Pazartesi, Ocak 31, 2011

01 ŞUBAT


Eşimin doğum günü ve aynı zaman da babamı kaybettiğim gündür 1 Şubat. Raslantı! Doğum ve ölüm gelmek için tarih seçmez. Gerçi son yıllarda doğuma tarih tercihi yapılsada ben yine de nefes alış gününün o gün olduğuna inanırım.
Babamı otuz yıl evvel sıkıyönetimin geçit vermediği soğuk, karlı bir pazar günü kaybettim. Karne almıştı yavrularım, cumartesi hazırlıklarımızı yapmış pazar günü dedeye kalmaya gidecektik, karnelerimiz dedeye göstermek için hazırlanmış heyecanla sabahı bekliyorduk, kardeşlerim ve babam da bizleri özlemiş bekliyorlardı. Sömestr tatilimizi hep birlikte geçirecektik, olmadı!
Gece telefonla hastalık haberi geldiğinde ulaşma imkanım yoktu, sokağa çıkma yasağı sabah yedide bitiyordu. Başvurularımız sonuç vermemişti, izin almak için bile sabahı beklemek zorundaydık, yetişemedim!
Babacığımı hasta olup yatmadan bir gece içinde sonsuzluğa uğurlamıştık ve ben onu uzun süre görmemiştim. Halen içimden çıkmayan bir yaradır bu...

Üç ay sonra evliliğimizin otuzdokuz yılını geride bırakıp kırk diyeceğimiz eşimle raslantı bağımız sadece bununla kalmaz. Ben 1 Ocak doğumluyum ve eşim de babasını 1 Ocakta kaybetti, 2000 milenyum yılına girdiğimiz o gece eğlence sonrası aldık haberi. Yetişmiştik ama fazla zamanı yoktu kayınpederimin. O tarihlerden sonra doğum günlerimize seneyi-devriyeler eşlik etti...

Aynı yılın çocuklarıyız eşimle, biz çok genç evlendik, şimdiki gençler gibi değil çocuk yürekliydik adeta, "yol bilmez yordam bilmez" denir ya onun gibi işte. Bir yola çıkmıştık birlikte ve çok kimsemiz yoktu yakınımızda, yanlızdık! Birbirimize sarıldık yanlızlığımızı tamamlamak için. Daha kendimizi bulmadan bir yıl arayla iki çocuğumuz oldu, şaşırmıştık, tökezledik ama düşmedik. Çalışan bir annenin olduğu bu ailede zorluklar başlamış dar yollara girmiştik, dar yolları geçmek için daha sıkı sarıldık. İki yavrumuzla birlikte dört kişiydik bu yollarda ama dar yolları geçmek elimizde olduğuna inancımız vardı. Çocuklarımız bu inancımızın temel taşıydı. Onlar bize biz onlara güvendik, yaşlarından umulmayacak kadar yardımcı ve arkadaş oldular bize, her konuda hep beraberdik, hep el eleydik. Zaman geldi yollarımız genişledi ama biz asla bu genişliğe aldanmadık, idareli kullandık bu genişliği, zaten dar yola da alışmıştık:)
Kırılmadık mı? kırıldıkta, darıldık da ama bu hiç bir zaman uzun sürmedi. Karşılıklı özveriyi ilaç niyetine kullandık. Fasa fiso zevklerimiz uyuşmadı bazı zaman, renk seçimi yaptık yada yemek seçimi, gezi seçimi gibi. Ama iki kişinin birlikte yaşamasının temel duygularından hiç ayrı olmadık. Sevgi, vicdan ve düşünce özgürlüğünden ödün vermeden hep anlaştık...

Ve artık iki kızımızın yanında iki değerli oğlumuz ve üç muhteşem torunumuzla dokuz kişilik kocaman bir aile ile en geniş yollardayız...



Sağlıkta ve hastalıkta demiştik, bu söyleme sadık kaldık. Birlikte çalıştık birlikte emekli olduk, şimdi bir evi 24 saat (bir kadın için ne kadar zor olsa da:)) birlikte paylaşıyoruz. Bir bilgisayarı, bir televizyon kumandasını da.
Bilgisayar sorununu çocuklarımızdan doğum günü hediyesi olarak bugün itibariyle çözdük de, sanırım bozulan 2. tv yerine bir yenisini almak gerek:)))

Daha nice yıllarda sen hep yanımda ol, DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN...


Pazartesi, Ocak 24, 2011

SABAH ÇAYI


Sabahları mutfaktan yayılan çay kokusunun üzerine koku varmıdır? Ne güzeldir o koku, huzur doludur ibriğin ucundan çıkan buharın her bir zerresi. Sabahları gün ışığınla harmanlaşan çay kokusu sağlıklı bir güne başlamanın mutluluğudur...
Hazırlanan, farketmez ne olursa olsun bir kahvaltı sofrası ve çay herkesin sevgisini taşır. Hele kızarmış ekmek kokusu çay kokusuna karışırsa bir de yanında gazete olursa...
Akşam yada ikindi vakti (diyelim ki beş çayı) demlenen çay kokusu da günlük işlerin bitim ritmidir sanki. Huzurla bitirilen bir günün noktası gibi. Ben, her iki durumda da içilen çayın her yudumundan bu zevki alırım...

İşte bu sabah mutfaktan sızan ve odama kadar gelen böyle bir çay kokusuyla uyandım (Ben gececi, eşim sabahçı olarak vardiyalı yaşadığımızdan genelde sabah çayını eşim yapar da) ve uyku arası babacığım düştü aklıma, anılara sarıldım yorgan niyetine. Uykumu alamamıştım henüz ama dedim ki kendi kendime "kalk da yaz,anılar can bulsun satırlarda..."

Çayı çok severdi babacığım, çay ve çorba, en değerli içecek-yiyecekti onun için. Çok da içerdi, onun için çay her daim ocakta ya da sobada bulunması gerekli bir şeydi. Çocukluğumda bir semaveri olduğunu hatırlıyorum, annemle kendine çay dolduruşunu, karşılıklı çay içişlerini, sonra ne oldu o semavere bilmiyorum. Daha sonraları çay arkadaşı ben olmuştum "çay arkadaşsız içilmez, tadı buruk olur" derdi. Babacığımla çay saatlerimiz, soba üzerinde dumanı tüten çaydanlığımız ve karşılıklı çay keyfimiz her daim çay fincanımın içinden bana gülümser...
Zaman zaman çayın çok değerli olduğunu, bardağımıza girene kadar çok zor yollardan geçtiğini söylerdi. Toplama, kurutma aşamalarını anlatırdı. Aslında babam ne Karadeniz'lidir ne de çay tarlaları vardı ve hatta çay tarlası gördüğü bile söylenemez. Ama çok okurdu babam, ne bulursa okurdu, okuduklarını aktarmaktan da zevk alırdı. İlk hatırladıklarım arasında akşamları Akşam gazetesinden, en büyük pehlivanımız Koca Yusuf'un tefrika halinde yayımlanan hayat hikayesini seslice okurdu, annemin şiş sesleri eşlik ederdi babamın sesine, bizde masal dinler gibi dinlerdik.
İlk okulda okuduklarımızın yanında babamın anlattıkları da ikinci bir okul gibiydi bize. Kurtuluş savaşını anlatırdı, Atatürk'ü anlatırdı, kurtuluş savaşının son yıllarında küçük bir çocuk olmasına karşın yaşamış gibi anlatırdı Kurtuluş Savaşını. 2. Dünya savaşını, savaşa girmeden nasıl korunduğumuzu, Hiroşima'da atılan atom bombasını, İnönüyü, Halide Edip Adıvar'ı ilk babamla tanıdım ben, Nazım Hikmet'i de. (Konu saptı çay kaybolacak aradan, anılar düşünce akıla dururmu tek bir konuyla.)

"Çay demlemek sanattır" derdi, defalarca kendince geliştirdiği çay demlemesini anlatırdı babacığım. Kaç kere dinledim bilmiyorum ama çok dinlediğim kesin.
"Çaydanlığa suyu kaynatmak için koyduğunda demliğine de çayı koyacaksın, bir tatlı kaşığı çay iki çay bardağı suya eşittir, ona göre hesabını yapacaksın, tozu, çöpü gitsin diye iki kez yıkıyacaksın. Su kaynamaya başladığında en az bir dakika kaynamasını bekleyeceksin ki demlikteki çay ısınsın yoksa suyu hemen dökersen çay haşlanır, sonra kaynayan suyu önce ibriğinden sonra ağzından yavaş yavaş demliğe dökerek demini vereceksin, bu durumda çay hemen çöker ve ateşi iyice kısıp ondört dakika çayın demlenmesini bekleyeceksin." diye hem çay demler hem de anlatırdı. Bir de demliğin ibriğinin ucuna kağıttan küçücük bir külah yapar koyardı, buharı içinde kalsın diye.
Gülerek, niye onüç değil, onbeş değil de ondört dakika dediğimizde, "demini tam ondört dakikada alır, hesapladım ben" derdi. Gerçekten en güzel çayı babam demlerdi, çay ustası babacığım benim, ruhun şad olsun...

Hepinize güzel demlenmiş buram buram kokan bir çay eşliğinde sağlıklı huzurlu kahvaltı sofraları dilerim...

Pazartesi, Ocak 17, 2011

CANO'M


Bu CAN, bizim canımız, cancanımız, canomuz, ailemizin en küçük üyesi. Can henüz iki yaşında, iki yaşının tüm duygularını gözlerinde, yüreğinde gerçek olarak yaşayan en masum varlıklardan sadece birisi "O".
Konuşmayı tam beceremesede tüm renkleri tanıyor, onun için mavi "ma" kırmızı "mızı" bembe "peme" yeşil "yşi". Kayıp balık nemo'yu masal olarak dinlemesini seviyor, Winnie The Pooh, şrek ama ille de şimşek Mc Queen'i çok seviyor. Kısa izlemelerle sınırlansada aklına geldiğinde "mak neyn, mak neyn" diye ortalarda dolanıp duruyor. En çok nazının geçtiği dedesinden yardım beklercesine "kak, kak" diyerek cd'yi koymasını istiyor. Hele "mak neyn" oynamaya başladığında koltuğa bir yerleşmesi var ki! Yemek masası hazırlandığında ilk hemen sandalyeye yerleşiyor, yemek düşkünlüğünden değil; birlikte olmaktan, masanın bir parçası olmaktan hoşlanıyor. Can zamane çocuklarına inat söz de dinliyor:)) Kuzguna yavrusu misali harika bir varlık benim Cano'm...

Can bu hafta sonu bizim misafirimizdi, yanlız, yani dede Can ve anane. Sorun olmazdı, olmadı çünkü Can bize çok düşkün, "anen" diye peşimden ayrılmaz, hele ki dedesine düşkünlüğü anlatılır gibi değil. Evindeyken bile durup dururken aklına dedesi düşüyor "dede,dede" diye kapılarda gözü. Telefon çalsa "dede" kapı çalsa " dede", sokaklarda dedesiyle gezmekten, top oynamaktan çok mutlu oluyor. İki gün bir gece birlikte oynadık, güldük, yerlerde yuvarlandık, çok mutluydu. Anneyi ararmı? diye düşünsekte aramadı, sormadı. Can'la birlikteliğimiz çok bizim, baba işe gidiyor geliyor, belirli günlerde anne okula gidiyor geliyor ve bu zamanlarda Can hep bizimle. Bazen ablasını soruyor "okulda"dediğimizde kabulleniyor. Şimdi bunları yazmamın sebebi Can'ın bana hafta sonu yaşattığı duygu yoğunluğu...

İkinci günün ikindi vakti baba, anne ve abla geldiler, bu arada Can cıvıl cıvıl çoşkuyla dolaşmaktaydı ortalıkta, ailesi gelince pek değişiklik yapmadı sadece biraz çoşkusu artmıştı. Biraz zaman geçtikten sonra ki sanırım onların gelişini tam olarak içine sindirmiş olmasından yerde oturan ablasının kafasını iki elinin arasına alıp saçlarından öptü sonra yere oturup dizlerinden öptü, yetmedi yüzünü ablasının yüzüne gülerek yaklaştırdı. Sonra kalktı babasının yanına gidip bacaklarına sarıldı onunda dizlerinden öptü çünkü yetişebildiği en yakın yerdi aradığı, odada olmayan annesini farketti içeri gitti annesini öptü dündü geldi yine ablasına sarıldı, sonra babaya, anneye, bu üçlüyü iki kez dolaştıktan sonra "dede" diyerek dedesine gidip sarıldı sonra bana "anen" diyerek koştu. Sizlen de mutluydum demek istedi dağıttığını toplar gibi. Can ailesini özlemişti, özlem duygusunu tanımış ayrılığı anlamıştı. Daha sonra annesinin toplandığını fark ederek anında bize dönüp "by,by" dedi kalmayacağını, onunda gideceğini sağlamlaştırmak istercesine...

Can gitti, ailesinle, annesinle, babasınla, ablasınla gitti. Can yine bize gelecek, biz yine Can'a gidecez. Biz hep birlikte olucaz. Ama Can giderken sergilediği özlem sahneleri ile içimde bir ateş topu bıraktı.
Düşündüm, ağlayarak düşündüm, çocuk yuvalarını düşündüm, sokaklardaki kimsesiz çocukları düşündüm, ailesinin bıraktığı ya da aileden zorla kopartılan çocukları düşündüm. Annesini babasını tanımadan kaybedenleri düşündüm. Kalabalık içinde anlam veremedikleri yanlızlıklarını düşündüm, içlerinde olan ama tanımını bile bilmediği özlemlerini düşündüm, duyguyu tanımadan duygu eksikliğinin yüreklerinde yarattığı korkunç acıyı düşündüm...

Allah hiç bir çocuğu ailesinden, annesinden, babasından, yuvasından ayrı koymasın. Bir çocuk için hiç bir yer; pamuklara sarılsa da, sevgi küpüne batırılsa da gerçek yeri olan anne kucağından daha değerli değildir...






Pazar, Ocak 09, 2011

İYİ PAZARLAR :))


"Bir tatlı tebessüm bin vuslata bedeldir..."
Ne güzel söylemiş sanat güneşimiz, güfte yapmış, bestelemiş ve yıllarca dillerden düşmeyen, ilk satırı her zaman, her fırsatta tekrarlanan çok güzel bir eser çıkmış ortaya...
Gerçekten tebessüm eden bir yüz nereden, ne zaman gelirse gelsin keyif verir, yorgunluk alır, gerginlik giderir...
Sanal alemde bile işaretimsi yaptığımız tebessüm eden yüz ifadesi, okurken gayri ihtiyari yüzümüzü tebessüm ettirmiyormu? Aslında iki nokta üstüste ve tırnak işaretidir yapılan ama biz ihtiyacımız olan tebessümü görürüz orada...
Tebessümün yaşamımızın doğal ihtiyacı olduğunu çoktan unutur olduk, oysa bir tebessüm belki de bir çok olumsuzlukların çözümüdür...
Yorgun olabiliriz, kırılmışızdır, üzülmüşüzdür, bazı şeyler ters gitmiş sıkılmışızdır ve hatta acımız bile olsa yaşamımızdan tebessüm ihtiyacını çıkarmamalıyız. Unutmayalım ki tebessüm etmeyi hatırlamazsak hem kendimiz hem de karşımızdakini mutsuz ederiz...
Örneğin, markette kasa elemanı yorulmuştur, günün geç bir saati ise iyicene yorulmuştur. Acele ederiz ya! bizimde yetişmemiz gereken işimiz vardır (hele son yıllarda yetişmememiz gereken hiç bir işimiz olmuyor nedense:)) bu durumda kasa görevlisine bir tebessümle cevap vermek belkide onun yorgunluğunu bir an unutturur. Yada yolda yürürken karşıdan gelen bezgin biri hiç tanımadığı birinden aldığı bir tebessümle yeniden canlanabilir. Herhangi bir yerde sıra varsa öne geçmek isteyen birine tebessüm ederseniz belki de yaptığından utanır...
Sosyal yaşantımızın içinde tebessüm beklentimiz bana tebessüm etsin diye beklemek de değildir. Kendiliğinden oluşan tebessümlerdir içe huzur veren. Patronumuz tebessüm ederse çalışma verimimiz artar, eşimiz tebessüm ederse mutluluğumuz, çocuklarımız tebessüm ederse sevgimiz, komşumuz tebessüm ederse dostluğumuz artar; tebessüm edersek arttırırız. İnsanlara tebessüm edersek- ederlerse de insanlığımız...
Güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, çiçeklere, dalgalanan denize, süzülen bulutlara, yağmura, kar'a tebessüm etmek yüreğe tebessüm depolamaktır...
Yaşamınızdan tebessüm eksik olmasın. Bol tebessümlü güzel bir tatil günü dilerim...

Pazartesi, Ocak 03, 2011

BİR YOL HİKAYESİ


İşte gidiyorum!
"Gitmek zorundayız" dediklerinde bu kadar kolay ve çabuk olacağını düşünememiştim. Bana sorulsaydı istermiydim acaba? yoksa çaresizlikmiydi suskunluğum. Aslında çocuk bedenim bu gidişi kabullenmeyecek kadar yorgun. Giderken arkamda çocukluğumu bırakıyorum, bir daha dönemeyeceğim dönersem de bulamayacağım çocukluğumu. Gittiğim yer yeni bir hayatın başlangıcı olmalı, bunu hissetmek bile beni rahatlatmıyor. Korkuyorum! Yakınlarım var orada, beni kendim gibi seven, kendim gibi sevdiklerim. Güvende olacağımı biliyorum ama yine de korkuyorum...

Boş odada kalmış son bir eşya, tahta bir masa, kitabımı koymuşum üzerine gitmeye itiraz edercesine. Son kez yüklüğe girdiğimde ayağıma takılan yırtılmış ufak bir kağıt parçasında "yeşillendi şim" yazıyor, yeşillendi şimdi toprağın satırlarından koparılmış düşmüştü, onun itirazı yüklükten bile çıkmamaktı. Sahi! gittiğim yerde merdiven altı varmıydı? yada kaçıp saklanacağım, saklanıp ağlayacağım bir yüklük. Peki ya şu köşedeki sokak lambası, belki bir daha kitap bile okuyamam...

Bir çocuk tutuyor elimi, sıkıyor kuvvetsizce "hadi" diyor hadi! bakıyorum bana çevrilen simsiyah bir çift göze içim yanıyor, simsiyah gözler gözlerimden içime akıp yüreğime dokunuyor. Sıkıyorum elini kuvvetlice, yanımda götürdüklerimiydi değerli olan bıraktıklarım mı? Bıraktıklarım zaten bir daha sahip olamayacaklarım, götürdüğüm sevgilerin yanına rüzgarıyla yerleşenler...

Son bir kez arkama baktığımda durgunluğuma iki damla gözyaşı itirazıydı. Özleyeceğim, doğduğum-büyüdüğüm-kazandığım-kaybettiğim yaşamımın kısacık yıllarına sığmayacak kadar çok yaşadığım bu yerleri, hemde çok özleyeceğim, en çokta komşu Hayriye teyzenin bahçemize sarkan iri mor erik dallarını özleyeceğim...





Öykü Atölyesi
Fotoğrafın dili çalışmasıdır...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...