Zekiye ne demektir?
Çocukluğumda merak edip anneme sorduğum zaman aldığım cevap;
"Kız ismidir, erkeğe Zeki kıza Zekiye denir."
Ama ben cevabımı alamamıştım, bu cevap beni hiç tatmin etmemiş olmalı ki! babama, halama, yengeme de aynı soruyu yöneltmiştim, cevap hep aynı.
"Bir hoş" ile hiç bir bağı yoktu aldığım cevapların. Sonrasın da sanırım vazgeçmiştim sormaktan, şimdi hatırlayamıyorum...
Lay lom'la bir orada bir burada geçen bu gün, akşam yemek hazırlığı için mutfağa girdiğimde, çamaşır makinasının içine sabah bıraktığım çamaşırlar "koktuk, boğulduk" dercesine melül melül yüzüme bakıyorlar. (Banyo ile anlaşma sağlayamayan çamaşır makinem mutfakta ikamet etmektedir de.)
Önce görmemezlikten geldim, yemeğimizi hazırladım, yedik, bulaşıkları topladım ve hatta çayımızı bile içtik. Ama yok, gir çık mutfağa gözüm orada!!!
Anladım ki gözüme, gözüme bakan bu çamaşırlardan bu gece bana rahat yok.
Deterjanlarını koydum, düğmesine bastım. "Hadi kızım, gerisi senin işin" Dedim ve karşısına oturdum, daha doğrusu tabureye yığıldım. "Şimdi kaç saat yıkar durursun, sonra çıkar, silkele, as, bir sürü iş."
Çamaşır makinası "Seninki mi? benimki mi?" dercesine başladı homurdanmaya.
Eeee haklı!!!
Bizler; çamaşırımızı içine bırakırız, kapağını kapatırız, deterjanlarını çekmecesine koyarız, ne tür yıkamasını istersek bir düğmesine basarız, kırışıklık istemiyorsak zahmet edip bir düğmesine daha basarız.
Bütün bu yaptıklarımız, yazması kadar bile zaman almayan işler.
Bu arada karşısında bir süre oturarak izledim. Şimdi suyunu alacak, yıkayacak, boşaltacak, suyunu ısıtacak, tekrar yıkıyacak, arada yorulan çamaşırları dinlendirecek, durulayacak, yumuşatacak, tekrar durulayacak, sıkacak ve neredeyse kuru denecek kadar bir şekilde bize teslim edecek. Bu arada asla bizden de yardım beklemez. Kendi kendine tıngır mıngır. Eh, birde yamacında kurutma makinası varsa...
*
"Zekiye ne demektir" sorusuna cevap aradığım yıl. Beş yada altı yaşlarındayım sanırım, henüz okula gitmediğimden bu tahminim.
Beylerbeyi ve çok güzel bahçe içinde iki katlı, üç katlı ahşap evleri. Yan yana, sıra sıra.
Üst kata çıkarken gıcırdayan ahşap merdivenleri, yukarı çekilerek açılan yanındaki demir mandala tutturulan pencereleri, pencere önlerinde rengarenk saksı çiçekleri, sapsarı tahta zemini, kilitsiz kapıları ile bence dünyanın en güzel evleriydi.
Bizim evimiz ile yanımızdaki ev bitişikti. İki evin de önden iki ayrı kapısı vardı ama arkada bulunan bahçesi ve kapısı tekti.
Zekiye ablamlar bu bitişik evde otururdu. "Bir hoş" derlerdi Zekiye ablam için. Bende alamadığım cevabımı, izleyerek bulacağımın umuduyla peşine düşmüştüm Zekiye ablamın. Bahçe kapısından kaçıp kaçıp yanına giderdim. Ne zaman beni arasalar Zekiye ablamın yanında bulurlardı...
İşte! bu gece bu çamaşır işinden taaaa geçmişe, Zekiye ablama ve onun zorluklarla dolu çamaşır yıkamasına gittim. Ve "nankörlük bu" dedim...
Evlerimizde su tesisatı yoktu. Mahallenin Abdullah amcası vardı, kocaman sırık sırtında, sırığın iki ucunda iplere tutturulan tertemiz iki peynir tenekesi ile küplerimize doldurduğumuz suyumuzu taşıyan. Çamaşır ve banyo günlerinde Abdullah amcamız su taşımaktan bıkardı.
Bize çeşme çok yakındı. Küçük güğüm ile en büyük zevkimdi o çeşmeden su getirmek. Banyo, çamaşır, yemek, içmek ve hatta bahçe sulamak için hep aynı su. Bugün parayla bile bulunmayan halis tomruk suyu...
" O bir hoş, bir günde yıkar çamaşırlarını" veya "o bir hoş hiç durmadan silip süpürüyor." "O bir hoş, evde kaldı onun için." Dedikleri Zekiye abla bir günde yıkardı çamaşırlarını. Çeşmeden suyunu da kendisi getirerek. Sağanlık dedikleri yerin tam orta yerine koyardı koca leğenini. Sağında iki kazan dururdu biri soğuk su ile dolu, öbürü "gazocağı" denen ocağın üzerinde kaynamaya konulmuş. İkisinin de içinde ayrı ayrı maşrapalar. Sol yanında boş bir kazan, çamaşırın atık suyu için ve onun içinde de ayrı bir maşrapa.
Çamaşırlarını, sıra sıra dizerdi leğenin etrafına. Üst üste değil yanyana koyardı. Beyaz bir sıra, sonrası renklerine göre ayrılmış, açıktan koyuya doğru, aynı çizgi halinde, tek sıra. Çok güzel gelirdi bana, ağabeyimin kalemlerini gizlice alıp duvara çizdiğim güneş resmine benzetirdim bu çamaşır tablosunu. Önce leğenine kazanlardan aldığı suyu ısı oranına göre ayarlıyarak doldururdu. Elini suya soktuğunda aniden çekerse su sıcak demekti.
Beyaz çamaşırlardan başlardı tek tek, Aldığı her beyaz çamaşırı köpürene kadar sabunlar leğenin bir kenarına koyardı, (sanırım şimdiki makinaların dinlerdiği gibi dinlensinler diye) Sonrası bildiğimiz gibi çitileyip, yıkardı. (Zekiye abla katlederdi) Tek tek, sıra sıra. Her işi biten çamaşırı aynı yerine koyardı. Birinci su bitince atık su için maşrapayla leğenden alır, atık kazanına koyardı. (Taşıyabileceği miktar kadar olsa gerek.) Sonra da taaa tuvalete kadar götürür dökerdi. İki su, üç su, durulama, çivitleme. Ne sırasını şaşırırdı, ne de maşrapaları. Oturarak yıkadığı çamaşırları sıkmak için ayağa kalkardı. (Nedendir?bilmiyorum.)
Zekiye ablam bir günde yıkardı çamaşırlarını bende bir gün bıkmadan onu seyrederdim, bu ne kadar sürdü bilmiyorum.
"Bir hoş"derlerdi ona "evde kaldı."
İstanbul kökenli, İstanbul doğumlu Zekiye ablam kırkküsür yaşlarında Sinop'a gelin gitti. Eşi vefat eden iki çocuklu bir adama.
Üstünde bir döpiyes, başında bir tüllü şapka ve elinde bir bavulla...