Perşembe, Kasım 24, 2011

GÜZEL BİR DÜNYA İÇİN ELELE

Sizler yani yeni Türkiye’nin genç evlatları!
Yorulsanız dahi beni takip edeceksi...niz…
Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler,asla ve asla yorulmazlar.
Türk Gençliği gayeye,bizim yüksek ideallerimize durmadan,yorulmadan yürüyecektir.
BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Fotoğrafdaki benim ilkokul öğretmenim, internetten buldum biraz önce ve çok sevindim. Benden bir dönem öncesi öğrencileri ile. MEDİHA KIRAN, nurlar içinde yat öğretmenim, bana öğrettiğin her bilgiyi gururla taşıyorum...



Tüm öğretmen çok değerlidir ama ilkokul öğretmeninin yeri çok, çok ayrıdır. Annenin sıcak kucağından ayrıldığında sıcak bir öğretmen kucağı bulmak çocuklar için gelecekteki başarılarının temelidir.
Onlara çok şey borçluyuz, bu borcu karşılıksız bırakmamak için aldığımız eğitimi ışığa çevirmekle çevremizi aydınlatmaktır.

Benim ilkokul öğretmenim tüm öğretmenler gibi çok değerli bir eğitmendi, küçücük sıralarımıza, yanımıza oturup kirlenen elimizi, yüzümüzü cebinden çıkardığı poplin mendillerle silecek kadar da müşfik... Ne çok mendil taşırdı önlüğünün cebinde, o zamanlar bunun farkında değildik ama daha sonraları aklımız erdiğinde sebebini öğrenmiştik.


Siyah veya beyaz önlük giyerdi bizim öğretmenlerimiz ve siyah alçak topuklu ayakkabılar...
Onları müsamere günlerinde şık giyimleriyle görmek şaşırtırdı bizleri. Okulumuzun koskoca salonunda ve bahçesinde müsamere günleri, resmi bayramlar çocukların ve öğretmenlerin rengarenk kıyafetleri diğer günlerdeki siyah-beyazlığı alıp götürürdü...
İlkokul ve beş yıl, çok kısa geçen, yaşamımın en güzel zamanı, en güzel öğrencilik yıllarım...



24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ
BAŞÖĞRETMENİMİZ ATATÜRK'ÜN YOLUNDA YÜRÜYEREK KARANLIKLARA IŞIK
TUTAN EĞİTİM GÖNÜLLÜSÜ ÖĞRETMEN ORDUSUNA KUTLU OLSUN...


Pazar, Kasım 20, 2011

BUGÜN ONLARIN HAKLARININ VERİLDİĞİ GÜN

BU BİR BASIN BİLDİRİSİDİR-DUYURALIM,ÇOĞALALIM





DEPREM BÖLGESİNDEKİ 300.000 ÇOCUĞUN YAŞAMI RİSK ALTINDA


Van-Erciş Bölgesindeki çocukların yaşamını korumak için herkesi ivedilikle harekete geçmeye çağırıyoruz!


Van Erciş bölgesinde 23 Ekim’de meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin yıkımının ardından kış koşulları da bölgede yaşamı zorlaştırmaya devam ediyor. 2309 binanın yıkıldığı, 11847 binanın ağır hasarlı, 17923 binanın orta hasarlı olduğu bölgede süregiden 5 ve üzeri büyüklükteki artçı depremler sebebiyle bölge halkı yaşamını dışarda, edinebiliyorlarsa çadırlarda yoksa derme çatma barakalarda geçirmeye çalışıyor. Bir milyonu geçen bölge nüfusuna rağmen devlet tarafından kurulan çadırkent, mevlana kent, konteryner kentlerde barınan nüfusun toplamı yirmi bini geçmiyor.

Kar yağışının başlaması ile barınmaya ilişkin sorunlar had safaya ulaştı. İmkanı bulunanların yanında ve devlet olanakları ile bölgeden hızlı bir göç yaşanıyor. Ancak halen bölgede 600.000’den fazla insanın depremin ve kışın etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.

Her zaman olduğu gibi bu afette de çocuklar öncelikle ve daha fazla zarar görüyor. Depremin etkilediği bölgede göçün ardından geride kalan 300.000 çocuk bulunduğu tahmin ediliyor. Yoğun kar yağışının başladığı 11 Kasım tarihi ardından -15 dereceleri bulan soğuk hava ile birlikte ilk üç günde 300 çocuğun zature teşhisi ile hastanalerde tedavi altına aldındığı bildiriliyor. Basına yansıyan bu rakamın çok daha ötesinde sayıda çocuğun soğuk kaynaklı hastalıklarla yüzyüze olduğu tahmin ediliyor. Şimdiye kadar resmi rakamlarla Erciş'in Çelebibağ Beldesinde 1 çocuk donarak, önceki gün ise Van’ın Karpuzalan köyünde çadırda çıkan yangında 6 ve 12 yaşlarında iki çocuk yaşamını yitirdi, iki çocuk ağır yaralandı. Tedbir alınmadığı taktirde, çocuk ölümlerinin devam etmesinden endişe ediyoruz.

Türkiye 2011 yılında, 20 Kasım Çocuk hakları Günü’nü bu kara tablo ile karşılıyor. Bölgedeki 300.000 çocuğun yaşamı ciddi risk altında. Koordinasyondan uzak, dağınık, işlevsiz, mağduriyeti arttıran çalışmalar ve göstermelik önlemler ile deprem bölgesi dışındaki toplum kesimlerini ikna çabası bir yana bırakılıp durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Daha fazla gecikmeden çocukların yaşamını koruyacak etkin önlemler alınmalıdır.


Bu çerçevede:

- Her türlü iç ve dış olanaklar bir ön önce bu amaç doğrultusunda seferber edilmeli, bölge sivil toplumun, ulusal ve uluslararası yardım kurumlarının etkinliklerine açılmalıdır.


- Yardım dağıtımları düzenli olarak ve çadırkentlerde olmasalar dahi tüm ihtiyaç sahiplerini kapsayacak şekilde yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin yardıma değil yardımın ihtiyaç sahibine ulaştığı bir sisteme geçilmelidir.


- Devlet bölge halkına tam olarak ulaşamamaktadır. Bölgede sosyal hizmet altyapısı yoktur. Çocukların durumunun tespiti ve yerinde destek verilebilmesi için sosyal hizmet altyapısı hızla kurulmalıdır. Bu hizmetin sağlanması için ulusal ve uluslararası sivil toplumdan gelen destek talepleri hızla değerlendirilmeli ve sonuçlandırılmalıdır.


- Sivil toplum örgütleri için işletilen “akreditasyon” sistemi bölgede çalışma konusunda izin almayı haftalara yayan bir bürokrasiye dönüşmüştür. Akreditasyon ile ilgili kalıcı muattap belirlenmeli ve süreç tüm sivil toplum kuruluşları için açık, adil ve hızlı bir şekilde işletilmelidir.


- Kızılay çadırları yerine biran önce kış koşullarına uygun konteynerler, pünomatik ve/veya prefabrik yapılar kurulmalıdır. Bu yapıların sayıları sembolik olmaktan çıkarılmalıdır.


- Çadırkentte yaşamak yardım almanın şartı olmaktan çıkarılmalıdır. Evlerinin bahçelerinde ya da civarında barınmak zorunda olan ailelere de koşulsuz, yerinde, geçici barınak, gıda ve sağlık desteği verilmelidir.


1995’ten bu yana BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin tarafı olan Türkiye sözleşmenin 6. Maddesinde belirtildiği üzere öncelikle çocukların yaşam hakkını korumakla yükümlüdür.

Bu yükümlülüğün ve bölgedeki durumun gereği tüm kamuoyunu, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşları İVEDİLİKLE, bölgedeki çocukların yaşamını korumak için harekete geçmeye çağırıyoruz.


BASININ SAYGIDEĞER EMEKÇİLERİNE DUYRULUR

Gündem: Çocuk!, her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan bir sivil toplum örgütüdür. Çalışmalarını çocuk hakları alanında yaşanan sorunların temelindeki paradigmanın değişmesi, savunuculuk, ağ çalışmaları ve katılım programları altında, öncelikli çalışma arkadaşları olan çocuklarla birlikte sürdürür.




Gündem:Çocuk!


Çocuk hakları, Tanıtma,Yaygınlaştırma,Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği
Tunalı Hilmi Caddesi No:54/8


Kavaklıdere/ANKARA


Tel/Faks 0312 437 76 41



http://www.gundemcocuk.org/ - info@gundemcocuk.org



Perşembe, Kasım 10, 2011

SONSUZA DEK...




UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ



BİZE MİRASIN EN DEĞERLİ ESERİN CUMHURİYETİN ASKERLERİYİZ, RAHAT UYU...

Salı, Kasım 08, 2011

KEŞKE KENDİNİ BIRAKIP GİDEBİLSE İNSAN




Ben bir şey yazmıyorum, koca usta herşeyi benim yerime anlatıyor...



GİTMEK

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok..
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.
"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.



CAN YÜCEL


Cumartesi, Kasım 05, 2011

BAYRAMLIK...





BAYRAMLIK

Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış
CAN YÜCEL


Bayramlar berekettir, umuttur, özlemdir, barıştır.

Çok sevgili
dostlarımın, yolu blogumdan geçerken uğrayanların ve tüm islam aleminin, birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik ve dostluğumuzu, barış içinde ve en sıcak şekilde hissedeceğimiz mübarek Kurban Bayramınızı kutlarım.

İyi bayramlar....







Perşembe, Kasım 03, 2011

MUTSUZMUYUM?






Çocukluğumda çok oyuncağım olmamıştı, o zamanlar hiçbir çocuğun çok oyuncağı yoktu zaten. Topaç, çember, misket, hulahop, lastik top, bebek.
Rengarenk, çeşit çeşit oyuncakları olmayan mutlu çocuklardık bizler...

İki tane bebeğim vardı, çıplak, giyimleri bana ait. Küçücüktüler, avuç içine sığacak kadar küçük, kolları bacakları çıkarılıp takılabilen, yumuşacık.
Ben sakin, sessiz bir çocuktum konuşmayı fazla sevmeyen, elime ne alırsam saatlerce oyalanabilen, bana sorulan beş soruyu birleştirip bir kerede cevap veren, kimsenin dünyasına karışmadan kendi dünyamda yaşamayı bilen. İşte benim en çok mutlu olduğum zamanlardaki dünyam o küçücük iki bebekti...

Annem dikiş dikerdi, herşeyimizi. Gecelik, pijama, elbise, perde, divan örtüsü yastık, çarşaf gibi bugün hazır satımı olan herşeyi. Makinesinin yanına astığı bir bez torbası vardı içinde artık kumaşları toplayan. Bana bebeklerimi giydirmek için ne gerekliyse orada bulabiliyordum. Önceleri bez parçacıklarını katlayıp yorgan, yastık, yatak yapardım. Babamın oyarak yaptığı tahta kutunun karyola düşüncesine dönüşmüş halinin içinde geçerdi zaman, bebeklerimi yatırıp kaldırmakla, bez parçacıklarına sarıp sarmalamakla. Bana ait iki bebekti onlar, itirazları olmayan, her yaptığıma çaresizce katlanan, yatırınca yatan kaldırınca kalkan. Onlar dünyadan habersiz benimse dünyadan tek haberim onlar...

Daha sonraları iğne, iplik, makas girdi pez parçacıklarının yanına. Artık bebeklerimi bez parçacıklarına sarmıyor, çeşit çeşit giysi dikiyordum. Beni üzen ne olursa olsun her üzüldüğümde onlara sığınarak, görmeden, duymadan, hissetmemeye çalışarak rengaren kumaşların birleştiği küçücük elbiseler diker diker dikerdim. Daha sonrada küçücük kollarımdan dışarı yarısından fazlası taşan şişler ve artmış yünlerle örmek ve dikmek dünyasının içinde buldum kendimi.

Zor oluyordu küçücük bebekleri giydirmek, küçücük bedenlerine giysi dikmek. Kollarını-bacaklarını çıkarmadan hiçbir giysi provası olmuyor giydirip soyunmuyordu ama benimde yapacak başka işim yoktu, bana verdikleri mutlu dünya karşılığında mutluluğu zamana yaymaktan başka...


Büyüdüm, çok büyüdüm, çok çok büyüdüm ve yılların bana unutturamadığı iki küçük bebek zaman zaman içimi yakarcasına düşerdi aklıma. Onları aradığımda, onlarla birlikte onların dünyasında kaybolmak istediğimde ve her aklıma içimi yakarcasına düştüğünde anlardım ki mutsuzdum!

Son günlerde ben yine bebeklerimi arıyorum, görmeden, duymadan hissizleşerek onların dünyasına girip kumaş parçacıklarının içinde kaybolmak istiyorum. Dış dünyaya kapanıp kendimle kalmak istiyorum.

Acaba mutsuzmuyum???




Fotoğraf:
aytaccrafts parmakbebekler blogundan alıntıdır...

Cumartesi, Ekim 29, 2011

ÖZGÜRLÜĞÜN ADI CUMHURİYET


Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.



CUMHURİYET BAYRAMIMIZ TÜM ULUSUMUZA KUTLU OLSUN, SONSUZA KADAR KUTLANMAK DİLEĞİYLE

Cuma, Ekim 28, 2011

DEPREM GERÇEĞİ







Türkiyenin korkunç gerçeği,doğal afeti,kaçınılmazımız,habersiz bir gece yatağımıza kadar girebilen, savunmasızları ansızın yerle bir eden DEPREM!

Son yaşanılan Van depreminin ardından gazeteler,köşe yazarları,bilim adamları, herkes yazdı-çizdi. Görsel medya aynı kareleri döne döne ekrana getirdi. Yeni yeni öyküler yazıldı, insanların acılarını reytingler uğruna araya sıkıştırılan imgelerle naklettirdiler. Gerçekten acıydı yaşananlar, çok acıydı ama acı çekenlerin dışında bilmem kaç gün sonra güncelliğini yitirecek bu acıdan nemalananlar yeni nemalara kapılıp bu acıyada birer nokta koyacaklar.
Bizler ise 12 yıl evvel seyrettiğimiz bir filmi başa sarıp yeniden izler gibiyiz. Ne bir eksik ne bir fazla aynı acı,aynı şaşkınlık,aynı söylemler, aynı kargaşa aynı aynı...

Ben ne yazarım ne çizerim ne de bilim adamıyım, aklım da fazla ermez ama yinede aklıma takılanları yazmak istedim.

Gölcük depremi aslında geliyorum dedi, tüm depremler gibi saatini söylemeden ama zamanının geldiğini söyledi. Öncesinde Kocaeli yerel televizyonları bu konu üzerinde konuşma yaptılar, sivil savunma kuruluşları sokaklarda el ilanı dağıttı, belediyeler uyarıldı, vatandaşların kulağına fısıldandı.
Orada yaşamadığım için bunları daha sonra onlar için Şekerpınarda yaptırılan deprem konutlarına taşınanlardan öğrendim. ''Çaremiz yoktu, evimizdi, barınağımızdı, biz aslında baktırmıştık'' gibi itiraflarını da dinledim. İki battaniye, iki yatak, bir piknik tüpüydü sahip oldukları.

Sonuç ortadaydı, bilanço çooook çok ağırdı, o gece yaşadığım 45 saniyeyi asla unutamayacağım ki! inşallah da unutmam.

Yerle bir olan binlerce bina içerisinde barındırdıklarını toprağa,denize gömdü. Yaşayanlar ise korkunç bir travma altına girdiler. Aileler dağıldı, yuvalar yok oldu.
İnşaatı harç ve tuğladan ibaret görenlerin bedeliydi yaşananlar.

Sonrasında işte hepimizin bildiği gibi yardımlar, toplanan paralar, hastaların ilk yardım bakımı, prefabrik konutlar ve artık bizden bu kadar siz tamamlayınlar...

Bugün de Van

Bir emekli öğretmen arkadaşımdan dinlemiştim eski Van'ı, yemyeşil ovaların ve binbir çeşit meyve ağaçlarının tek katlı kerpiç evlerinle bütünleştiğinin güzelliğini anlatmıştı. İçmeye doyulmayan sularını, berrak gölünü. Okuldaki çocuklarını anlatırdı dil takıntısına güle güle öğrenme mücaadelesi veren ışıl ışıl gözleri. Daha sonraki yıllarda kendinle aynı kaderi paylaşan öğretmen yeğenini ziyarete gittiğinde Van'ı tanıyamadığını söyledi. ''Kar hırsı ve hiç bir ilacı olmayan betonlaşma hastalığı Van'a da bulaşmış'' dedi.

Van veya Kütahya veya Elazığ veya Dinar Veya İstanbul... Deprem gerçeği Türkiyenin gerçeği.


Eeee peki böyle bir gerçeğimiz varsa ki! var

Bu gerçeği görmemiz için illa deprem olması mı gerek?
Neden toprağın kaldıramayacağı binaların dikilmesine göz yumuyoruz?
Niye yaptığımız derme çatma gecekonduların üzerine çocuklarımıza kat çıkıyoruz?
Bizim bunca sorunumuz varken niye duble yolların kavgasını yapıyoruz?
Çok seyredilen dizilerin arasında iki satır deprem gerçeğini neden hatırlatmıyoruz?
Madem bir şehri yeniden kurabilecek yardım toplayabiliyoruz da bunu neden depremden önce yapmıyoruz?
Yardım toplamak, binaları yeniden yapılandırmak için Yunusların, Serhatların cansız bedenlerini çiğnemek mi gerek?


Birlik, beraberlik kurabiliyorsak bunun için illa bir felaket olmasımı gerek?
Bizim tüm duygularımızı, gözyaşlarımızı,acılarımızı,sevinçlerimizi,isyanlarımızı yöneten en büyük patron görsel medya neden daha çok yeni olan Kütahya depreminin sonuçlarını görmek için görselliğini kullanmıyor?


Bu saate benim aklıma bu kadarı geldi, bu sorular o kadar çoğaltılabilinir ki!

Depremle birlikte ortaya çıkan bir sürü gerçek de bir süre sonra nedense unutuluyor. Bilim adamları avaz avaz bağırıyor, biz onları deprem olduğunda dinliyoruz. Sivil toplum kuruluşları bu felaketlerde can damarımız oluyor ama nedense onlar da depremin acısı geçince unutuluyor. Akut gibi çok değerli arama kurtarma kuruluşları kendi imkanlarınla ayakta durmaya çalışırken onlara yardım etmeği hiç aklımıza getirmiyoruz...

Bugün Van depreminden kurtulan kardeşlerimiz korkunç acı içinde, aç,açık ve soğukla yaşam savaşı verirken bir yandan da kaybettiklerinin acısınla yanıyorlar.


Çadırlara, yardım konvoylarına tabiri caizse söylendiği gibi saldırmaları o kadar doğal ki! bunu o acıyı yaşamayanların bilmeleri imkansız. Bu yıkımın ardından ruhsal dengesini yitirmemiş kimsenin olacağını düşünülmez.


İşte buda deprem sonrasının en acı gerçeği; iletişimsizlik, plansızlık, vurdum duymazlık, beceriksizlik...

Ne yazık ki!!! önümüzde bir de İstanbul depremi var, yıkımın korkuçluğu asıl burada. Onmilyonu geçmiş bir nüfus ve çarpık yapılaşmasıyla. Düşünmesi bile hafızaya sığmaz. Gölcük depremi sonrasında Güneri Civaoğlu bir haber sonrası ağzından kaçırdı, yok etmeye,kapamaya çalıştılar ama olan olmuş ortaya çıkmıştı bir kere. Bilim adamları günlerce tartışmıştı, zaten tüm deprem uzmanlarını bu sayede tanıdık. Ara ara unutulsa bile sonrasında dünyanın neresinde olursa olsun en ufacık bir deprem sonrası tartışmaya başlandı. Ve artık ilkokul öğrencileri dahil bu gerçeği biliyoruz.
Peki ne yapıyoruz, ben dahil koca bir hiiiiç.

Deprem olsun sonra düşünürüz, öyle ya ölen ölür kalan sağlar bizimdir...


Pazartesi, Ekim 24, 2011

CANIM ACIYOR





Vah Ülkem Vah!!!
Uyumak istemiyorum, yarınlardan korkar oldum.
Susmak istiyorum, bağıra bağıra susmak.
Kulplara isyanım var, tüm kupaların-fincanların kulplarını kırmak istiyorum.


İnişteyiz ülkece, yumuşatarak, yumuşacık farkında (!) olmadan.
Teröris değil Gerilla alıyor gencecik fidanların canlarını.
Sürücü katil değil, adı trafik kazası.
Yapının, yapanın ne suçu var depremde ölen kader kurbanı.



Cuma, Ekim 14, 2011

BURAYIDA ÖZLEMİŞİM

Döndüm,
evimi,eşimi,yavrularımı,torunlarımı özlemişim.
Yaşamak nefes alıp vermekse nerede olursak olalım eğer nefes alabiliyorsak yaşıyoruz demektir amma yaşantımıza anlam veren sevgilerin eksikliği her nefes alışda özleme dönüşüyor işte...

Özlem turlarına tam konsantre olmuşken, yaptığım hava değişikliği, havanın kendi ekseninde yaptığı değişiklikle hiç özlemediğim müzminlerimle karşı karşıya kalınca hafta başında geldiğim evimde sersem sersem dolaşmakta buldum kendimi...




Dost yanında oldukça dinlendim. Konuştum, konuştum. Dinledim, dinledim...



Saatlerce narenciye bahçeleri ile süslü yollarda yürüdüm.





Likyalıların kral mezarlıklarını yeniden, yeniden inceledim.

Kaunos antik kentini ziyaret edip, kalelerini fethettim.





Folluktan bu şirin ikilinin yumurtalarını aşırdım.


Bu dikenli meyveleri yiyeceğim diye tutturup ellerimi kanattım.



Köyceğiz gölünün muhteşem manzarasını yeniden doya doya seyrettim.




Fethiye turu yapıp Gülenime ziyarete gittim.



Gelirken de Akdeniz ve Egeyi saran rüzgarı , fırtınayı, yağmuru getirdim...


Cumartesi, Eylül 24, 2011

MUĞLA YOLLARI








Elimde bavulum, içine alelacele tıkıştırdığım bir iki giysinin yanına sevinçlerimi, acılarımı, sıkıntılarımı da sıkıştırdım gidiyorum. Haa birde fotoğraf makinamı aldım, gezdiğim-gördüğüm güzellikleri, birlikteliğimizi fotoğraflamak için.

Bir yılı geride bıraktık, üzerinede üç ay ilave ettik, çok şey birikti paylaşmak adına.
Gün boyu gezmek, bütün gece dertleşmek, saatlere bağlı kalmadan özgürcene yaşamak için.


''Sana özlem birikti içimde, dağıtmaya geliyorum arkadaşım.''




Pazar, Eylül 18, 2011

İNSAN OLMAK VE İNSANLIK DAİMA VAROLSUN



Blog dünyasının yaşamımıza girmesi kaybettiğimizi sandığımız bir sürü değerleri bize yeniden kazandırdı. Bir sürü dostluklar edinmemizin yanında bilmediğimiz bir sürü yaşamlarada ortak olduk, acılarımızı paylaştık, sevinçlerimize birlikte sevindik.


Artan blog sayısı her birimize geniş bir çevre ile geniş görüş imkanları sundu...


Alışkanlıklarımız oluştu ve şu beyaz camı açtığımızda görmek istediğimiz dostlarımızın yazılarını arar olduk. Dostlarımızın her satırı kışın içimizi ısıtırken yazın da yüreğimizi ferahlattı...

Ayrılan-bloglarını kapatan blog dostlarımızı, kazandığımız zaman ne kadar sevindikse ayrıldıklarında da katbekat üzüntüsünü hissettik...

Şimdi aramızdan ayrılmayı, çok daha kötüsü döne döne okunası yazılarını bir daha bulamayacağımız bir dostumuz blogunu tamamen kapamayı düşünüyor.Bu benim canım Arkadaşım , buradan ona seslenerek acizane tavsiyede bulunarak bu düşüncesinden vazgeçirmek umudundayım...


Sevgili Asuman'cım, canım arkadaşım, değerli dostum. (Yani daha yazarımda:)
Bir karar vermişsin, bu kararına saygılıyım (saygılıyız). Sana seslenişim acizane kendi düşüncelerim.

Belki ileride ihtiyaç duyacağın, belkide pişman olacağın ''bu benim işte'' dediğimiz kendimizi kendimize ifade ettiğimiz, kendime ait bir oda olarak gördüğümüz blogunu kapatma derim.

Kepenkleri kapama arkadaşım. Bilirsin, eskiden bakkallar kapılarına ''bir saat sonra gelicem'' levhasını asar giderlerdi. Ne zaman gidersen git kapıdaki levhaya göre bir saat sonrasında geleceğini düşünürdün. Sende öyle yap arkadaşım...

Yorulmuşsundur yada geçici bir yılgınlık yaşıyorsundur, çok doğal. Yakında bir tatil yapacağını biliyorum, git, gez, düşün ve dön. Geldiğinde biz seni burada bekler olacağız, Döndüğünde yüreğin nerede gezinirse satırlarında orada buluş. Haftada bir olur, üç günde, beş günde. Yağmur gibi ol arkadaşım, bazen üstüste bazen arada bir. Ama damlaların eksilmesin şu sanal alemde...

Yine de son kararına dediğim gibi saygılıyım, son söz senin. Eğer yazıma cevap vermek istersen, blogunda ''bir saat sonra gelicem'' levhasını as yada hiç cevap vermeden kepenklerini kapa. (yani kepenk işinide için elverirse yap bakalım:)))



Dostluk adına...

Cumartesi, Eylül 17, 2011

SARGIN










Eylül en sevdiğim aydır
ama sen gitmek için Eylül'ü seçtin.

Okulların açıldığı ilk gün ne çok sevinirdim
ama sen gitmek için o günü seçtin.

Doğduğun günü tam bilmez
''Eylül'ün bir günü işte'' derdin.

Ben kırkdokuz yılın 17 Eylül gününü
takvimlerden sildim
''Eylül'ün bir günü işte diyorum.

Şimdi nerdesin bilmiyorum
ama beni duyduğunu biliyorum.

Bak haykırıyorum duy sesimi duy annem
seni çok seviyorum...

Perşembe, Eylül 08, 2011

ULAŞIMI EN YAKIN KAPIDIR KOMŞU KAPISI !!!

Geride bıraktığımız hafta sonu davul-zurna eşliğinde iki gelin bir asker uğurladık sokağımızdan. Gelinlerimize bir ömür boyu mutluluklar, askere giden oğlumuza da hayırlı tezkereler diledik.
Kendi kendimize, yani eşimle ben, otuduğumuz yerden.

Davul-zurna sesine çıktık cama, gelinleri gördük bembeyaz gelinlikleri içinde. İlk gün bir gelinimiz yanımızdaki binadan, ertesi gün giden gelinimiz ise karşımızdaki binadan çıktı. Gelinleri almaya gelen damatlar ve yakınları eşliğinde süslü gelin arabalarına binip gittiler.

Askerimiz çaprazımızdaki binanın delikanlısı, (olmalı ki) bayraklarla arkadaşları gelip aldı, arkasından davul-zurna çalındı, yakınlarının ellerinde mendiller, gözlerinde yaşlar vardı. Anacığıydı en çok ağlayan, iki koluna girenler teselli etmeye çalışıyorlardı.

''En büyük asker bizim asker'' sesleri de gelin arabalarının ''geldik aldık, götürüyoruz'' diyen kornaları gibi gittikçe uzaklaştı. Sonra sokağımız da eskisi gibi geçen arabaların gürültülü sessizliğine döndü.

Camlara çıkanlar içeri girdi, kimisi televizyonun karşısına, kimisi yarım bıraltığı işinin devamına, kimisi de benim gibi bilgisayarın başına geçti...



Altı yaşlarındaydım sanırım, karşı komşumuz Emin amca felç geçirmişti. Felç nedir o zamanlar bilmiyorduk ki, biz çocuklar için Emin amca hastalanmıştı. Sokağımızın Emin amcası eşi Asiye teyze ile yanlız yaşarlardı ama o zamanlar hiç kimse yanlız değildi. Emin amcanın hastalandığında bütün sokağımız o evde ve Asiye teyzenin yanındaydı. Hiç yanlız kalmadılar ne o gün ne de sonraki günler. Günlerce evlerimizde radyolar açılmadı, biz çocuklara sokakta oynarken sessiz olmamız için sıkı sıkı tembih edildi.
Her gün çağrılmadan semtimizin doktoru elindeki siyah çantayla geliyor, iğneci uğrayarak iğnesini yapıyordu. Emin amcanın devamlı oturduğu camın önünde tekrar görünmesine kadar evlerinin kapısı hiç kapanmadı.

Daha sonraki yıllarda Ayten ablanın annesi camdan düştüğünde sokağımız yine bir ev gibi olmuştu. Köşe başındaki ahşap evde otururlardı Ayten abla ile annesi. Semtimizin en güzel kızı Ayten ablanın camdaki sardunyalarına su veren annesi ahşap çerçeve ve sardunyalarla birlikte ikinci kattan yere düşmüştü. Hastahane, ambulans, doktor olmuşmuydu şu anda hiç hatırlamıyorum da çok iyi hatırladığım tüm sokak sakinleri tanıdık imkanlarını kullanmış, en iyi kırıkçıyı bulmuşlardı. Bizim zamanımızda kırılan kemikleri alçıya alma işlemine güvenilmez kırıkçılara emanet edilirdi. Kırıkçılar incecik çıraları ve sargı bezi yerine geçen eski çarşafları kullanırlardı kırıkların tedavisinde. Asiye teyzeynin tüm kırıklarını bu durumda sarıp sarmalamışlar yatağına yatırmışlardı. Geceleri yada uyku esnasında bilinçsiz kıpırdama olmasın diye nöbet tutuldu, bu nöbetleri değiştire değiştire tutan yine komşularımızdı. Asiye teyzenin de kapısı aylarca açık kaldı ve Ayten abla hiç yanlız olmadı.

Annemin aylarca çektiği acıyı geceyse yanan ışıkları ile, kapımızın her an çalınışıyla acıya iştirak vardı. Annem bizleri erken terkettiğinde tüm sokağın kapıları yine açıktı. Günlerce evimize tepsilerle yemekler geldi, öyle ki yemek yemek ızdırap olan evde gelen yemekleri geri çevirmek ayıp olur diye evdeki yakınlarımız komşularımıza birlikte yemeği teklif etmeye başladılar. Tüm sokağımız öksüzlüğümüzü paylaşmak için hep evimizdelerdi.

Arkadaşım Hatice'nin ablasının düğün öncesi çeyizleri tüm evlerde yıkandı, sokağımızın tüm bahçeleri misler gibi sabun kokan patiska çarşaflar, incecik dantellerle dolmuştu. Yine tüm bu çeyizler her evde ayrı ayrı ütülendi, bohçalandı, kurele bağlanarak gelin evine gönderildi.

Arka sokağımızda başlayan yangın onbir ahşap evi kül ettiğinde de tüm kapılar yine açıktı. Mağdur olan hiç bir komşumuz afet çadırlarına muhtaç olmadan yeni düzenlerini komşu desteklerinle yeniden kurdu...



Yeni kurulan aile hekimliği yürürlüğe girdiği zaman ilaç yazdırmaya gittiğimizde kaydımızın bir düzensizlik sonucunda kayıtlara geçmediğini öğrendik. Bilgisayarlarda kopmalar olduğunu söyleyen doktorumuz bizden adres istedi. Adres ve kimliklerimizin ibrazı ile ''bu kayıtlar bizde yok, bir yanlışlık var'' dendi.
iki yılan fazladır oturduğumuz evimizde muhtar kayıtlarımız tabi ki vardı ve bu belgeler ile yeni kayıt yapılacaktı. Kayıt yapacak bayan doktorumuz yine bir yanlışlık olmasın diye bizden komşularımızın isim ve soyadlarını istedi. Tek verebildiğimiz bina görevlisinin adı ile kaçıncı katta oturduğunu bilmediğimiz bir isimdi. Eşimle birbirimize baktık ve yalan beyan ediyormuş gibi çok utandık, duyduğumuz bir iki isim daha geveledik, sağlıksızca...

Aslında utandığımız ne doktordu ne de yardımcısıydı, biz insanlığımızdan, insanlıktan, dostlukta-komşulukta geldiğimiz yerden utandık.

Çok acıdır ki asansörde veya kapı sahanlığında verdiğimiz selam haricinde komşuluk ilişkisi kalmamış olduğunu bir kez daha anladık.

Kimsenin kimseye bir kahveye bile gitmediği binada tek komşuluk üst kata oturan Ayşe Hanımın bana ulaşan ayak sesleri. Ulaşabileceğim en yakın kapı olan yan dairemin tek komşuluğu kapı anahtarının sesi.
Komşularımı tanıma açısından tek yapabildiğim ise girişteki ilan panosundaki aidat listesi...







Cumartesi, Eylül 03, 2011

HAYAT HEP SONBAHAR OLSA








En güzel mevsimdir sonbahar, en güzel aydır eylül. Aslında her mevsimin, her ayın kendine özgü güzelliği vardır da, sonbahar ve ilk ayı olan eylül çoğumuz için bir başka güzellik taşır. Tatlı bir hüznü vardır sonbaharın, yazın bunaltıcı sıcakları sonrası tatlı bir serinliğe kavuşmanın rahatlatıcı duygusu, rüzgarların hafiften kendini göstermesinin huzuru çok güzeldir...

Doğanın kışa hazırlanışını gözlemlemek ayrı bir zevkdir, doğanın bizlere sunduğu renk cümbüşü gözlerimizi kamaştırır. Ağaçların, kışın bedeninde besleyeceği yeni fideleri için dallarında temizlik yapmasının burukluğunu yaşasak da doğanın muhteşemliğini yaşarız Sonbaharda...

Eylül ayı sanki hayatımızı düzene sokmak için vardır, yeni başlangıçlardır. Her çocuk eylül ayında bir yaş daha büyür, yeni bir ders yılı yeni bir yaştır onlar için. Öğretmenlerde yeni bir dönem için hazırlanırlar, iş hayatımızda, yaz başında gevşeyen işlerimizi daha sağlıklı bir şekilde topladığımız aydır Eylül, evlerde yapılan kış temizliği zevk vermese de çıkardığımız sonbahar giysilerimizi özlediğimizi görürüz. Benim için her şeyden önce balık mevsiminin başlamasıdır. Yeni yayın dönemidir, Tv.lerde bayat programların yenilenmesidir. Özlenen dost sohbetleridir, yazın aranan soğuk içeceklerin yerine ikindi çaylarıdır. Yaz tatili telaşının bitmesi, toplanan enerjinin yayılmasıdır. Tiyatro, sinema, kültür zamanıdır, yağmur olmaya hazırlanan bembeyaz bulutlardır, gökyüzünü süsleyen rengarenk uçurtmalardır...

Bitmeye hazırlanan bir yılın son mevsimidir, yakalamaya çalıştığımız son yaşanmışlıklardır...

Yaşamda öyle değil midir?
İlkbaharın coşkusunu geride bırakmış, yazın telaşını bitirmiş ''unumu eledim, eleğimi astım'' misali gibidir yaşamın Sonbaharı'da.
Tatlı hüznü yanında tatlı başlangıçları vardır. Özgürlük bir başka yaşanır, daha çok zamana sahip olmak yeni uğraşılara yöneltir, yaşama yeni düzen verilir. Daha duru yaşamaktır hayatı, kah bulutlarla birlikte yağmura arkadaş, kah uçurtmaların renkli coşkusuna sarılmaktır. Her mevsimini doya doya yaşadığın doğa ile iç içe olmak bütünleşmektir...

Yaşamın sonbaharı, geride kalan bebeklere bir kuşak sonrası yeniden sahip olmaktır, ailenin büyümesi-sevgilerin çoğalmasıdır, yaşanılan güzel günleri anılara depolamaktır, kaybolan canlılık-görünüm-zihinsel keskinlik-refleksler azalsa bile peşinden koşulan mutluluğu yakalamaktır...

Herkesin bu mutluluğu yakalaması dileklerimle sevgiler...



Pazartesi, Ağustos 29, 2011

ÇİFTE BAYRAMIMIZ

Bir Ağustos ayı daha bitti, bir ramazan ve bir yaz mevsimi daha. Sonbaharın ilk günleri yaşayacağımız bir bayram var önümüzde ve iki bayram arası bir sonbahar. Tüm hızınla oda gelip geçecek anlaşılan...

Gittikçe buruklaşan bayramlar her yıl daha bir arayış içinde çıkıyor karşıma. Geçmişinden kopamayan çok kişi gibi benimde birkaç yıl öncesine kadar söylediğim ''nerede o eski bayramlar'' söylemi bir yerden sonra çok anlamsız gelmeye başladı.

Ne o yani! şimdi Örtmen Feridanım Teyze bir köşesi işli poplin mendil ve içine konulmuş bir çikolata verse bayram mutluluğunu mu yakalayacağım yada kırmızı rugan ayakkabılarım, içine giydiğim ponponlu beyaz çorabım ile kabarık etekli elbisemle babamın veya annemin elinden tutmuş, seke seke bayram gezmesine gittiğim zamanındaki heyecanımı yaşayacağım.
Yada, boynu bükük bayramların gelmesine kızdığım zamanlarda en küçük kardeşime bayram coşkusu yaşatmak için kızgınlığımı bayram tatlıların içine saklladığım bayram günlerini mi arıyacağım. (Şimdi öyle bir kardeşim bile yok)

Çalıştığım günlerin gecelerinde kızlarıma hevesle dikdiğim bayram giysilerinin, bayram sabahındaki sevinçlerini nasıl toplayabilirim zamanın içinden. Bayramın sonuna gelen hafta sonunun, çocuklarımla daha fazla vakit geçirmek keyfini bulabilirmiyim? ki ''nerede o eski bayramlar'' diyebileyim.

Bayramların hiçbir suçu yok, bayramlar hep aynı eski bayramlar, değişen bizleriz, değişen zaman, değişen yaşam. Bayram mutluluğunu yaşadığın zaman içinde yakalamak belkide bütün mesele. Doya doya yaşamak, bir daha gelmeyeceğini bilerek yaşamak, anılarımıza tat bırakacak şekilde yaşamak.

Benim için şimdi bayramlar, dedelerinin torunlarımıza verdiği harçlıkların onların gülen gözlerindeki ışıdayan sevinci, onlar için kurulan bayram sofraları, onlarla hep birlikte gidilecek geziler, küçücük yüreklerine geleceğe bayram anısı bırakma duygusu, coşkuları, kahkahaları.


TÜM DOSTLARIMIN, BLOGUMA YOLU DÜŞEN YOLCULARIN VE TÜM İSLAM ALEMİNİN ŞEKER BAYRAMINI VE ''NE MUTLU TÜRKÜM'' DİYENLERİN 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZI EN İÇTEN DİLEKLERİMLE KUTLAR, MUTLULUĞU BULUNDUKLARI ZAMANIN İÇİNDE EN GÜZEL ANILARLA DOLU DOLU YAŞAMASINI TEMENNİ EDERİM. İYİ BAYRAMLAR

Sevgilerimle...



Salı, Ağustos 23, 2011

BAYRAM MENÜSÜ




Mantar çorbası





Keşkek









Zeytinyağlı biber dolması







Şakşuka








Kıymalı su böreği





Cevizli kadayıf










Fotoğraflar: Görsel alıntıdır

Fotoğrafta göründükleri gibi enfes olabilir mi? Sanırım becerebilirim...


Bayrama bir hafta var, eh benim gibi ağır biri için ancak yetişir. Önce menü yapmalıyım ki! en düşündüren tarafı da budur. Üç aşağı beş yukarı aynıdır yapılanlar ama en azından şekillenir de işin yarısı bitmiş olur:)

Geleneklerimiz özel kılar bayram yemeklerini, tadı, hazırlanması, sunumu bir başka olur. Ziyaretçilerin sevgisini saklar içinde...

Menü çekici geldiyse, buyrun beklerim. Açık adresim aşağıdadır...


Efendim! aslında konumuz ne yemek nede tarifleri. Herkes tarafından bilinen, yapılan, olmadı tarifini bir tıkla alacak binlerce site var.





Konumuz ''Keşkek''
Keşkek'le tanışmam evliliğimin ilk yıllarına rastlar. Keşkek bir yöre yemeği olduğundan, yöresiz olan ben keşkeği ne bilirdim ne de görmüştüm. Bir bayram günü tanıştım kendisinle, o bana baktı ben ona. Adı bile garip geldi ''pişman olmuş gibi birşey'' dedim. Görünümü çekmedi önceleri, israr falan yedim. Yemez olaydım, sonraları rüyama bile girmişti. Gençlik, iş güç, unutuldu gitti, ta ki bir sonraki bayrama kadar. İlk tanıştığımda kurban bayramı olması nedeniyle etli yapılmıştı, on ay sonraki ramazan bayramında bu sefer tavuklu olanınla tanıştım...

Eşimin annesi nedense sadece bayramlarda yapıyor, bayram yemeği deniyordu. Yörelerine göre bayram keşkeksiz olmazsa olmazlarıydı. ''Neden sadece bayramlarda'' soruma ''zor'' cevabını alıyordum. Kocaman kazan gibi tencereleri, tencereye uygun koca tahta kaşıkları gördükçe yapmak için yanınan bile geçemeyeceğimi düşündüm. ''Zor'' dediler ya! Çok uğraşısı varmış, altı çabuk tutarmış, devamlı karıştırmak etini buğdaya yedirmek gerekliymiş falan filan. Sevsekte bayram yemeği işte, bayramı bekle ye...

Çocuklarımda çok sevmişlerdi, önceleri onlarda bayram yemeği olarak alıştılar ama bu bana göre değildi .Çocuklarım çok sevdiyse keşkek bayram yemeği olarak kalmamalıydı. Nasıl yapıldığını az çok bilsemde tam tarif istediğimde '' zordur yapamazsın'' cevabı beni kızdırdı, ''en azından denerim'' dedim ve zorla uyduruk bir tarif aldım. O zamanlar internet yok ki bir tıkla bin tarif olsun.
Efendim, ne zor nede uğraşısı çok, tabi her yemek gibi zaman alıyor, hepsi bu.



Hem sırf bayramlarda değil canımızın istediği zamanlarda yaptım, yapıyorum.

Tanıdığımız herkesten de güzel yaptım. Ben değil eşim söylüyor:)

Tanışmayan, denemek isteyen herkese tavsiye ederim...


Adres:
Sevgi Bulvarı
Dost sokağı
Gönül apt.
7/24

Sevgilerimle...


Pazar, Ağustos 21, 2011

BUGÜN BİZİM EVDE DE KAVGA VARDI !!!











"Şunları bir araya toplayayım. Bir güzel muhabbet edelim" diye düşündüm.

Mutfak işinden de anlarım.

Donattım sofrayı.

Bayağı uğraştım.

Hepsinin ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim. Bayağı da para gitti.

Birinin yediğini öbürü yemez.

Ötekinin içtiğini beriki içmez.

Dört kişilik sofra kurdum.

Mumları da yaktım.

Bak hepsi Erick Satie severdi.

Hatırladım.

Müziği de ayarladım.

Geldiler.

20 yaşımda ben,

35 yaşımda ben,

40 yaşımda ben ve

bugünkü ben dördümüz.

Birden 20 yaşımı 35 yaşımın karşısına oturttum.

40 yaşımın karşısına da ben geçtim.

yirmi yaşım otuz beş yaşımı tutucu buldu.

Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.

Yatıştırayım dedim.

"Sen karışma moruk" dediler. Büyük hır çıktı.

Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.

Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.

Evin de içine ettiler.

Bende kabahat.

Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine ...

CAN YÜCEL

Salı, Ağustos 09, 2011

TATİLİN AÇILIMI TEMBELLİK (Mİ?)





''Tatil'' denince artık benim de düşündüğüm gerçek dinlenme olmalı diyorum, ''artık'' dememdeki sebep biz emekliler olarak zaten tatildeyiz diye düşünülür ya! yani en azından emekli olmadan önce ''oh emekli olunca 365 gün tatil ne güzel'' diye en önce ben düşünürdüm. Öyle değilmiş, şehrin göbeğinde yine de yaşamın tüm zorlukları çalışıp çalışmamayı pek farkettirmiyormuş...



GEZİ GÜNLÜĞÜ (2)
Bayan pansiyon sahibimiz bizi tüm içtenliğinle karşıladı, sarılıp öpüştük, elleriyle bavullarımızı alıp bizi odamıza yerleştirdi. Oysa üç kere telefonda rezervasyon ve bazı bilgiler için görüşmüştük. Ama karşılama dostluk çok eskiye dayanıyormuş gibiydi. Doğru yere geldiğimize hemen o zaman inandım, sonrasında tanıdıkça köyün gerçek yerlilerinin çok içten ve göründükleri gibi kişiler olduğunu anladım.




















Deniz, bahçe, oda; araları üçer adım olması ve köyün sakinliği tam düşündüğümüz tatil seçeneğiydi. Tatilimizi geçireceğimiz yerin tertemiz ve klimasıyla ferahlamış olması bana en lüks daireden daha değerli geldi. Yerden tavana hem pencere hem kapı vazifesi gören büyük camın önünde uzanan deniz manzarasında sanki denizin içinde gibiydik. Karşımızda dağ ve hatta dağlar, dağlar vardı.




Deniz etrafı dağlarla sarılı olması nedeniyle aynen bir göl manzarasını andırıyor, gizli geçit gibi görünmez bağazı akdenizin sularına açılıyor ama bunu sahilden görme imkanı yok.




















Sadece tepelerde bulunan evler muhteşem boğaz manzarasına hakim. Koy olmasına karşın deniz çok temiz ve berrak, kıyıda denizin en ince kumu ve çakıl tanesi bile görülüyor, daha açıklarında derinlikler mavi berrak su gibi. Balıklar denize girenlerle arkadaş olmuş, ayakların aralarından süzülüyor, kah kaçıyor kah ayaklara dolanıyorlar...


Köyde fazla anahtar,kapı,kilit sorunu yok, bugüne kadar hiç hırsızlık ve kavga olmamış meğer.
Köy bakkalları gelen taticiler için bile fazla değişikliğe uğramamış ama satılacak mallar bir tatilcinin her ihtiyacını karşılayacak şekle dönüşmüş. Köyün içindeki kahve ise sabah çok erken bir saate açıyor ve mis gibi çayını demliyerek müşterisini bekliyor.

Köyün tertemiz havası sayesinde sabah erkenden kalkmak, günü değerlendirme açısından tatili uzatmak gibi düşünerek sabahın erken saatinde köye gazete almaya gitmek ve köy kahvesinde sabahın ilk çayını içmek ikimizide çok mutlu ediyordu. Kahvaltıya kadar denize girip yüzmek sonra dönüp gazete okumak ve hazır bir kahvaltıya oturmak herhalde düşündüğüm tatil şeklinin en güzel tarafıydı. Hele sonrası! kitap, salıncak ve kahve:)

























Tatilimiz çok sıcak bir zamana geldi ve köyde de hava gerçekten çok sıcaktı ama havasında nem bulunmayan bu güzel köyde, evdeyken elimden eksik etmediğim kağıt havluma hiç ihtiyacım olmadı. Yine de öğlen sıcaklarını ikindi deniz zamanına kadar serin odamızda biraz uyku biraz kitap ile verandada (çok yorularak kendimiz yaptığımız:) kahve ile geçirdik...
























Selimiye köyünün sahili boydan boya pansiyon, apart, motel görümünde olsada hiç yüksek bina yok. Tüm pansiyonların yada apartların denizle aralarında sadece bol ağaçlı bahçeleri var. Ağaç altında otururken canın deniz istese yüz gel yine otur:))





Bütün gün köyün içinde ve sahilinde gravatıyla gezinen muhtarı olan, sahilindeki ilkokulunu yazın öğretmenlere tatil kampı yapan bu köye yürekten talibim ben...




Pazar, Ağustos 07, 2011

DENİZ SUYU TÜKENİR Mİ?






'' Son demler bunlar.''
'' Yaşamak değil, yaşadım diyebilmek için.''




GEZİ GÜNLÜĞÜ (1)
Verandaya çıktığımda ilk gördüğüm muhteşem denizden kova kova deniz suyu alıp sıcaktan kavrulan betonlara döken genç bir çocuktu. Aniden herşey gibi denizin de tüketilme korkusu girdi yüreğime. Sonra kendime gelip gülümseyerek ''deniz bu, hiç üç kovayla tükenir mi?'' dedim.

Uykusuz geçen bir geceden sonra, yol yorgunu olarak tatil yerimize vardığımızda dinlenmek ve öğlen sıcağını geçirmek için hemen yatmış, yarı uyku ile yarı uyanık geçen bir saatin sonunda heyecanla etrafı görmek amacıyla pansiyonun varendasına çıktığımda bile neredeyse daha ayakta uyumaktaydım. Ama gördüğüm muhteşem bir deniz manzarası ve etrafımı dörtbir yerden saran dağlar burada bulunduğum sürece uykuyla vakit geçirmemem gerektiğini söylüyordu sanki...


Mayıs ayı sonunda Haziran ayı için aldığımız uçak biletlerini eşimin ani rahatsızlığı nedeniyle bir kere ertelemek, tahlil ve kontrollerin bitmemesi üzerine bu seferde açığa almamız gerekti. Bu arada tam ne tür bir tatil, yada gitme düşüncesinde olduğumuz yer konusunda kararsızlık yaşarken ertelenen tatil planı araya giren zamanda bizi araştırmaya yönlendirdi.

Araştırmam neredeyse bir ayı aştı, internette Ege'nin kuzeyinden başlayıp güneyine kadar adım adım gezdim. Bu arada Ege'nin tüm koylarını ezberledim diyebilirim. Neredeyse umutsuzluğa kapılmak üzereydim, çünkü çok şey istiyordum ve istediklerim bir araya gelmesi imkansız gibi gözüküyordu. Facebook'da tüm arkadaşlardan yardım bile istedim. ''Önü deniz, arkası dağ, yeşillikler içinde, sakin, sessiz, bahçesi olan, ucuz, temiz bir yer önerenin kölesi olurum.'' demiştim;...


Beş yıldızlı oteller, üç yıldızlı moteller, tatil köyleri falan zaten bütçemi çok aşar, amma bütçem müsaade etse bile hiç sevmem, askeri kışla gibi gelir bana. Üstüste yığılma kavisli beton bir bina, birbirinin benzeri yüzlerce balkonun havuza dönük soğuk görünümü, bakımlı ama yapay gibi duran yeşillik, gün içinde yüzlerce insanın sınırları olan havuzun içinde debelenmeleri, önünde uzayan muhteşem denizin (bir tek o gerçektir) plaj kumunda yanyana dizilmiş samimi olmak zorunda bırakılan şezlongları, sabahın köründe yer kapma kaygısı. Yemek vakitlerinin belirli zamana sıkıştırılması, ne kadar çeşit olursa olsun ne yemek istediğinin başkaları tarafından menülendirilmesi, kışlık yiyeceklerini bedenlerine depolayanların yarışı ve gürültü.
Arayışlarımda promosyonları bile olsa bu yerler yoktu. Apart'ta istemiyordum, bir evden çıkıp başka bir eve girmek ve hele hele bu evde de bir mutfağın bulunması beni bunaltabilirdi. Aslında kendi pişirdiğini yemek güzel görünse bile bu yıl salon, oda, mutfak üçlüsüne tahammülüm yoktu. Düşündüğümüz tatil; deniz, kitap, bahçe üçlemesinden oluşmalıydı...


''Hayat gezince güzel'' Fatih Türkmenoğlu'nun CNN de yaptığı programla tatilimiz şekillendi. Daha önce gösterilen bir gezi programını sanki bize yön vermek ister gibi tekrarı çıktı karşımıza. Marmaris'e bağlı köylerini geziyordu, Bozburun ve Selimiye köylerini tanıtırken sanki bize de ''buraya gelin'' der gibiydi. Ve internet sitesindeki yazısı ile kararımıza nokta koydu.

''Aklım Selimiye'de kaldı
Selimiye, Marmaris’in en güzel koyu bence. Denizin yanında bir kahvehane, ayaklar suda, üzerimde üzüm salkımının gölgesi. Kâh bir üzüm atarım ağzıma kâh ahşap iskemleden kaykılır, hızlıca denize atlayıp çıkarım. Yok yok; ben burada kesin aklımı kaçırırım!''


Gideceğimiz yer artık belliydi. Marmaris Selimiye köyü..







Çarşamba, Temmuz 06, 2011

PEMBE PABUÇLAR











Hülya!
Onbir kardeşten sadece birisi.
Doğduğu günden beri ayakkabısı olmayan Hülya dört yaşındaki masumiyetinin hayallerini bir çift pembe pabuça sığdırmış...

Adanada yaşayan ailesi ile yoksulluğun sınırında bile diyemeyeceğimiz yoklukla yaşayan Hülya'nın ve kardeşlerinin güzelliği, masumiyetleri, bir o kadar da biz de bu vatanın çocuklarıyız dedirten fotoğrafları gazetelerde ve internet sitelerinde yayımlandığında çok kimse gözyaşlarını tutamamıştır eminim. Onbir kardeşten sadece en büyük ablanın ayağında terlik var, diğer on kardeş doğdukları günden beri ayakları çıplak dolaşmakta. Asgari ücretli babanın getirdiği ile karınlarının da ne kadar çıplak olduğunu yazmaya, yayımlamaya gerek kalmamış anlaşılan...







Güzelliği ile herkesi büyüleyen Hülya'nın Pembe ayakkabı hayalleri haberin hemen arkasından çalındı!!!







İlk haberin arkasından çıkan ikinci bir haber beni ikinci kez daha bir kahretti...







Hülya'nın pembe ayakkabı hayallerine yüzlerce hayırseverden binlerce ayakkabı ve aileye maddi yardım ve büyüyen Türkiyemiz (!) bakanlıklarından da destek (vaadi )geldi.



Ammaa! Hülya'ya ilk ayakkabıyı Sosyal Hizmetler Müdürlüğü uzmanları (şimdiye kadar neredelerse) götürdü.


Ancak hayallerindeki pembe pabuç yerine Temmuz ayında kavuştuğu kışlık siyah ayakkabı Hülya'nın hayallerinin çalınması demekti. Hayallerini yardımseverlerden gelecek pembe ayakkabılara erteleyen Hülya'yı ayaklarına kışlık siyah ayakkabı ve üzerine yazlık giysi giydiren yetkililer onun birde fotoğrafını çekip görsel ve yazılı basına gönderip ayıplarını örtmeye çalıştılar...



Hülya! kardeşleri ve daha binlerce Hülya'lar bu vatanın çocukları. Onlar dünyaya gelmelerinden asla sorumlu değiller ama doğdukları topraktaki yetkililer onlara bakmak, yedirmek, barındırmak ve geleceklerini kurmakla sorumludurlar. Onlar bu vatanın gelecek kuşakları, onları ne kadar sahiplenirsek geleceğimizi o kadar sağlam temeller üzerine kurarız.



Dünyanın tek gerçeği, yalansız masumiyetin sahipleri; yumuşacık sertleşmemiş yüreklerdir çocuklar, çocuklarımız!!!




Salı, Haziran 28, 2011

BU GÜNLER GÜZEL GÜNLER

Güzel gün ve güzel günler...
'Bu güzel güne-günlere tarih düşmek gerek' diye düşündüm...


Prensesim ikinci sınıfını da başarıyla bitirdi, artık üçüncü sınıf öğrencisi. Önümüzdeki ders yılını da başarılarla geçireceğine eminim. Bu yıl son derece disiplinli ve başarılı bir yıl geçirdi, genel sınavlarda (SBS) Türkiye birinciliği de dahil olmak üzere hep ilk üçlerde olarak güzel dereceler elde etti. Okulunun yanı sıra Kadıköy Belediyesi'nin piyano kurslarına devam etti ve orada da çok başarılı oldu. Piyano öğretmeninin yönlendirmesi ile de ailece çok istenilen Konservatuar sınavlarına girdi. Birinci sınavı başarıyla atlattı ve ikinci sınavda başarısını perçinleyerek beşyüz kişi içinden alınacak olan beş kişiden biri oldu. Prensesim artık Üniversiteye ilk adımla yarı zamanlı konservatuar piyano öğrencisi...

Annesi, babası ve kardeşiyle tatilde olan Prensesimi bugün yeni ek okuluna anane olarak ben kayıt ettirdim. Bu güzel görev bana düştüğü için de çok mutlu oldum. Gerçi "velisi ben olacağım" dediğimde annesi hemen elime kendi kimliğini sıkıştırdı ya:))

Uzun süre olmuş okul kapılarında, kayıt sıralarında beklemeyeli, çok heyecanlandım, çooook gerilere gittim. Heyecanlı ve bir o kadar da güzel (miş). Anadolulisesi sınavlarını, üniversite sınavlarını, kayıtlarını bir zamanlar çifter çifter yaşamıştım ama meğer sadece anılar kalıyormuş bugüne, heyecanlar an'lara mahsusmuş...



Bu da Tontişim, 'o' da eğitim hayatına ana sınıfı olarak adımını attı dün. Okulunu seçti ve annesi kaydını yaptırdı. Öyle "ben istedim sen gidiceksin" değil, kendi istediği okul olmalıydı gideceği. Seçenekleri sundu anne-babası ve kendisi görmek, ondan sonra karar vermek istediğini söyledi. Okulları gezdi ve Acıbadem İstek okulunu beğenerek tercih etti:))

Canım benim, canım tontişim başarılı olacağına eminim, bunu yuva sıralarında yeterince gösterdin. Ha! bide kurduğun akıl almaz cümlelerle, cevap veremez duruma düştüğümüz sorularınla, tadına varılmaz dillerinle, satrançda kazandığın birincilik madalyanla...


Bu güzel günleri bize yaşattığınız için çok mutluyuz, yeni yaşamınızda başarılar Prensesim, başarılar Tontişim...







Pazar, Haziran 05, 2011

DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ





1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansında alınan bir kararla, 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak kabul edildi.


Bugün ağaç dikmeliydik, bugün toprakla oynamalıydık, bugün çevremizi temizlemek için yeşil alanlara koşmalıydık ammaa yeşilin ve mavinin sonsuz özgürlük olduğunu anlamayan insanların bugünün değerini anlamasını bekleyemeyiz.
Bu gün havanın tüm yutta açık ve güzel olmasından dolayı aileler çevre bayramını kutlamak için değil de piknik yapmak ve çevreyi piknik artıklarıyla kirletmek için koştular parklara, ormanlara.


Bütün ulusların ortak sorunu olan çevre kirlenmesi, doğanın yok olmasının yanısıra sağlığımızı ve gelecek kuşakların yaşam şartlarını tehdit eder hale geldi. Sorumsuzlukla umursamadıklarımızın başında sanayi atıkları, yakıt gazları, plastik ürünler, atık yağlar, çöpler ve atıldığı yerde 100 m2 alanı felç eden piller ile amaçsızca kullanılan baz istasyonları var.


Hani çok güzel ve anlamlı bir söz vardır 'bize bu dünya babamızdan miras kalmadı, biz bu dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık' demişler ya! işte bu söze sahip olmak doğaya sahip olmaktır.
Bu dünya tüm canlıların, canlı demek devam eden yaşam demektir, canlı demek gelecek kuşaklar demektir.


Doğa ve canlı yaşama zarar veren tüm yatırımların durdurulması için 'Anadolu'yu vermeyeceğiz, nehirlerimiz kurumasın' sloganıyla yola çıkan bir grup çevreci kırk gün yürüyerek seslerini duyurmak için Ankara'ya geldiler ve Ankara'nın içine alınmadılar. Siyasi değildi amaçları, provokasyon hiç değildi, istedikleri doğaya sahip çıkılmasına destek aramak gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakabilmekti.

Çevreyi ve doğayı korumak hepimizin vazifesidir, bu çok zor da değildir, doğayı evimiz gibi koruyabilmek ve evimize verdiğimiz önemi doğaya da göstermek, duyarlı olabilmek, en önemliside kendimize saygı duyabilmektir.

Herkese temiz bir çevrede, sağlıklı, mutlu canlılarla dolu bir yaşam dilerim...


Pazar, Mayıs 29, 2011

ÜLKEMDE KADIN OLMAK








Ara sıra kıyısından dokunsamda, rengini ortaya koyacak bir şekilde açık olarak bloguma siyaset bulaşırtmak hiç istemedim (di). Ama ülkemde bir yangın var, yangının içinde çocuklar var, yangının içinde kadınlar var, yangının içinde yurdum var, yangının içinde körpecik bebeklerin geleceği var...

Son günlerde yazmak isteksizliği duyuyorum, yazmak istiyorum yazmıyorum-yazamıyorum, ne yazarsam laylom geliyor bana, hep parmaklarım gidip aynı yerlere takılıyor. Okumakla geçiştirmek istiyorum yazma duygularımı, olmuyor. Kaçmak istedikce aynı yerlerde dolandığımı görüyorum, beynimdeki tokmak hiç durmadan sinirlerime saldırıyor. Acımasızca saldırıların karşısında bir boyun eğen de ben olmak istemiyorum, işte bunun için yazmak istiyorum. Siyaset olur (muş) mu? ondan da vazgeçtim. Gerçi beni kim duyar, kim görür yada görüşlerim neyi değiştirir? ki. Ama belki ben yazdıkça, paylaştıkca rahatlarım...

Değerli yazarımız Halide Edip Adıvar'ın "Vurun Kahpeye" sinde bıraktık ikinci sınıf vatandaşlığımızı, mücadelenin özgürlüğe açılan kapılarını gördük. Kurtuluş savaşı ülkemin kutuluşunun yanında kadınlarımızın da kurtuluşuydu. Başöğretmenimiz, yolundan asla ayrılmayacağımız ATATÜRK'ümüz insanın sınıfı olmadığını, tüm insanların aynı yaşam haklarına sahip olduğunu, eşitlikte kadın erkek ayrımının olmadığını öğretti bizlere. Toplumun bir parçası olan kadınların her alanda ileri bir seviyede olmasını için çıkan kanunlarla Türk kadınlarının iktisadi ve siyasal yaşama katılımlarının sağlanabilmesi açısından yapılan değişikliklerle her alanda kadının varlığının temelini attı. Medeni kanunla başlayan özgürlüğümüz seçme seçilme haklarımızla daha da perçinleşmiş ve Türk kadını layık olduğu değere kavuşmuştu. Kadınlara sağlanan bu özgürlük o yıllarda daha bir çok avrupa ülkelerinde bile bulunmazken Türk kadınına sağlanmış olmanın gururunu yaşıyorduk...

Birey olma hakımızı kullandık, okuma yazma öğrendik, okuduk, yüksek okullara gittik, meslek sahibi olduk, iş hayatına atıldık, her alanda biz de varız diyebilmek için evlerimizin dışında da gücümüze özgürlük gücünü katıp çalıştık. Eğitimlerimiz baba, abi, eş figürlerlerine karşı koruyucumuz oldu. Önderimiz ATATÜRK sayesinde kadınlarımız başını dik tutar oldu. Hiç birşeyden yılmadı kadınlarımız, erkeğine eş, yavrusuna ana, işine malik, evine direk oldu......... ta ki!!! 2000 yıllarına kadar...

1990 yıllarının sonlarına doğru bir takım karanlık güçlerin zayıf beyinlere saldırısı başladı, ilk aşama zayıf olduklarını düşünüp ve hatta bunu emin bir şekilde kabul ettikleri kadınlardı. Yetiştirdikleri bireyleri kadınların içine koydular, kutsal kitabımızın ayetlerini kendi yorumlarıyla aktardılar, korku imparatorluğu yarattılar. Tıpkı üfleyerek kulak yiyen fareler gibi usulca, acıtmadan, yavaş yavaş girdiler beyinlere. Kadına ikinci sınıf olduğunu eşitlik denen olgunun yanlış olduğunu "yanarsın, günahkar olma, yerin çocuklarını yanı, evin, evin direği erkeğin" sözlerini tüm damarlarına zikrettiler. Özgürlüğü gösterip "özgürsünüz" derken hep geriye çektiler...

Sonra kadına saldırı, şiddet başladı. Boşanmak istediğinde eşi tarafından öldürülen, cevap verdi diye eşinden acımasızca dayak yiyen, dekolteliği bahane edilip tecavüz edilen kadın sayısı gün geçtikçe arttı. Önüne geçilmesi çok zordu artık çünkü aleni aile danışmanı adı altında Üresin'ler yetiştirildi, daha geniş bir çevre ile daha geniş anlatımlarla kadına yerini hatırlattılar(!)
Aile danışmanı Üresin'in sözleri üzerine tüm köşe yazarlarımız yorumlarını yaptı, hepsini okudum. Yanlız tüm yazarlarımızın gözünden kaçan bir şey vardı ki! en önemlisi bir kadının ağzından söylenen bu sözlerin yüzdesi oldukça fazla erkeğin beynine yerleşmesiydi. Şakaya vuranların bile çoğunun bir nebze içine kadınının efendisi olduğu düşüncesi girmişti bile, istemeselerde(!) Dört eş alma, bunun resmi nikahla olma sözleri bana göre fasa fiso, orada asıl düşündürücü olan kadınlara aktarılan erkeğin onun efendisi olması, cevap verdiğinde şiddet görmesinin normal olması, erkeğine bakamıyorsa aldatılmasının kaçınılmazlığı, çocuklarını dövsen de seviyorsun ya ehh eşin hem döver hem sever söylemleriydi. Üresin istediği kadar söylesin, gündemi değiştirsin, köşelere söylem yaratsın, geçicidir mi! değil, konu çok derin ve vahimdir.
Çok değerli, bu ülkeye ve insanlığa hizmet veren cağdaş bir Türk doktorunun hasta yatağında evine girilip tüm geçmişine el konulması, değerli bir iş kadınımıza "pornocu" damgası yapıştırılması, değerli bir sanatçımıza "tüm gençlerimizin rüyalarını süslüyor" sözleriyle aşağılanması geldiğimiz noktayı gösteriyor. Ne yazıktır ki son yıllara kadar Cumhuriyet dönemimizde Türk kadını hiç bu kadar küçültülmemiş, hor görülmemiş ve aşağılanmamıştı...










Pazar, Mayıs 15, 2011

MUCİZE İLAÇ (IM)




Günlerdir kumanda panelim ile yorum hanelerinde köşe kapmaca oynuyordum. Blog dostlarım yazı üstüne yazı eklediklerini gördükçe bilgisayarımdan yada son zamanlarda telefon üstüne telefon edip "megabaytmı" her neyse internetin hızını arttırmak istediklerinde baş edemeyip bacılık ettiğimiz TTN'in iki katına çıkarması beklenen hızının hız kestiğinden şüphelenmeye başlamıştım. Acaba dedim benim şu mucize ilacım buna da bir care bulur mu? Bilemedim, hangi kısmına dökeyim ya da pamuğa batırıp neresini sileyim, suyla karıştırayım mı? yoksa sek'mi kullansam falan filan derken neyse dün akşamdan itibaren karşıma çıkan özür dileme yazısına son verip panelime girmeme müsaade ettiler...

Efendim! İnternetin ve çağdaş yaşam teknolojilerinin, kimyasal ürünlerin, bol keseden atılan reklamların ve yeni keşfedilmiş gibi yaygara kopartılarak poşete giren doğal otların olmadığı yıllarda yaşama dair bilgi birikimimizi büyüklerimizden, günlük gazetelerimizden, haftalık yada aylık dergilerimizden alırdık. Gazete, dergi, kitap üçgenimin okunma saatleri iş ve ev yaşamının yoğunluğundan genellikle işe gidiş-geliş vapur yolculuğumda olurdu. Sabahları günlük gazetemi, dönüşlerde kitap okur yada dergilerin yenisi çıkana kadar eskilerini hatim ederdim...

Böyle günlerden birinde "Elma sirkesi, cana can katan kokteyl" başlığı adı altında bir dergide karşıma çıkan bir sayfa dolusu sağlık yazısına rastladım. Elmanın ve sirkesinin faydalarını büyüklerimden bilmemin ötesinde bilmediklerimide yazıyordu. Dedim ya! teknoloji yok o yıllarda ki kopyala-yapıştır yap, wort dosyasında sakla. Eve gelince hemen kestim ve sağlık adı altında açtığım bir karton dosyaya yerleştirdim. O kadar içime sindirerek okumuşum ki! unutmam mümkün değil ama çok severdim ilerde gerekli olabilecek yazıları kesip saklamayı.
Ve halen elimin altındaki karton dosyalara bakıp okumayı internetten bakıp okumaktan daha çok severim...

İşte benim mucize ilacım o yıllardan bu yıllara kadar benimle geldi. Mutfağımda en çok kullandığım, birisi birşeyden yakındığında hemen tavsiye ettiğim, neredeyse ağrıyan yerlerime sürsem faydası olurmu diye düşündüğüm bildiğimiz elma sirkesi. Her markette kolayca bulunabilen, istediğin kadar kullan bütçeyi yormayan, hiçbir zararı olmayan elma sirkesi işte...

Ünlülerimize (!) binlerce lira kazandıran ün'lerine promosyon ün katan şampuan ve reklamlarının olmadığı yıllarda saçlarımızı yeşil yada halis beyaz sabunla yıkarlar son durulama suyuna da saçlarımız parlaklık kazansın diye sirke katarlardı. Sirke kokacağımızı hiç düşünmezdik, ya çocukluk yada hiç sirke kokmadığından. Çünkü sirke evlerde yapılırdı, yediğimiz elmaların kabuğu cam şişelerde su eşliğinde saklanır sirkeye dönüşülmesi beklenirdi. Halis sirke!
Gerçi şimdiki banyolarımızda hamam tası kullanmak yerine delikli süzgeçten akan suya sirke katma imkanı olmadığından saçımızın parlaklığından vazgeçtik. Tüm bilimsel kanıtı üzerindeki etiketinde yazılı, cicili bicili şampuanları hangisi saç dökmez, hangisi kepek yok eder, hangisi keçe gibi yapmaz diye her markayı deniyerek değiştire değiştire kullanmak zorunda kalıyoruz. Faydası çok olmasada kolaylığı bizi cezbediyor.

Yanlız, sirke kullanmanında kuralları var. Ağzında aft çıkan kızım telefonda "anne çok acıyor ne yapayım" diye sorduğunda "elma sirkesi yavrum" yanıtımda ya su katmasını söylemeyi unuttum ya da söyledim o anlamadı bilmiyorum ama sek sirkeyle ağzını gargara yaptığında yaralarının daha çok yanmasından daha sonraları "sirke" sözümden bile "bana birdaha sirke deme" demişti. Ama ben hala bu gibi durumlarda "sirke yavrum" demekten geri kalmıyorum. Sirke şişelerinin üzerinde kullanma talimatları olmadığından nerelerde su ile karıştırılacak nerelerde sek kullanılacak gibi soruları bu konuda ihtisas yapmış birine danışmakta fayda vardır...

Burada elma sirkesinin faydalarını tabi ki yazmayacağım. "Elma sirkenin faydaları" diye Google amcaya yazıldığında yüzlerce sayfada faydalarını anlatır, birde benimki girip yer işgal etmesin.
Ben, sadece mikrop kırma özelliği olan elma sirkesinin başta cilt için mükemmel bir leke giderici ve temizleyici olduğunu belirtmek istedim.

Sirkenin faydalarını çok yerde denedim, kullanıyorum, sonuç alıyorum ve gerçekten mucize diyorum...


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...