz çocuklara
Uzansın şarkımız güneşe ve aya
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar

Bir dünya bırakın biz çocuklara
Yazalım üstüne “sevgili dünya”
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar




Her gününüz bayram gibi olsun çocuklar...

Pazar, Nisan 20, 2014

NE CEVAP VERİLEBİLİNİR Kİ?


Bu sabah yine mutfaktan gelen nefis çay kokusuyla uyandım. Sağ olsun eşim her sabah demlediği çayla bana gün boyu başka işlerle uğraşı yorgunluğumu azaltır.
Salona girdiğimde ise kahvaltı yapacağımız masamızın üstünde içinden mis gibi kokularını yayan bir paket sürpriz de vardı. Benim emeklim bu sabah üşenmemiş yakınımızdaki fırından taze yeni çıkmış simit ve açma almış.

Eh! dedim tatil sabahında bu güzelliklerin yanında bir de "Ne yazacağım, nereden başlayayım." diye düşündüğüm "iz bırakanlar" etiketli yazıma cevap da bulmuş oldum.

Kahvaltı sofrasına oturduğumuzda artık iki kişi değil, dudaklarımda hafif gülümsemeyle birlikte tanımadığım senle birlikte üç kişiydik...

Sen kimsin? Adın nedir? Nerede oturursun? Kaç çocuğun var? Bilmiyorum.
Senin hakkında tek bildiğim kızının o gün doğalgaz tesisatı döşettiği, babanın emekli albay olduğu ve vefat ettiği. (Aslında az da şey bilmiyormuşum ya.)

O gün renkli yavrumla sabah kahvaltısı etmek, henüz daha iki yaşlarında olan tontişimi doya doya sevmek ve gün boyu birlikte olmak amacıyla sabah erkenden yola çıkmıştım. Kahvaltıya çeşit olsun diye kızımın evine yaklaştığımda fırına uğrayarak simit ve açma almaya çalıştığım anda seni yanımda gördüm. Aslında biraz sinirlenmiştim, tam burnumun dibinden kolunu uzatmış simit almaya çalışıyordun. "Pardon." diyerek sinirlendiğimi belli etmeye çalıştığımda hemen anlamış olarak geri çekilirken gördüm yüzünü, o kadar yani.

Fırından çıktığımda yirmi metre kadar yürümüş, açmanın kokusundan sarhoş olmuşken elime hakim olamamış kese kağıdının içindeki açmanın ucundan koparmış tam ağzıma atıyordum ki yanı başımda gördüm yine seni. Daha bir lokma açmayı ağzıma atamamış geldiği kese kağıdının içine geri gönderirken gülümsemene karşılık bende gülümsedim. Konuşma zemini hazırlıyor olmalıydın sanırım.

- Çok güzeldir buranın açması.
- Evet bende zaman zaman alırım.

Birlikte yürümeye başlamıştık. Bizim yaşlarda çok olağan bir şeydir, rastlanılır yol ayırımına kadar havadan sudan konuşulur. Ama senin havayla suyla çok ilgin yok gibiydi. İlgin olan şeyse benim seni ömrümün sonuna kadar unutamayacağım iz bırakmandı.

-Buralarda mı oturuyorsunuz?
Ben - Hayır kızıma gidiyorum.
-Bende kızıma gidiyorum.
Ben, sadece tebessüm.
-Benim kızım bugün doğalgaz tesisatı döşetecek de  yardıma gidiyorum.
Ben, kolay gelsin.
-Ama oldukça masraflı bir iş nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum.
Ben, Allah kolaylık versin. (Biraz şaşkınlıkla yarı tebessüm, başka ne diyebilirim ki.)
-Sizi fırından beri izliyorum, görmüş geçirmiş aklı başında bir hanıma benziyorsunuz.
Ben, nasıl tebessümlü teşekkür ettiysem (aklı başında olmak insanın alnında yazmadığına göre bunu karşıdan görebilmek daha aklı başındalık mı oluyor?)
-Size bir şey sorabilirmiyim? bana yardım edebilirmisiniz?
Ben, buyurun elimden gelen bir şeyse tabi.  (Buyurun ama yürüyerek yol ayırımına da gelmişiz, bırak gideyim de diyemiyorum)
Birlikte durduk. Elini uzatıp kolumu tuttun.
-Şimdi kızım doğalgaz tesisatı yaptırıyor, çok masrafı oldu, küçük bir çocuğu da var. Eşi yalnız çalışıyor yetmiyor tabi. Benim babam emekli albay, vefat etti.
Ben, Allah rahmet etsin. (Bu arada bende şaşkınlık bitti merak başladı, sonu nereye varacak merakı.)
-Ben de düşündüm, eşimden ayrılsam, yani masuscuktan. Babamın emekli maaşını alsam biraz kızıma yardım etsem diyorum.
Ben, siz bilirsiniz. (fazlada şaşırmadım hani, bende bir şey var, gelir beni bulurlar zaten.)
-Ama bir sorun var da onu size sormak istiyorum.
Ben, yardım edebilirmiyim bilmiyorum ama buyurun. (Maaş nasıl bağlanıyor falan sorusu bekliyorum.)
-Eşim boşandım diye beni bırakır terk eder gider mi acaba?
Ben ?????????
Size bu konuda nasıl yardım edebilirim, ne diyebilirim ki, eşinize sorsanız yada ailenizden birine açılsanız.
-Olmaz dimi ama yine de teşekkür ederim,konuşmak iyi geldi...

O gün yolumuz bir fırında kesişti, yol ayırımında bitti. Ama ben seni tanımıyorum. Sonra ne yaptın?  Boşandın mı? Babanın maaşını aldın mı? Kızına yardım edebildin mi? Eşin seni terkettimi? Halen evlimisin?
Bilmiyorum.
Kulakların çınlasın, benim olduğumu anlamayacaksın ama çınlasın...


İz bırakanlar (1)



Cuma, Nisan 18, 2014

İZ BIRAKANLAR



Hani hayatımızın bazı dönemlerinde iz bırakan yaşanmışlıklar vardır. Anlık yaşadığımız bir olay yada bir saat,yada bir gün.
Yıllar geçse de unutulduğunu sandığımız ama öyle bir anda karşımıza çıkar ki unutmadığımız yaşanmışlıklar.
Sanırım herkesin de bu tür yaşanmışlıkları vardır.

Örneğin ben ıspanak yıkarken neden yengemin annesi gelir aklıma. Makarna pişirirken, semizotu ayıklarken, örnek bir ses duyduğumda, okuduğum kitabın bir satırında.
Bir demet papatya gördüğümde, bir açma yediğimde düşer önüme iz bırakan zamanlar.

Anı değildir bu zamanlar ama nedense iz bırakmışlardır hayatımızda, zaman zaman bir yerlerden başını uzatıp "ben hala buradayım" derler.

Ben iz bırakanlar etiketi altında bunları post post yazacağım, bakalım satırlara düşünce aklımdan taşınıp mekan değiştirecekler mi? Hem de bir deneme olur :)

VE blog yazmaya daha hızlı devam edeceğim VE aynı zamanda bu postlara blog dostlarımın eşlik etmesini haddim olmayarak isteyeceğim.
Belki bir seri olur bloglar arasında, belki ara veren dostlarıma bir dönüş. Belki de yazdıklarımızda buluruz birbirimizi, kim bilir?

2008 ve 2009 yıllarında bloglar arası "kelime oyunu" ve "fotoğrafın dili" adı altında güzel bir oyun başlatmıştık ve çok uzun da sürdü. Postlara dökülen satırlarda blog dostlarımızla birlikte güldük, birlikte ağladık, birlikte anıları yakaladık. Çok güzeldi.

Bu iz bırakanları bir oyun olarak görüp oynamak isteyen arkadaşlara "HAYDİ" hemen başlayalım diyorum.




Pazar, Nisan 06, 2014

İMZA : BEN



"Altı yaşımda damda mahsur kalan bir kediyi kurtarmak için tırmandığım yerden bir eczanenin arka odasında gözlerimi açtığımda, kendimi değil kediyi sormuştum da "Bırak şimdi kediyi önce kendi bacağını düşün" demiştin. Bilememiştin, acımı kendime saklayarak olası bir yasakla karşı karşıya kalmamaktı düşündüğüm. Bedenimin acısına yenik düşseydim, belki de bahçedeki çok sevdiğim o dama çıkamazdım bir daha..."


Kime mi yazdım? Tamamı kitapta


"İMZA.KIZIN" ile çıkmıştık yola, tam 114 kadındık, çoğaldık 154 kadın olduk.
Ben, arada yokuşu ağır çıktığım için  "İMZA:KARIN"  kitabına iki satır yazmaya yetişemedim, isterdim, olmadı işte.
Oysa 42 yıllık eşime bir mektup yazıp onu ondan daha iyi tanıdığımı anlatmak isterdim.

"İMZA:BEN" 154 kadının (kitabı okumadan kime yazdıklarını bilmediğimiz) mektuplardan derlenen bir kitap.

Kitabı aldığımızda hem değişik duyguların bulunduğu yürekleri okuma fırsatını bulacağız hem de görme özürlü kardeşlerimize bir katkıda bulunacağız.
Yine bir sosyal sorumluluğa hizmet edecek kitap bu kez Türgök (Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı) yararına satılacaktır.

Diyeceğim artık kadınlar konuşuyor. Duygularını,acılarını,sevinçlerini,sevgilerini ve içinde kalmış söylemek isteyip de söyleyemediklerini satırlara dökerek kitaba dönüştürüyor.

Biz, kadınları bu yönde yüreklendiren üç sevgi dolu, başarılı ve mücadeleci  kadına borçluyuz.

Sevgili Selgin,Esra.Banu,
içinde duygularımın bulunduğu satırları kitap olarak kütüphanemde gördüğüm için size bir kez daha teşekkür ederim.



Hayatınızda son söz söylemek isteseniz kime, ne derdiniz? 

Farklı sosyokültürel yapılardan kadınlar, hayatlarındaki ilk erkek olan babalarına yazdılar önce mektuplarını. Tüm söylemek istediklerini bu mektuplarda dile getirdiler. Sonrasında kız çocukları büyüdü ve karşılarına çıkan diğer erkeklere, eşlerine, sevgililerine, beyaz atlı prenslerine döktüler içlerini. Son olarak da "İmza: Ben" ile hayatta son söz olarak kime neyi söylemek istediklerini dile getirdiler. Kimi kendine, kimi geçmişine, kimi hastalığına, kimi hiç doğmayacak çocuğuna… Kolektif mektuplardan oluşan üçlemenin son kitabı "İmza: Ben" ile hiç tanımadığınız ya da çok yakından tanıdığınız kişilerin dünyalarına farklı bir gözle bakacak, belki de her bir mektupta kendinizi bulacaksınız.

(Tanıtım Bülteninden)




Pazartesi, Şubat 10, 2014

TAHTA YUMURTA



Camın önündeki sedire oturup yanına da dikiş sepetini aldı mı hemen dibine yerleşirdim. Çok küçüktüm dört beş yaşları sanırım. En büyük eğlencemdi iğne iplik ikilisi ve birde tahta yumurta. Cilalı tahta yumurtayı ancak benim yaşımdakiler bilir. Cumhuriyet döneminde, Cumhuriyet'i sağlam temellere oturtmak için verilen mücadeleye katkıları olan tüm evlerde bulunurdu cilalı tahta yumurta.
Halacığım yanına koyduğu dikiş sepetinin içinden altı yıpranmış çorapları, daha çok yıpranmış olan çoraplardan ufak ufak keser, kullanılabilir çorapları tahta yumurtaya geçirir yama yapardı. Öyle pazarda, markette satılan çorap yığınları yoktu o zamanlar ama çoraplar da çok kaliteliydi. Aynı kaliteli ayakkabıların "ayakkabıcı" dediğimiz tamirciye pençe olmaya gittiği gibi.
Bu konuda zengin ve fakir diye bir ayrıcalık yoktu, herkes bundan nasibini almıştır. Hatta Vehbi Koç yamalı çorap ve pençeli ayakkabı kullandığı bilinir. Neden? Tüketim az kalkınma çok olsun diye. Bizler değil belki ama bir nesil büyüklerimiz kemer sıkma politikası denilen tüketimin az olduğu dönemlerde Ülkemizdeki kalkınmaya yardımcı olmak amacındaydı.

Yakın aileler bir evlerde otururdu. Babam evlendiği zaman halamın yanına gelin gelmiş annem. Halamın üç küçük çocuğu varken hemde. Eniştem bundan hiç rahatsızlık duymamış, sonra ağabeyim, ben ve benden bir yaş küçük kuzenim. Kalabalık olduğu, odaların az geldiği zaman ayırmışlar evlerini. "Bir ocak, bir ışık" derdi halacığım. Ve sonrasında sırasıyla oğulları evlendiğinde yanına almış, ikincisi evlenince birincisini ayırmıştı.

Biz fakir ama mutlu bir ülkeydik. Kimse gelirinden fazlasını kullanmaz, borç yapılmazdı. Tüketim ihtiyaç sınırlarını hiç aşmazdı.
İşte bugünkü zenginliğin (!) kaynağı o günkü fakirlikti...



YOKSULLUK  2008 yılında yazdığım bir MİM'den

1- Sefillik, Fakirlik, Sefalet.
2- Verimsizlik, Yetersizlik. (Mecaz anlamda)
Türk Dil Kurumu böyle anlatıyor yoksulluğu.

Bana göre;
Asgari ihtiyaçlarını gelirinle karşılayamayan her insan yoksuldur...

Ülkemiz çok yoksulluk gördü, çok yokluklar yaşadı. İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrası yaşanan yoksulluk, şekerin bulunmadığını, çayların üzümle içildiği dönemler anlatılır hep. "Yokluğun, yoksulluğun içinde elimizdekilerinin idaresini bilirdik" derlerdi büyüklerimiz. Belki bu nedenle üzüm ve çayı bulmuş bir ülkeydik.
Evet çok yoksulluk çektik, yokluklar yaşadık.
Sırası geldi kuyruklarda yağ bekledik, tüp bekledik.
Sırası geldi "kalkınmamız için kemerleri sıkın" dediler. Tüketimimizi asgariye indirdik, gereksiz masraflardan kaçındık, senin var benim yok demedik. Paramızı idare etmek zorundaydık.
Yoksul bir ülkeydik, ama! hep birlikte.

Yokluklarımız vardı ama mutluyduk. İnsanlar birbirlerine gülerek bakarlardı. Tebessümün, saygının, insanlığın yoksulluğu olmayan bir ülkeydik biz.

Parmaklarımızla sayacağımız zenginlerimiz vardı bu ülkede. En büyük zenginimiz Vehbi Koç, Arçelik Firması sahibi. Kışlık evindeki buzdolabını değiştirmesi gerektiğinde, eskisini yazlığına taşıyan zenginimiz. (Kızı Suna Kıraç kitabında, varlık içinde varlıkların nasıl kullanıldığını çok güzel anlatmış.)

Yoksullarımız, bugünkü gibi çöplükten yiyecek toplamaz, kömür için belediye kapılarını aşındırmaz, bilmem ne adı altında kurulan derneklerden yardım beklemezdi.
Çünkü yoksul ülkemizde kesilen kurbanlar, zekatlar, fitreler gerçek yerini bulurdu. "Komşu koşunun külüne muhtaç" deyimiyle komşu kapısı bilinirdi.

Kalkınmak için yoksullukla savaşan ülkemiz aynı zaman da çok da zengindi.
Orman, tarla, toprak zenginiydi.
Su, hava, deniz zenginiydi.
Eğitim, kültür zenginiydi.
Bölünmemişti halkımız, sünni, alevi, kürt diye.

Halkımız yokluklarla, yoksullukla savaşarak kalkınmak için çok mücadele etti. Fabrikalarımız oldu, döner sermayelerimiz, tren yollarımız kara yollarımız, tekellerimiz...
Vardı!

Şimdi artık kalkındık. "Her şeyimiz var hamdolsun"

"Artık ülkemiz yoksul değil."
Parası yoksa bile cebinde, gelirinin üç katı, bilmem kaç tane kredi kartı var. Ödeme zorluğu da çekmiyor. Minumum ödenmesi yeterli. Olmadı bir yerde takıldı, olsun! Bir başka bankaya gider, kapısında sorgusuz kredi kartı dağıtılıyor. Yeni bir kredi kartı alır, yeni kredi kartından çek nakiti öde borçlu olduğun bankaya.
Apartman aidatını ödemede zorlanan halkımızın kapısında arabası var. Marketine bile arabasıyla gider, arabanın neyle çalıştığı önemli değildir.
Yabancı sermayeli alışveriş merkezleri, haftanın yedi günü, günün her saatinde tıklım tıklım. Taksitle alışveriş imkanının sınırı yok. Restaurantlarda yer bulunmuyor, yoksul ülke değiliz ki! niye evde yemek kaynatalım.
Moda sıklıkla değiştiği için giysilerimiz de eskimiyor. İhracat fazlası mallar ucuz, dolaplarımız ağzına kadar dolu. İhtiyaç mı? önemli değil bizim için.

Yeni türeyen zenginlerimiz artık sayılmayacak kadar çok.
Yoksullukla savaşarak kalkınmaya çalışan ülkemiz artık zengin. Güçlükle yaptırılan fabrikalarımız, döner sermayelerimiz, yollarımız yeşermeye başladı ve bize dolar olarak geri döndü...
Dış kaynaklara satıp satıp ülkemizi dolara boğuyoruz.
Dolarlarımızı da düğünlerde havalara savuruyoruz.
Topraklarımızı satıp, gökdelenlerle ülkemi güzelliklere kavuşturuyoruz.

Artık ülkemiz yoksul değil, halkımız ülkenin zenginliğinden gözleri kamaşmış, gayri imkanları ile yaşadığını, asgari geçimini geliriyle karşılıyamadığını, yoksulluğunu unutmuş durumda.

Ülkemiz içinde yoksulluk mu var? yoksullarımız mı var? yoksa zengin miyiz?
Ben çözemedim...

Ama başka bir gerçek var ki!
Ülkemiz gerçekte şimdi, çalışmakla kazanılmayacak, parayla alınmayacak yoksulluğun içinde.

Ormanlarımızdan, denizlerimizden, suyumuzdan, yeşilimizden, toprağımızdan, tarlalarımızdan yoksuluz...
Sevgiden, saygıdan, adabı muaşeretten, görgüden, konuşmadan yoksuluz...
Arkadaşlıktan, dostluktan, kardeşlikten, komşuluktan yoksuluz...
Eğitimden, öğretmenden, öğretmen yetiştiren okullardan, Ata'mızın bizlere bıraktığı Cumhuriyetin harcı öğretim birliğinden, kültürden, sanattan, müzikten yoksuluz...

Bizler temel değerleri yok olan bir ülkenin içindeyiz.
Ama!
Farkında değiliz...




Pazar, Ocak 26, 2014

BİR LOKMA EKMEK


Bozacı geçiyor, her akşam olduğu gibi yine aynı saatte. Sabah eskicide geçmişti, hemen hemen her gün aynı saatlerde geçer. Akşamın bir vakti apartman görevlimiz bayan çöp topluyor ve zorla çeke çeke taşıyarak bidonlara atıyor. Eşi yok, üç kız çocuğunu annelerine bırakıp ebediyete gitti.
Bir lokma ekmek için bütün bunlar, bir lokma ekmek ve yaşayabilmek için.
Nefes alıyorsan vazgeçemezsin yaşamdan, yaşamı devam ettirebilmek için de bir lokma ekmektir bedenin istediği.

Bozacının elinde bir süt güğümü, kaç bardak alır bir güğüm, beş mi? On mu? Ne fark eder hepsini satabilecek mi bakalım. Ya eskici, el arabasında bir kaç hurdası, ekmeğinin bütün serveti. Apartmanımızın görevlisi ise asgari ücretle, bir dam altına sığınmış, Üç çocuk bakacak, okutacak. Bozacının da vardır çocukları, belki yaşlı görünen eskicinin de. Ve daha nerelerde kimler bir lokma ekmek peşinde, kursaklarına zincir takmış esaretin içinde.  

Eğer varlıkla yokluğu çarpsak sonuç bir lokma ekmek çıkar.
Ya da şöyle söyleyeyim, o bir lokma ekmek neye yarar? Kursak doldurmak mı? Açlığı doyurmak mı? Birinden birini çıkarırsan geriye ne kalır? Koskoca bir hiç!

Beden açlığı olduğunda fark eder mi şişman yada zayıf olmak, giysilerinin eski veya yeni olması. Dört duvar-dört tekerlek düşü bile görmez kursak, o  boşalınca dolmayı ister arsızca.

Gözün hiç bir şeyi görmez o bir lokma ekmek ile bedene sahip çıkamadığın müddetçe. Gerisi faraziye işte.

Camdan geri çekilip geri baktığımda kendimi, kendimizi gördüm, peki biz ne yapıyoruz? Dedim, zaman doldurmak mı? Yaşamla savaşmak mı? Eee nefes aldığımız sürece bedene borcumuz var, boyun eğeceğiz tabii!

Her neyse, alt tarafı bir bozacı işte (!) damdan düşer gibi düştü içime, kimyamı bozdu bu gece.




Cuma, Ocak 17, 2014

MİNİĞİME



Sözcükler yetersiz kaldı seni anlatmaya
Sevgimi sınamaya gelmiş gibisin dünyaya
Anlatamam ki!
Yaşamımı yeniledin
Özlemlerimi mayaladın
Sana Fındığım dedim yetmedi, yetmez
Pamuk prensesim benim,miniğim,meleğim
Üzüm gözlüm
Son yürek çarpıntım benim...






Gerçekten seni anlatmaya sözcükler yetersin Fındığım. Gülüşün ısıtıyor, kucağımda uyurken bedenime huzur yayılıyor, kokun ilacım sanki.
Biraz da hınzırsın hani, "benden ayrılamayacaksın" der gibi bakıyorsun gözlerime. Sende seviyorsun ananeni, bunu hissedebiliyorum.

Gezmeyi çok seviyorsun, kalabalıktan memnunsun. Daha kırkın çıkmadan bile gitmek için hazırlandığında, o küçücük kutuda mum gibi, sıcakmış, üstün giyinikmiş hiç ses etmiyor,gülen gözlerinle bekliyorsun. Gezmeyi sevdiğin için mi? yoksa gerçek bir melek olduğun için mi? Ayıramıyorum ama bence her ikisi de. Çünkü huzur dolusun.

Çok seviyorsun yatak üstlerini, yattın mı anlatılmayacak güzellikte uyuyor, kalkınca gülücüklerinle bulunduğun eve huzur yayıyorsun.

Sanırım dünyaya gelme amacın etrafına sakinleştirici etkisi yaymak.
Tüm hayatın sen gibi olsun üzüm gözlüm, hep iyiler çıksın karşına, yolun dikensiz, umutların adın gibi bereketli olsun.
Seni çok seviyorum miniğim, sevgi her zorluğu yener, sevgin küçücük yüreğinde kocaman olsun...



Yeni, yine, yeniden ananeyim, on gün sonra beş ayını dolduracak  miniğimin:)



Salı, Aralık 31, 2013

İKİ SATIR














Günler ve hatta aylar sonra iki satır yazı yazmak için blogumu girdiğimde ne yazacağımı bilemedim.
Sadece iki satır ile dostlarımın yeni yılını kutlarım ya da ne bileyim belki bir geri dönüş yazısı yazma olanağı bulabilirdim. Soğumamıştı yüreğim ama o sıcaklığı da hissedemedim. Elim ayağıma dolaştı diyebilirim. Yeni bir blog açıp yazmak daha kolay olabilirdi de yedi küsür yıldır benimle bütünleştiğine inandığım bloguma yazmak zor geldi birden.

Aslında sayfama (yani kendime) özür mahiyetinde bir yazı yazmamın da hiçbir anlamı yoktu, çünkü hiçbir mazeretim yoktu, sadece tembellik çökmüş üzerime diyelim.

Oysa hayat bıraktığım yerden devam ediyor, ama öyle ama böyle.

Gerçek olan tüm blog dostlarımı, yolu blogumdan geçenleri ve tüm canlıları seviyorum. Sanırım ben sevmeye mecbur doğmuşum, sevmemen gerekenlerde  bile bir mazeret bulabiliyorum :)

Ve öncelikle sağlık, sevgi, barış ve adaletli yeni bir yıl diliyorum...

İYİ SENELER

Çarşamba, Haziran 19, 2013

DÜNYA DÖRT DUVAR DÖRT TEKERLEK DEĞİLDİR :(


"Geldim gidiyorum, daha ne olabilir ki bana"
"Sağlığımız yerinde, sevdiklerim güvencede çok şükür"
"Geçmişte de neler gördük, geçer bu günlerde"

Demek değildir aslolan. Aslolan bırakılan mirastır. Emanettir doğduğun dünya, günü geldiğinde yeni sahiplerine devretmektir.Devraldığın sevgiyi-saygıyı-barışı yok etmeden, çoğaltarak bırakmaktır.
Geleceğe bırakılacak mirasın içine tarih koymaktır aslolan. Tarihini bilen edebiyatını da bilir, matematiğini de çözer, eğer sağlam bir tarihi varsa.

Acımasızca kullanıp yok etmek "ben" dir. "Ben" ise savaşların en korkuncudur.


Son günlerde kitaplara sığmayacak kadar çok yazı okudum. Çığlık vardı her satırında, bağırıyordu gelecek.
Acı vardı yazdıklarının içinde.
Kimine buruk-düşündürücü gülerken kimine isyanla ağladı içim.
İstedikleri çok şey değil, yeşilin-mavinin yerini grinin almaması ve bağımsız-kelepçesiz özgürce yaşamak.



Alıntıdır
Bir şehir sadece AVM’lerden oluşabilir mi?
Ya da sadece arabalardan ve çirkin gökdelenlerden…
Oluşabilir!
İktidara ve iktidar partisine mensup belediye başkanlarının çoğuna göre AVM’si ve gökdeleni olmayan şehir şehir değildir!
Onlara göre yeşil ve mavi de renk değildir!

Bir şehir griye dönüşüp, insanları da tamamen ‘tüketici’ haline gelirse, o şehrin sınıf atladığına inanırlar…
Trafikten, egzoz gazından boğulan, sürekli nefes darlığı içinde, yanı başındaki muhteşem doğayı bile göremeyecek hale gelen herkes ise ‘iyi şehirlidir’

Bu şehirlerde ‘kalan doğa kırıntılarının’ önü de gri binalarla kapatılır ki, insanlar kazara mutlu ve sağlıklı olmasın!
İstanbul gibi bir şehirde bile…
Hele hele Taksim’de…

Düşünsenize İstanbul’un simgelerinden biri olan Taksim’in tam ortasında dev bir AVM?

Hem de Gezi Parkı’nın katliamının üzerine…

Son derece masum ve basit bir şekilde neden diye sormak istiyor insan…
Neden insanlar için değil de, ucube binalar için bir şehir yaratmak istiyorsunuz?
Neden sağlık değil de hastalık için çaba sarf ediyorsunuz?
Neden tüketim, sizin için inandığınız onca şeyden daha değerli?

Neden canlıları öldürüyorsunuz?
Neden insanlarınızı sevmiyorsunuz?
Neden yeşil ve mavi den yana tercih koyanları anında ‘terörist’ ilan ediyorsunuz?

Neden yanlışınızdan bir kere bile dönme yüceliğini göstermiyorsunuz?

Galiba cahillik, hırsla birleşince, ‘icraat’ giderek grileşiyor!
Ve sözün hiçbir anlamı kalmıyor…
Hele insana dair sözlerin…
Bir de inançlara…
İkisi de bir süre sonra reklam panosundan ezber okumaya benziyor…
Gri giderek daha çok yeşili öldürürken, vesile olanlar, şaşırtıcı bir biçimde daha çok bağırıyor…
Sanırsınız, doğayı savunuyorlar. Sanırsınız, sağlığı, huzuru, dengeyi, savunuyorlar…
O kadar bağırıyorlar!

Bu yazının çığlığı ağlamadan okunabilir mi sizce?


Not:
Başlığı açmadım ama sanırım anlaşılıyordur:(

Çarşamba, Haziran 12, 2013

31 MAYIS 2013







68 kuşağından
90 kuşağına

sevgilerim
ve
saygılarımla....

Çarşamba, Mayıs 22, 2013

MERAKLI ÇOCUK MUTLU ÇOCUK DEMEKTİR

 Şimdiki çocuklar harika! yeter ki işlemesini bilelim. İşlendikçe pırıl  pırıl parlıyorlar. Hepsi göklerdeki yıldız gibiler, elimizde ise elimizden geldiği kadar onlara umutlarını gerçekleştirecek bir yaşam verelim, temellerini sağlamlaştırıp hayata bakışlarını keşfedip sağlıklı bireyler yetiştirelim....

Neyse! ben çocuk denince sayfalarca hiç bıkmadan yazabilirim de!
Burada bitirip sözü
MERAK EDEN ÇOCUK eğitmenlerine bırakayım...


Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından kurulan BÜMED Merak Eden Çocuk Anaokulu ve İlkokulu, Arnavutköy'den sonra şimdi de Çekmeköy'de ikinci şubesini açıyor. Eğitim dünyasına farklı bir bakış açısı getirmek üzere yola çıkan Merak Eden Çocuk Okulu, 150 yıllık geçmişi olan Boğaziçi Üniversitesi'nden aldığı kültürel ve bilimsel mirası, uzman eğitimcilerinin dinamizmiyle birleştiriyor. Okul merak eden, hayata olumlu bakan, öğrenme sürecinden keyif alan, kendine güvenen, mutlu bireyler yetiştirmeyi hedefliyor. Çekmeköy'deki ilkokulun anasınıfları ve 1. sınıfları için kayıtlar halen devam ediyor.

http://www.merakedencocuk.com/index.html

Okul seçiminin daha da önem kazandığı şu günlerde sizlerle paylaşmak istedim. Hepinize iyi şanslar ve çocuklarımıza da zihin açıklığı diliyorum!









Pazar, Mayıs 19, 2013

BİR DAHA GEL SAMSUN'DAN




ATAM
NE SENDEN VAZGEÇERİM
NE DE
ESERLERİNDEN

BİZE BIRAKTIĞIN MADDİ DEĞERLER YOK EDİLSE BİLE
PAHA BİÇİLMEZ  MANEVİ DEĞERLERİ
SON NEFESİME KADAR KORUYACAĞIMA
ANT İÇERİM

Perşembe, Mayıs 16, 2013

"UZUN İNCE BİR YOLDAYIM




Yürüyorum gündüz gece"
Ey! koca Aşık Veysel Karani, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Mevlana, Karacaoğlan, Nazım Hikmet, Can Yücel......

Duygularını yürekten, yaşadıklarını içten, gerçekçi, özgün bir şekilde aktaran, düşünceye dönüştüren, yaşama bakışları yönlendiren, sıkışmış yürekleri deryaya döndüren sıralayamadığım daha onlarca şairlerimiz.
Nerelerdesiniz?

Giderken mi götürdünüz? cana can katan, yüreğe pencere açan, gerçeğe bakmamızı sağlayan onca duyguları...
Yoksa biz mi bilemedik giderken bıraktıklarınızın kıymetini?
Ne zaman tükettik duygularımızı, ne zaman engelledik kelimelerin yüreğe geçişini, ne zaman arabeske dönüştü özlemlerimiz...?

Uzun ince bir yolda yürürken gündüz gece, sabırsızlık mı sardı bedenleri "yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz hooop orda" olduk dizeleri.

"Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsunuz?
Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz?"

Derken Mevlana,
bölüşmeyi,dövüşmeyi kuvvet mi sandık?

Yunus Emre
"Mecnun oluben yürürüm
Dostu düşümde görürüm
Uyanır melul olurum
Gel gör beni aşk neyledi"

Dostu düşümüzde bile görememek, aşkı "aşkım"a dönüştürmek mi geldiğimiz son?


"Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm" demiş Karacaoğlan.

Gerçeği görmek yerine yalanlarla mutlu olmayı mı seçti gözlerimiz?

"Pir sultan'ım ne yatarsın
Kurmuş çarkını dönersin
Ne konarsın. ne göçersin
Kalan dünya değil misin"

Daha nice dizeler...


Niye artık yetişmiyor içten şairler? neden artık duygular ucuzladı? nasıl bu hale geldik?


Bugün tesadüfen dinlediğim Aşık Veysel Karani'nin bu türküsü beni nedenlere, niçinlere yöneltti işte,
ruhum çok eskilerde kaldı, yenileri doyurmuyor nedense...



Salı, Mayıs 07, 2013

ANNELER





Anne olmak mı? annesinin olması mı?
Tanrım!
Bugün nedense bu duygu beni ne kadar çok yordu.

Anneler gününün yaklaşmasından mıdır? "anne" kelimesinin bu denli reklamlarla tüketime yöneltip sömürülmesine çok rahatsız olduğumdan mıdır? bilmiyorum.

Gün boyu düşüncelerin beni bir oraya bir buraya sürükledi durdu.
Dünyanın en değerli varlığına anne olmak yada
sevgilerin en yücesi annenin varlığı.

Sonuçta ikisi de bağrında "anne" sözcüğünü barındırıyor, birbirinden ayrılması imkansız yani kısır döngü gibi ama ikisi de birbirinden o kadar ayrı duygular ki!

Ben annemle fazla zaman birlikte olmadım, yine de biliyorum ki annenin varlığı tek kelimeyle huzurdur. Anne; fırtınalarda sığınacağın tek limandır, düştüğünde gözyaşlarını kurutacağın tek göğüstür, zor zamanlarda elini uzattığında koşulsuz uzanan tek eldir. Anne güvendir, yaşama onunla sarılırsın. Umutlarının kalesidir, yarının bekçisidir. Varlığında yokluğunu hiç düşünemezsin, onunla var olmuşsun ve hep var olacak gibi düşünürsün.
Yokluğuna yuvarlandığında ise şaşkın ve tek başınasındır, çevren ne kadar kalabalık olursa olsun yalnızsındır, ayakların sağlam basmak zorundadır çünkü sığınacak ne bir limanın ne de tutunacak bir dalın vardır artık.

Anne olmak; dünyanın en değerli varlığı, canınla beslediğin, emekle büyüttüğün bir canlının sana ait olmasının duygusu ise duyguların en haz verenidir. Sevgi sözcüğünün tek tanımıdır. Sınırsız sevginin tek anlamıdır. Bu doyumsuz sevgi ne yazık ki bağrında korkuyu da barındırır.
Sınırsız sevgine korkuyla bakarsın.
Yer değiştirmiştir anne sözcüğü; bu sefer limana dönüşür yüreğin, korkuyla bakarsın gözlerine ne aradığını bilmeden. Sözlerinde anlam ararsın, düşüncelerine girmeye çalışırsın, gözyaşlarına esir olur kendi gözyaşlarını saklarsın. Neredeyse dökülen saç tellerine ağıt yakarsın. Koskoca bir sevda ve koskoca bir korku.

 Düşüncelerim o kadar derin ki! anlatmak istediklerimin çoğunu da gözyaşlarım engelledi.

Çalışma hayatımın son yıllarında servisimize stajyer genç bir kızımız gelmişti. Annesine korkunç düşkün. Günde üç sefer annesini arardı ve telefonu her kapadığında "annem annem canım annem Allah bana senin yokluğunu göstermesin" yada "ben annemsiz yapamam Allah onun canını alacaksa benimkini alsın" derdi. Bir iki derken ben dayanamadım ve ona aslında annesini hiç sevmediğini, böyle sevginin olamayacağını söyledim. Şaşırarak baktı yüzüme, ben bunun sevgi olmadığını, annesini seven birinin aslında ona bir ceza vermek istermiş gibi bu kadar duanın da günah olduğunu anlattım. Ne demek istediğimi anlamıştı bana sarılarak ağladı.



Her kadın bir annedir, anne duygusunda yoğrularak gelmiştir dünyaya.
Belki anneler gününe daha var ama ben içimden taşan duyguların sonunda bu vesileyle öncelikle canım yavrularımın ve tüm kadınlarımızın anneler gününü kutlarım...


Cuma, Mayıs 03, 2013

EYVAH!


Sanırım yaşlanıyorum.
Kendimce uydurduğum ve hatta sonrasında kendi uydurduğuma inandığım gibi "Yaş almak değil yaşlanmak, kaç yaşında olursan ol,içindeki coşkuyu enerjiye dönüştüremediğinde yaşlanıyorsun demektir." der ve içimde ne kadar coşku kırıntısı kaldıysa enerjiye dönüştürmeye gayret eder(dim) yaşlanmadığıma inanmak isterdim.
Artık olmuyor mu ne?


"Yıllara mı çarptı hızımız"
İsmet Kür'ün 91 yaşında yazdığı bu son kitabını okurken yaşın yada ne kadar olursa olsun yaş almanın ne okumaya ne de yazmaya asla engel olmadığını düşündüm hep.
Akıcı bir dille, çok geçmişinde kalan anılarının en ince ayrıntısına kadar hatırlaması ve yazarken sanki yaşıyor gibi aktarmış olması, insan yaşamının, yaşam süresine göre tam ortadan ikiye ayrılmasının doğruluğu gibiydi.
Yaşamının bir yerine kadar arkana bakmadan devamlı ilerisi için mücadele süresini, bir yerden sonra geriye dönüşle tamamlanması sanki.
Benim de geçmişim önümdeydi artık.
Ve
Birer birer bırakmak zorunda kaldığım, enerjiye dönüştüremediğim içindeki coşkuları okuma-yazma ile yenebileceğime inandırmştım  kendimi.
Artık olmuyor mu ne?

Kitaplarım başucumda da okumaya aldığımda bıraktığım yerden birkaç sayfa geriye gitmem gerekiyor, yazmak dersen  elim bile gitmiyor. Hatta bugün Can'a resim çizerken kalen elimde öyle eğri durdu ki kendime hem şaşırdım hem acıdım.



Dört yaşındayım, halamın oğlunun düğünü var, anneciğim kuzenimle bana gelinlik kadar güzel elbise dikmişti. Kuzenimle düğüne sevinçle hazırlanıyor, belkide kendimizi gelin yerine koyuyor, belkide anlayabileceğimiz ilk eğlencemiz olmasını yaşıyorduk. Ama düğünde çektiğim acıyı unutmama imkan yok, tam ne olduğunu hatırlayamıyorum da kolumda koskoca sargılarla ve yüzüm asık bir şekilde çekilen fotoğraflar bir şeylerin ters gittiğini anlatıyor.
Hayatımda ters giden şeylerin başlangıcı o gün müydü acaba?


Kışa benzemeyen bir kış arkasından ilkbahara benzemeyen bir ilkbahar geçirdik. Ben mi mevsimleri karıştırdım yoksa mevsimler gerçekten karıştı mı? Yaz da vaktinden evvel geldi zaten.

Nisan ayı bahardır Antalya'ya çok yakışır dedim ve geçmişimden kalan yegane büyüğüm yengemin Nisan sonunda dünya evine girecek torununun düğününe gittim. Düğün bahane muhabbet şahaneydi, düğün telaşı içinde bile yengem ve elime doğan kızıyla hatıralara gezinti, geçmişe doyum yaşadım.
Tabi bu arada Antalya bana hiç iyi davranmadı, sanki kış soğuğunu bana saklamış, yağmurunu gözyaşıma bekletmişti.

Düğün günü geldiğinde ve hatta düğün saatinde kayınvalidemin kaybını haber aldım. Hiçbir hastalığı bulunmayan kayınvalidem yaşadığı 90 yılı bir çırpıda bitirmişti ve ben bu zor gününde eşimin yanında olamamanın acısını yaşadım.
Yola çıkmamın  bir anlamı yoktu. Ben Antalya'dan İstanbul'a gelene kadar  kardeşler görenekleri üzerine annelerini memleketleri Ordu'ya götürmüşlerdi bile.

4l yıldır sana anne diyorum, kendi annemden çok sana ana dedim, güle güle anacık, huzurla uyu.















Çok karışık bir yazı oldu biliyorum, aslında yazmak istediğim bunlar değildi ama bu gece sanki içimden geçenler parmaklarımdan döküldü. Belki de kendi kendime mazeretimdir bu...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...