Cumartesi, Nisan 26, 2014

İNADINA YAŞAMAK



İstanbul'da iki gündür hava kapalı, yani sıkıcı. Bugün biraz güneş açsa bile tadına varılacak gibi değil, akşam üstü yine gri bulutlar çöreklendi gökyüzüne. Hani insanın geçmişindeki acılarını yaşadığı geleceğinin umutlarını yok saydığı depresif hali.

Günü yaşamak yerine günü ziyan etmek durumu.
Aslında bu konuda çok ziyankar da değilimdir. Aynı anda geçmişi düşünür günü yaşar yarının planlarını yaparım, inadına yaşar gibi.

"Nasıl bir inatsa bu yaşamak." Bir kitaptan aklımda yer etti ve çok sevdim bu sözü, kendime çok uyduğu için üstüme yapıştırarak kullanmaya karar verdim...


Küçük bedenime, yaşıma uygun olmayan çok ağır bir rol yüklenmiştim.
Çocuk,genç kız,öğrenci,anne,abla,ev hanımı.
Hepsini aynı sahnede oynayacaktım ama rol geçişleri ile değil aynı anda. Üstelik eğitimini de almamıştım
O kadar çok yapılacak şey vardı ki sıraya koysan zaman yetmez. Zamanı ayarlasan sırası şaşar.

Anne olarak ev hanımlığı yapacaksın, abla olup kardeşlerine bakacaksın, öğrenci olup ders çalışacaksın, çocuk olup bahçeye çıkıp top oynayıp ip atlayacaksın, genç kız olup kitap okuyup-müzik dinleyip başında kavak yelleri estireceksin, arkadaş ortamlarını kaçırmayıp yaşıtlarınla yaşını yaşayacak, aile-akraba ortamlarında yaşam dersi alacaksın. Yakın komşulardan "aferin" almak için her daim davranışlarına dikkat edeceksin.
Yani göz kulak olmaları için emanet edildiğimiz, sağ olsunlar gözle bakıp kulakla dinleyen yakın komşularımız...

Gün yirmidört saat, ben ondört yaşında. Yönlendirilmeye, yönetilmeye ihtiyaç duyduğum zamanlarda yaşama yetişmek için koşmayı öğrenmeye başladığım zamanlar.
Kütüphaneden alınan kitapların okunup zamanında yerine verilmesi gereken zamanlar.
Sınav için ödevlerin yetişmesi gerektiği zamanlar.
Herkesin sokakta oynarken benim  tahammül edemediğim tozların el süpürgesiyle süpürülmesi-silinmesi gereken zamanlar.
Sokaktan geçen arabacıdan alınan sebzelerin hemen kullanılması gereken zamanlar.
Bugün buzdolabında bile zor dayanan semizotunun hemen pişirilip hazır edilmesi, sofraya yetiştirilmesi gereken zamanlar.
Yani oldukça eski bir zaman...

Kapının çalınması nasıl bir şeydir? Bugün havalı bir zil sesidir, o gün tokmaktır. Bugün beklediğindir, o gün kim gelse sevinçtir. Kimin geldiğine bugün ekranlı otomatikten bakarsın o gün bahçeye bakan pencereden...

"Aaa yengem gelmiş," anne yarım, canım yengem. Yakında oturduğundan biz gitmezsek muhakkak o gelirdi bize. İmdat frenim gibiydi benim, yaşamın takıldığı yerde çek freni yeniden yapılansın kaderin. Sor ki öğrenesin.
Kapıyı sevinçle açtığımda yüzündeki şaşkınlık önce meraklandırdı beni sonra korkuttu. Bahçemizdeki çöp kovasına dikkatlice bakıyordu. O zamanlar evlerde kapalı-havalı, çöp-möp- kovası da yok. Bahçelerimize ve evin kapısına yakın bir yere konurdu çöp kovalarımız. Kovanın içinde doğayı perişan eden naylon poşet falan da yok. Günü geçmiş gazete kağıdını çöp kovasının dibine koyup üzerine çöplerini atacaksın, dolduğunda üzerine yine bir günü geçmiş gazete kağıdı serip çöp arabasının geldiği günler bahçe kapısının dışına bırakacaksın.

Bende o gün taze taze arabacıdan alıp pişirdiğim semizotunu ayıklamış çöplerini atmıştım. Yaşamımın ayrıldığı sapağın üzerinden bir yıl falan ya geçmiş ya geçmemiş, evimizden koruyucu el ayak çekilmiş, üstüme yaşam biçimlendirilmiş ve artık her şeyi öğrenmiş olmam gerek ya. Ama yine de semizotunu daha evvel pişirdim mi? yoksa ilk mi? bilemiyorum.
Yengemin "bu ne? semizotunun hepsini çöpe atmışsın" dediğinde  "yok ayıkladım hatta pişirdim" diyerek gururla gerildim.  "Saplarını mı pişirdin, baksana tüm yaprakları çöpte." Dediğinde çöp kovasına baktım, haklıydı tazecik semizotu yaprakları çöpte çürümeye terk edilmişlerdi.
Bir şey diyemedim tabi, ne deseydim "zor geldi, yapraklarının hepsi saplarından ayrı düşmüştü, çabuk bitsin istedim, kaçmaya çalışan zamanı yakalamaya çalışıyordum" mu deseydim.
Desem ne olur, bana biçilen rol buydu ya oynayacaktım yada "ben yokum" diyemeyecek oynayacaktım. Çocukken çok severek oynadığım evcilik oyunu gerçek olmuştu...

İşte o gün bu gündür semizotu aldığımda anısınla beraber yüzümde acı bir tebessümle ayıklarım, yaprakları ise ızdırabımdır. Tek tek toplarım yapraklarını, ayıkladığım torbasından, yıkadığım kabından...




İz bırakanlar (2)



Çarşamba, Nisan 23, 2014

BAYRAMINIZ KUTLU SONSUZA DEK UMUTLARLA DOLU OLSUN


 BİR DÜNYA BIRAKIN

Bir vatan bırakın biz çocuklara
Islanmış olmasın göz yaşlarıyla
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar

Bir bahçe bırakın biz çocuklara
Göklerde yer açın uçurtmalara
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar

Bir barış bırakın biz çocuklara
Uzansın şarkımız güneşe ve aya
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar

Bir dünya bırakın biz çocuklara
Yazalım üstüne “sevgili dünya”
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele el ele verin çocuklar




Her gününüz bayram gibi olsun çocuklar...

Pazar, Nisan 20, 2014

NE CEVAP VERİLEBİLİNİR Kİ?


Bu sabah yine mutfaktan gelen nefis çay kokusuyla uyandım. Sağ olsun eşim her sabah demlediği çayla bana gün boyu başka işlerle uğraşı yorgunluğumu azaltır.
Salona girdiğimde ise kahvaltı yapacağımız masamızın üstünde içinden mis gibi kokularını yayan bir paket sürpriz de vardı. Benim emeklim bu sabah üşenmemiş yakınımızdaki fırından taze yeni çıkmış simit ve açma almış.

Eh! dedim tatil sabahında bu güzelliklerin yanında bir de "Ne yazacağım, nereden başlayayım." diye düşündüğüm "iz bırakanlar" etiketli yazıma cevap da bulmuş oldum.

Kahvaltı sofrasına oturduğumuzda artık iki kişi değil, dudaklarımda hafif gülümsemeyle birlikte tanımadığım senle birlikte üç kişiydik...

Sen kimsin? Adın nedir? Nerede oturursun? Kaç çocuğun var? Bilmiyorum.
Senin hakkında tek bildiğim kızının o gün doğalgaz tesisatı döşettiği, babanın emekli albay olduğu ve vefat ettiği. (Aslında az da şey bilmiyormuşum ya.)

O gün renkli yavrumla sabah kahvaltısı etmek, henüz daha iki yaşlarında olan tontişimi doya doya sevmek ve gün boyu birlikte olmak amacıyla sabah erkenden yola çıkmıştım. Kahvaltıya çeşit olsun diye kızımın evine yaklaştığımda fırına uğrayarak simit ve açma almaya çalıştığım anda seni yanımda gördüm. Aslında biraz sinirlenmiştim, tam burnumun dibinden kolunu uzatmış simit almaya çalışıyordun. "Pardon." diyerek sinirlendiğimi belli etmeye çalıştığımda hemen anlamış olarak geri çekilirken gördüm yüzünü, o kadar yani.

Fırından çıktığımda yirmi metre kadar yürümüş, açmanın kokusundan sarhoş olmuşken elime hakim olamamış kese kağıdının içindeki açmanın ucundan koparmış tam ağzıma atıyordum ki yanı başımda gördüm yine seni. Daha bir lokma açmayı ağzıma atamamış geldiği kese kağıdının içine geri gönderirken gülümsemene karşılık bende gülümsedim. Konuşma zemini hazırlıyor olmalıydın sanırım.

- Çok güzeldir buranın açması.
- Evet bende zaman zaman alırım.

Birlikte yürümeye başlamıştık. Bizim yaşlarda çok olağan bir şeydir, rastlanılır yol ayırımına kadar havadan sudan konuşulur. Ama senin havayla suyla çok ilgin yok gibiydi. İlgin olan şeyse benim seni ömrümün sonuna kadar unutamayacağım iz bırakmandı.

-Buralarda mı oturuyorsunuz?
Ben - Hayır kızıma gidiyorum.
-Bende kızıma gidiyorum.
Ben, sadece tebessüm.
-Benim kızım bugün doğalgaz tesisatı döşetecek de  yardıma gidiyorum.
Ben, kolay gelsin.
-Ama oldukça masraflı bir iş nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum.
Ben, Allah kolaylık versin. (Biraz şaşkınlıkla yarı tebessüm, başka ne diyebilirim ki.)
-Sizi fırından beri izliyorum, görmüş geçirmiş aklı başında bir hanıma benziyorsunuz.
Ben, nasıl tebessümlü teşekkür ettiysem (aklı başında olmak insanın alnında yazmadığına göre bunu karşıdan görebilmek daha aklı başındalık mı oluyor?)
-Size bir şey sorabilirmiyim? bana yardım edebilirmisiniz?
Ben, buyurun elimden gelen bir şeyse tabi.  (Buyurun ama yürüyerek yol ayırımına da gelmişiz, bırak gideyim de diyemiyorum)
Birlikte durduk. Elini uzatıp kolumu tuttun.
-Şimdi kızım doğalgaz tesisatı yaptırıyor, çok masrafı oldu, küçük bir çocuğu da var. Eşi yalnız çalışıyor yetmiyor tabi. Benim babam emekli albay, vefat etti.
Ben, Allah rahmet etsin. (Bu arada bende şaşkınlık bitti merak başladı, sonu nereye varacak merakı.)
-Ben de düşündüm, eşimden ayrılsam, yani masuscuktan. Babamın emekli maaşını alsam biraz kızıma yardım etsem diyorum.
Ben, siz bilirsiniz. (fazlada şaşırmadım hani, bende bir şey var, gelir beni bulurlar zaten.)
-Ama bir sorun var da onu size sormak istiyorum.
Ben, yardım edebilirmiyim bilmiyorum ama buyurun. (Maaş nasıl bağlanıyor falan sorusu bekliyorum.)
-Eşim boşandım diye beni bırakır terk eder gider mi acaba?
Ben ?????????
Size bu konuda nasıl yardım edebilirim, ne diyebilirim ki, eşinize sorsanız yada ailenizden birine açılsanız.
-Olmaz dimi ama yine de teşekkür ederim,konuşmak iyi geldi...

O gün yolumuz bir fırında kesişti, yol ayırımında bitti. Ama ben seni tanımıyorum. Sonra ne yaptın?  Boşandın mı? Babanın maaşını aldın mı? Kızına yardım edebildin mi? Eşin seni terkettimi? Halen evlimisin?
Bilmiyorum.
Kulakların çınlasın, benim olduğumu anlamayacaksın ama çınlasın...


İz bırakanlar (1)



Cuma, Nisan 18, 2014

İZ BIRAKANLAR



Hani hayatımızın bazı dönemlerinde iz bırakan yaşanmışlıklar vardır. Anlık yaşadığımız bir olay yada bir saat,yada bir gün.
Yıllar geçse de unutulduğunu sandığımız ama öyle bir anda karşımıza çıkar ki unutmadığımız yaşanmışlıklar.
Sanırım herkesin de bu tür yaşanmışlıkları vardır.

Örneğin ben ıspanak yıkarken neden yengemin annesi gelir aklıma. Makarna pişirirken, semizotu ayıklarken, örnek bir ses duyduğumda, okuduğum kitabın bir satırında.
Bir demet papatya gördüğümde, bir açma yediğimde düşer önüme iz bırakan zamanlar.

Anı değildir bu zamanlar ama nedense iz bırakmışlardır hayatımızda, zaman zaman bir yerlerden başını uzatıp "ben hala buradayım" derler.

Ben iz bırakanlar etiketi altında bunları post post yazacağım, bakalım satırlara düşünce aklımdan taşınıp mekan değiştirecekler mi? Hem de bir deneme olur :)

VE blog yazmaya daha hızlı devam edeceğim VE aynı zamanda bu postlara blog dostlarımın eşlik etmesini haddim olmayarak isteyeceğim.
Belki bir seri olur bloglar arasında, belki ara veren dostlarıma bir dönüş. Belki de yazdıklarımızda buluruz birbirimizi, kim bilir?

2008 ve 2009 yıllarında bloglar arası "kelime oyunu" ve "fotoğrafın dili" adı altında güzel bir oyun başlatmıştık ve çok uzun da sürdü. Postlara dökülen satırlarda blog dostlarımızla birlikte güldük, birlikte ağladık, birlikte anıları yakaladık. Çok güzeldi.

Bu iz bırakanları bir oyun olarak görüp oynamak isteyen arkadaşlara "HAYDİ" hemen başlayalım diyorum.




Pazar, Nisan 06, 2014

İMZA : BEN



"Altı yaşımda damda mahsur kalan bir kediyi kurtarmak için tırmandığım yerden bir eczanenin arka odasında gözlerimi açtığımda, kendimi değil kediyi sormuştum da "Bırak şimdi kediyi önce kendi bacağını düşün" demiştin. Bilememiştin, acımı kendime saklayarak olası bir yasakla karşı karşıya kalmamaktı düşündüğüm. Bedenimin acısına yenik düşseydim, belki de bahçedeki çok sevdiğim o dama çıkamazdım bir daha..."


Kime mi yazdım? Tamamı kitapta


"İMZA.KIZIN" ile çıkmıştık yola, tam 114 kadındık, çoğaldık 154 kadın olduk.
Ben, arada yokuşu ağır çıktığım için  "İMZA:KARIN"  kitabına iki satır yazmaya yetişemedim, isterdim, olmadı işte.
Oysa 42 yıllık eşime bir mektup yazıp onu ondan daha iyi tanıdığımı anlatmak isterdim.

"İMZA:BEN" 154 kadının (kitabı okumadan kime yazdıklarını bilmediğimiz) mektuplardan derlenen bir kitap.

Kitabı aldığımızda hem değişik duyguların bulunduğu yürekleri okuma fırsatını bulacağız hem de görme özürlü kardeşlerimize bir katkıda bulunacağız.
Yine bir sosyal sorumluluğa hizmet edecek kitap bu kez Türgök (Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı) yararına satılacaktır.

Diyeceğim artık kadınlar konuşuyor. Duygularını,acılarını,sevinçlerini,sevgilerini ve içinde kalmış söylemek isteyip de söyleyemediklerini satırlara dökerek kitaba dönüştürüyor.

Biz, kadınları bu yönde yüreklendiren üç sevgi dolu, başarılı ve mücadeleci  kadına borçluyuz.

Sevgili Selgin,Esra.Banu,
içinde duygularımın bulunduğu satırları kitap olarak kütüphanemde gördüğüm için size bir kez daha teşekkür ederim.



Hayatınızda son söz söylemek isteseniz kime, ne derdiniz? 

Farklı sosyokültürel yapılardan kadınlar, hayatlarındaki ilk erkek olan babalarına yazdılar önce mektuplarını. Tüm söylemek istediklerini bu mektuplarda dile getirdiler. Sonrasında kız çocukları büyüdü ve karşılarına çıkan diğer erkeklere, eşlerine, sevgililerine, beyaz atlı prenslerine döktüler içlerini. Son olarak da "İmza: Ben" ile hayatta son söz olarak kime neyi söylemek istediklerini dile getirdiler. Kimi kendine, kimi geçmişine, kimi hastalığına, kimi hiç doğmayacak çocuğuna… Kolektif mektuplardan oluşan üçlemenin son kitabı "İmza: Ben" ile hiç tanımadığınız ya da çok yakından tanıdığınız kişilerin dünyalarına farklı bir gözle bakacak, belki de her bir mektupta kendinizi bulacaksınız.

(Tanıtım Bülteninden)




LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...