Pazartesi, Ağustos 30, 2010

UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ




EY TÜRK GENÇLİĞİ!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.


Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.


Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur !








30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ TÜM ULUSUMUZA KUTLU OLSUN




Cumartesi, Ağustos 28, 2010

TARHANA




Tarhananın ne tarifi ne de tarihçesi bu yazı, yok olan değerlerimizden sadece birinin hikayesi...
 
Tahrana (Prensesimin ilk tarhanayla tanışmasının deyişiyle) yaptım, zorlu bir mücaadele ile. Sanırım yaşlanıyorum çok yordu bu sefer, tam beş gün tarhanayla yattım tarhanayla kalktım diyebilirim. Kolay iş değil tarhana yapmak... Yoğurdu süzeceksin ki! az un alsın, sonra un çorbasına benzemesin, mayalanmasını tutturmalısın ki! ekşi olup mide yakmasın, kıvamında kurutacaksın ki! kolay parçalansın. Son aşamasına geldikten sonra bir hafta, günde birkaç kez karıştıracaksın ki! iyice kurusun kışın kurtlanmasın...
 
Bunlar büyüklerimizin kulaklarımızdan çıkamayan sözleri.
Değişen yaşamlarımızla tarhana yapılmasına gelirsek malesef daha zor koşullar oluşuyor. Camı açıp kurutursan toz olur, endirek güneşle evir çevir, tarhana parçacıklarınla içli dışlı arkadaş olacaksın. Kurutma aşamasını tutturmalısın ki! parçalıyıcı kullanıp, vitaminini azaltmayacaksın. Kevgirden (yani süzgeç, bu tür işlemlerde kevgir demeyi severim. Eskiyi hatırlatır bana.) geçirirken el yıkama seanslarını sıklaştırıcaksın, avuçlarının kızarıklığını unutup, elenmiş tarhanaya gülücük atacaksın. Artık yer sofrası unutulduğundan ayakta, masa başında bel ağrılarınla kavgaya tutuşacaksın, zorunlu ara verip başka işlerle uğraşın bitince bekletilmekten hoşlanmayan sevdalın gibi hemen ona koşacaksın v.s...
 
Değerli bir besindir tarhana, C vitamini deposu domates ve kırmızı büberin vitamin değerlerinin kaybolmadan kurutulması ile iki taşımlık kaynamada saframıza geldiğinde ki lezzetinin yanı sıra besleyici değeri de herkes tarafından bilinir. Bebeklerin ilk yemek yemeye başlaması ile Dr.ların yemek listesinde de ilk sırayı alır ve tüm bebekler bu lezzeti çok sever...
 
Çocukluğumuzun en eğlenceli büyüklere yardım oyunumuzdu. Ellerimizi yıkarken başımızda bekleyen büyüklerimiz, ellerimiz havada getirtip oturturlardı sofra bezinin yanına, bağdaş kurduktan sonra önümüze verilen tarhana parçacıklarını ufalardık güle oynaya. Bize bu işi vermekle "bizde yapmak istiyoruz, bizde" ısrarlarımızdan sıkılıp bize iyilik yapıyorlar sanırdık. Ama aslında biz onlara iyilik yapıyormuşuz, bunu çok sonraları anladım. Aile bütünlüğü olan akraba topluluğu bir arada yapardı tarhanalarını, muhabbetle, sevgiyle. Sanırım yoruldukları zaman üzerlerine örtülen tülbent beklemeye alırdı tarhana parçacıklarını, çaylar kurabiyeler girerdi muhabbetin ortasına o zaman. Bıraktıklarında bir sonraki seans için saat sözleşmesi yapılırdı. Tarhanayı zevkle içmek kadar yapmak da çok eğlenceliydi çok önceleri...
 
Günümüzde belki istisna köylerimizde devam ediyordur tarhana hikayesi ama İstanbul'da artık bitti. Bizle birlikte yok olmaya mahkum bir besin oldu. Önümüzdeki yıllarda marketlerin raflarında sıra sıra dizili, değişik marka paketlerinde görecekler çocuklarımız tarhanayı, hatta görmeye başladılar bile. Makina tarhanası!
Hazır paketin tamamını 5 bardak suyla ıslat ve karıştıra karıştıra iki taşım kaynat. Boşaltılan paketi çöpe at ve çorbanız geldi! Zahmetsizce, birde tavuk suyuna olanları var. O nasıl tavuk suyu ise, tavuk bile suyunun pakete girmesinden hoşlanmamıştır ya!
 
Bu arada yazım kimseyi rencide etmek için yazılmamıştır. Değişen yaşam koşulları, zaman ve çağ gereği ilerleyen teknoloji, globalleşen dünyamız ve biz, bugüne gelinmesi kaçınılmaz tabi ki!
Eskiyi devam ettirme çabası değil derdimiz, eskiyi anma muhabbetimiz...
 
 
 
 
 
 
 

Pazar, Ağustos 22, 2010

UMUT ÇOCUKLARI ONLAR


Doğuda görev yaparken okuma yazma seferberliğinde tanıdım Neşe'yi, 38 yaşındaydı, adı gibi neşeli şen şakrak bir kadındı. Bütün sınıfı güldürür okuma yazma zorluğunu başındaki tülbente yüklerdi. "Bu" derdi, "işte bu hocanım bu güne kadar okumayı öğrenemedikse suçlusu bu tülbent, kadın olmak." Tülbentini kafasından sıyırır "şimdi bak nasıl kolayca okuyacağım görün" der, kahkahayı basardı. Çat pat okuyor, çok zorlanmıyordu aslında, "çok iyi gidiyorsun Neşe" dediğimde "yetmez hocanım kitap okumalıyım, kalın kalın kitaplar, muhtarın odasında ki kitaplar gibi, senin okuduğun kitaplar gibi" derdi...
 
Üç erkek çocuğu vardı Neşe'nin, Hasan'ın avradıydı. Hasan'ın avradı detirtmezdi kendine "Hasan'ın ikinci avradı" diye düzeltirdi, neşeyle kahkaha atarak. Neşesinin altında yatan iç dünyasını merak etmeye başlamıştım, ama soramadım, ta ki bir gün gözlerinde ki hüznü yakalayana kadar da sormadım. O gün yüzü gülerken gözleri ağlıyordu sanki, "neyin var Neşe" dediğimde "yok bir şey hocanım, benim herif bu kadar okumanın yettiğini, işlerin aksayıp durduğunu söyler durur da" dedi. Sanki sorularımın cevabı bu değildi, hissetmiştim bunu. Ve Neşe bir daha okula gelmedi...
 
"Dokuz yaşındaydım, okula başlama yaşım çoktan geçmiş ama okula gitmek, okumak istemekten de hiç geçmemiştim. Her yıl okul açıldığında defteri kalemi alınan abimi kıskanır, onun defterine kalemine sevgiyle dokunur ağlamaktan gözlerim şişerdi, ağlamalarım babamı çok kızdırır birde üstüne dayak yerdim. Anamın çaresiz bakışlarına sığınır, yardım isterdim ama anam zaten çok dayak yerdi, birde benim için yemesin diye gözyaşlarımı, akan burnumu şalvarıma siler, kaderime küserdim. Bilirsin işte çok okumam yoktur, aha bu oğlan okusun isterim de kaçar kaçar durur hocanım şunu bir zapdet demeye geldim."
 
Elime ne zaman okumak için bir kitap alsam aklıma Neşe gelirdi. Kapının hızlı hızlı çalınması ile işte karşımda Neşe duruyordu. Elinden tuttuğu, sıfıra vurulmuş saçları, korkudan sinmiş, başı önünde, çelimsiz bir erkek çocuğu ile. Kapıyı açtığımda Neşe hiç durmamış, hemen anlatmaya başlamış aynı zamanda kıvırdığı iki parmağınla da oğlanın kafasına kafasına vurmaktaydı. İçeri aldım "dur sakin ol, otur hele," dedim, neşe beni duymadı bile ama sanki itaat eder gibi sedirin köşesine ilişti, çocuğun elini bırakmıyor bir yandan da anlatmasına devam ediyordu...
 
"Dokuz yaşındaydım; aha şunun yanında anlatayım da belki anlar hocanım. Okul açılmıştı, yine çok ağlamış okula gitmek istemiştim, babam olmaz diye diretiyor iki çocuk okutacak parası olmadığından bahsediyordu. Benim okula gitmem iki defter iki kalem demekti, zaten abimi zor gönderiyor birde benim masrafıma yetişemiyeceğini tekrarlayıp duruyordu. O yıl ne oldu da bilmem daha çok ağlamış daha çok dayak yemiştim.
Anam ağlamalarıma dayanamamıştı zahir, babam evden gidince okula gitmekte olan abimin elinden kalemini aldı hışımla ortasından kırdı. İki kalem yapmıştı anacım, sonracıma kalemi bıçakla bir güzel yonttu, abimin defterinin ortasından sayfalarını çıkarttı ve iğne ile dikti. İki defterimiz de olmuştu ama abim kızıyor babama söyleyeceğini avaz avaz bağırıyordu. Söyle dedi anam baban beni döver bende seni döverim."
 
Yorulmuştu Neşe, gözyaşlarını yemenisinin ucuna silerken neşeli Neşe geldi gözlerimin önüne, hiç okuldaki haline benzemiyordu. Neşesinin altına sakladıklarını, belli ki unutmak istediklerini, içindeki yaranın kalkan kabuğu ile hem ağlıyor hem anlatıyordu.
 
"Bilesin" dedi, "bu köyde kimse bilmez bunu sen bilesin hocanım, birde şu haylaz oğlan." Ben merakla oğlu ise halen başı ününde dinliyorduk. "Sevinçle okula başlamıştım, öyle ders saati falan yok babam çıktımı bi koşa okula gidiyor, geleceğine yakın dönüyordum. İşe falan gitmezdi babam, kahveye giderdi bol bol. Anam bilirdi döneceği saati, tenbihlerdi beni. Okulda beş sayfalık defterimle yarım kalemim herşeyimdi, sayfalara yazmaya kıyamaz kalemi de kullanmaya acırdım. Hocanıma bakar, okumayı anlattıklarınla anlamaya çalışırdım. İşte az bi okumayı o zaman öğrenmiştim. Bir gün kaleminin bittiğini babama söylerken duydum abimi, kalem erken bittiği için dayak yemişti de babama anlatmıştı her şeyi. Çok dayak yemiştik hepimiz, en çok da anam yemişti, aha şurası da onun izi." Bu arada yemenisini çıkarmış alnının üstündeki saç kıvrımlarının arasında derin bir yara izini gösteriyordu." Ama şu yara izi ne ki hocanım anam ölmüştü üç gün sonra. Öldü dediler, vadesi bu kadarmış, kahırdan. Yok hocanım ben biliyorum ki yediği dayaktandı. Sonra oniki yaşıma gelince de bu köye bir çift öküz karşılığı verdi babam, benim herife ikinci avradı olarak, Hatice ablamın kuması yani. Hatice ablam iyidir de benim herif döver bazı, işte o yüzden devam edemedim okula hocanım."
 
---------------------
Öğretmen bir arkadaşım anlatmıştı Neşe'nin dramını, biraz süsledim bende, üstünden çok zaman geçtiği halde hiç unutamam. BİR KURŞUN KALEM, BİR DEFTER her zaman Neşe olarak döner bana...
 
UMUT ÇOCUKLARI ONLAR, ÇOK BİR ŞEY DEĞİL İSTEDİKLERİ, OKUMA ÖZGÜRLÜĞÜ İSTİYORLAR... BİR KURŞUN KALEM BİR DEFTERLE OKUMAK RENKLİ KALEMLERE ULAŞMAK İSTİYORLAR...
 
GELECEĞİMİZİ RENKLİ KALEMLERE DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN 1MK SAYFASININ "BİRMİLYONKALEM UMUT ÇİÇEKLERİ OKULDA" KAMPANYASINA DESTEK OLALIM...
BÖYLE BİR KAMPANYAYA İMZA ATTIKLARI İÇİN 1MK GÖNÜL YOLCULARINA ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM...
 


 
 
 

Cumartesi, Ağustos 21, 2010

EVET Mİ? HAYIR MI?



Çok sıcak bir yaz, çok sıcak bir ramazan ayı ile soğuk, bunaltan, sıkıcı, bıktırıcı siyasi günler geçiriyoruz. Ramazan'ın bitimi ile ülkece "vur patlasın, çal oynasın" (hiç derdimiz yok ya hani!) bayram yapacak, hemen arkasından bayram coşkusuyla daha kendimize gelmeden sandıklara koşacağız. Severiz bu tür etkinlikleri, milli gururumuzdur bu, göğsümüzü gere gere gider birilerinin dürtüklemesiyle paşa paşa oyumuzu veririz. Akşamında da şöyle köşemize yerleşir sonuçları bekleriz, takım karşılaşması gibi yani. Partimizin artan her bir oyu, takımımızın bir gol atma sevincini yaratır bizde...
 
Referandum yapacağız ya! Ne demekse referandum? Bilmeyiz biz referanduk, meferandum bal gibi parti seçimi yapacağız işte. Sandıklara gitmemizin amacı "Partim ne istiyorsa doğrudur, ben partimi desteklerim" dir...
 
Okuma seferberliği ile okuma yazma oranı artan ülkemizde ne yazık ki! okuma özürlüsüyüzdür. Okuma zahmetine hiç katlanmayız, bilgimiz hep sağdan soldan duyma, işimize geldiği gibi algılama, çıkarlarımız doğrultusunda alkışlamadır. "Herkesin doğrusu kendisine doğrudur" olsa bile bazı doğrular vardır ki herkese doğrudur. Bunun için de okuma, araştırma, mantık girer işin içine, anlayarak, bilerek, doğru yönde kullanmalıyız oyumuzu. Evet yada hayır farketmez, farkeden şey neye evet yada neye hayır diyeceğimizi bilmemizdir...
 
Neyse, blogum siyaset yazmamdan hiç hoşlanmaz ama istemeden ara sıra kaçıyor işte...
 
"Kuralları biliyorsunuz, o iki kelimeyi katiyen kullanmayacaksınız, sorularıma makul ve mantıklı cevaplar vereceksiniz, başınızı emme basma tulumba gibi sallamayacaksınız, Mehter Marşı'yla geleceksiniz, İzmir Marşı'yla gideceksiniz."
 
Yukarıda ki satırlar Sayın Erkan Yolaç'a ait, kulakları çınlasın. Yıllardır çok severek seyrettiğimiz ve evlerimizde kendi aramızda bile oynamaya çalıştığımız sevimli yarışmayı hatırlarız hepimiz. Bir dakika bile "evet" ve "hayır" sözcüğünü kullanmadan konuşmak ne kadar zor olduğunu bu şirin yarışma öğretmiştir bizlere. Yarışmada bu iki sihirli sözcüğünü kullanmadan konuşan kazanır ama büyük çoğunlukla evet yada hayır sözcüğü araya girer ve yarışmacı yarışmayı kaybeder...
 
Şimdi, efendim! Ülkece biz bu sandıklara gidip "o" iki sihirli sözcüğü kullanmasak kazanırmıyız acaba? Bence kazanırız, milyarlarca yapılan referandum masrafının çöpe atılmasına karşın kazanılır...
 
Ben ve eşim kazanmaktan yanayız, daha doğrusu YSK kazanmamızı istiyor...

Seçmen yaşına ulaştığımdan bu yana defalarca İstanbul'un orta yerinde oy kullandığım (ız), seçmen kabul edildiğim (iz) halde, her nedense bu sefer YSK nüfus kaydımızın bulunduğu eşimin memleketine yönlendirmişler. Muhtarlıkta adresi kayıtlı evimizden 1000 Km'lik uzaklıkta bulunan sandıkda seçmen yapmışlar bizi. Artık ne düşündülerse?
İtirazlar da referandum sonrası...
...
Merak bu ya!
**Referandum sonrası itirazımız halinde referandum iptal olur mu?
**1000 Km.lik yolu göze alıp oy kullanmaya gitsek YSK yol harcirahı öder mi?
**Gitmediğimiz takdirde Referandum da "evet" yada "hayır" sözcüklerini kullanmadığımız için YSK kazandığımız bulgur,pirinç,nohut gibi baklagilleri evimize gönderir mi?
 

Ne dersiniz???


 
 
 
 
 

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

RAMAZAN VE YAZ




Ramazan ayı ve oruç ile tanışmam yaz sıcaklarına rastlar. Onun içindir ki sıcaklara rastlayan ramazan ayı beni hep o günlere götürür. Bugün "akrabalar" diye adlandırılan ama o yıllarda bizim için "aile" olan, sevgi ve saygı ile bütünleşen geniş ve gerçek aileye "bir" iftar ve sahur sofrasını bile ayrı geçirmediği, ezan sesiyle minarelerde yanan ışıklarla masa başında toplanıp duaların eşliğinde yemek yemelerine, çoşkulu muhabbetlerine, teravih namazlarına ve sahura kadar süren birlikteliğine...
 
Küçüktük ama anlamak istiyorduk bu aydaki güzelliği, değişikliği, bereketi. Biz çocuklara kurulan sofralarda büyüklerin olmayışını, bütün gün yemekler yapıldığı halde yemek için "o" gizemli bir o kadar da güzel kandil ışıklarını beklediklerini ve sofralarda bulunan üç öğünün muhteşem dizilişiyle bir araya gelişini...
 
Meraklı sorularımız karşısında anlatılanların, bugün bulamadığım ramazan ayı ve oruç'un güzelliği çok özendirmişti bizi, anlayabildiğimiz ve bizi ilgilendiren kısımlarını zevkle dinlemiş ve sonuna bağladıkları "oruç aç kalmak değildir, oruç ruhun bedeni terbiyesidir." sözüne kulak bile asmamıştık. "Güneşin doğuşu ile batışı arasında hiç bir şey yenmeyecek" ti! anladığımız en önemli nokta buydu...
 
Çocuktuk ve çocukluğun tüm çoşkusuyla oruç'u yakaladık!
 
Benim için ramazan; kalabalık çoşkulu sofralardır, geceleri açılıp pişirilen, sıcacık yenen börekler, kaynatılan kompostolardır, sahura kadar "uyumayacağım" diye direnip divanın bir köşesinde uyuyakalmaktır. Kuzenlerimle hiç bıkmadan balkondan iftar öncesi bir saat camiyi seyredip, kandillerin yanışını beklemektir, "kandiller yandı, oruç bozuldu" nakaratını makamlı bir şekilde tekrarlamaktır. Belden büzgülü elbisemizin eteğine ağaçtan kopardığımız meyveleri toplamaktır, yiyemediğimiz meyveleri sakladığımız elbiselerimizi leke yapıp azar işitmektir, asmadan kopardığımız korukları yalayıp yiyememektir, oyun oynarken sıcaktan ve açlıktan bitap düşüp ağaç altında uyumaktır. Çok susadığımız bir gün kuzenimle unutmuş gibi yapıp bir bardak su içmektir, mendilimizin içine sakladığımız çikolata iftara kadar eridiği için çok ağladığımızdır. Benim için ramazan annemin un kurabiyeleridir...
Ve
çooook sonraları kızımın oruç tutma girişiminde yememenin yanında doğal ihtiyacınıda tutacağını zannedip "artık daha tutamayacağım" deyip tuvalete koşmasıdır...




Tatil dönüşümün geç olmasından, beş gününü geride bıraktığımız ramazan ayı tüm müslüman alemine, dostlarıma, yolu bloğumdan geçen tüm yolculara hayırlar getirmesini, sofralarımızdan bereketin, yüreklerimizden sevginin, dilimizden muhabbetin eksik olmamasını dilerim...
 
 

Resim: Yıllarca balkonumuzdan minaresinde yanan kandilleri seyredip oruç açtığım ve asla hiç unutamayacağım muhteşem yapısı ile Beylerbeyi Cami'si...


 
 

Pazartesi, Ağustos 02, 2010

YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN


Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama, yarım saat erkene kurulsun saatin.Ke...di gibi gerin, ohh n...e güzel yine uyandım diye sevin.

Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin.Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin. Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin. Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart, çek kızarmış ekmek kokusunu içine. Bak güzelim kahvaltının keyfine. Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis, önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.

Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile. Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla, ohhh şöyle bir hafifle. Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için “alo” de, hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık.

Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa.Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al. Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok darda iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi? Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor. Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak.

Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun. Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun. Saklama tabakları, bardakları misafire, sizden ala misafir mi var bu dünyada. Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil, şöyle keyif’e keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının.

Gece evinde, dostların olsun sohbetin yemeğin, kahkahan olsun.Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!


CAN YÜCEL
*
Yaşamı daima olumlu yönde kullanan ve bizlere yazıları, şiirleri ile aktaran büyük üstad, harika insan Can Yücel'in 10 gün sonra 11. ölüm yıldönümü adına...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...