Cumartesi, Şubat 27, 2010

TÜM YÜREĞİMİZLE YANINIZDAYIZ


*
HEPİMİZ İŞÇİYİZ
*
HEPİMİZ EMEKÇİYİZ
*
VE TÜM YÜREĞİMİZLE YANINIZDAYIZ, SONUNA KADAR!!!
*
BİR TIK YAPALIM DESTEK OLALIM...
*

Cuma, Şubat 26, 2010

BU NE ŞİMDİ!!!







Emin ol dünlük, bende bilmiyorum...




Her işini sırasıyla yapardı Hatice
Sırasını şaşırmazdı hiç nedense
Kurulu bir saat gibi işler
İşlerini saate dizerdi
Bir gün şaşırdı Hatice
Ekmek yoğuracaktı turşu kurdu
Sofrayı hazırladı ekmek yoktu
Ortaya turşu koydu
"Bu ne" dediler "şaşırdım" dedi
Şaşkınlığını kabul etmediler
Ekmek diye direndiler
Oysa ekmek yoktu
Dinletemedi Hatice
Şaşırmak senin neyine
Ekmeği hemen koy yerine
Hatice ekmek yaptı
Yaptı da ama sırası şaşmıştı bir kere
Bulguru sabah koydu kahvaltıya
Kahvaltıyı hazırladı akşama
Kendi de şaşırdı buna
Düzeni şaşınca yaşamı karıştı
Aklı yaşama takıldı
"Neydi" diye düşünürken
Denk geldi tam saatine
Buldu kendini ekmek teknesinde


Hah şimdi oldu!!!

Salı, Şubat 23, 2010

SENDROMLAR ZİNCİRİ



- Aaaanneee, ben bunu giyeceğim.
- Yok yavrum, giyemezsin hava soğuk.
- Ama ben giymek istiyorum.
- Üşürsün ama.
- Olsun giyicem işte.
- Hasta olursun kuzum, hava soğuk dedim ya!
- Giymek istiyorum ama.
- İyi aman giy, giy!
- Ama sen istemiyorsun!
- Ben istemiyorum ama sen istiyorsan giy.
- Giymeyeceğim, çünkü sen istemiyorsun.
- Peki o zaman giyme.
- Bak istemiyorsun işte....
Giyme, giyeceğim. Giy, giymeyeceğim, böyle sürer gider. Anne çoktan pes etmiştir ama yavrunun pes etmeye hiç niyeti yoktur, en azından yarım saat mücaadelesini verir bu durumun. Ortada bir sorun yoktur da, tutturmuş olmak değil mi? maksadı.
Önemli değil altı yaş sendromu!
Şimdilerde yaşama merhaba ile başlıyor sendromlar, ilk üç ay gaz sendromu. Anne bu ilk üç ayın bitmesini nasıl, nasıl bekler, gaz sorunu önemli.
Bebek ağlar, anne ağlar. Ah bir geçse!
Anne bilmez daha ileride karşılaşacağı sendromları, hele ilk bebeği ise. Bilse önünde ki sendromları çoktan razı olacak ilk üç aya.
Daha sonra; iki yaş, dört yaş altı yaş. Bitmedi oniki yaş, onsekiz yaş sendromları; aradakileri saymazsak.
Nişanlanılır, evlilik sendromu başlar. Hamilelik sendromu, lohusalık sendromu. Kırklı yaşlara yaklaşılırken, yaşlanıyorum sendromu. Menopoz, antropoz sendromları. Yaş ilerledikçe, ağrılar başlayınca "hastalık hastalığı" sendromu.
Belkide bunlar fiziksel sendromlar! Hadi kabul edilebilinir. Bir de kendi kendimize yarattığımız sendromlar vardır. Pazartesi sendromu, rejime başlama sendromu, yaz tatili dönüş sendromu, evde temizlik yapılacak sendromu v.b.


Eskiden ya sendrom sözcüğü çok bilinmezdi ya da sendrom diye birşey yoktu.
(Tamam kabul ediyorum fazla sendrom kelimesi geçti.)

 
Çocukluğum bahçe veya sokakta oynamakla geçti, bütün çocukların en büyük eğlencesiydi toplanıp sokaklarda, bahçelerde oynamak. Dört duvar arasında oynanan cicili bicili, rengarenk binbir çeşit oyuncaklar nerde?


Hulahop, topaç, ip, seksek, top. Hepsi sokak ve bahçe oyunları. Oyna, at stresi eve girince yorgunluktan sendrom yaşayacak güçmü kalır. Büyüklerinde sendrom yaşayacak zamanları yoktu sanırım. Elde çamaşır, elde bulaşık, çarşı pazar, yemek. Kalan zamanlarda komşu gezmeleri, bol bahçe muhabbetleri, elişleri.
 

Hani Elif Şafak bir kitabında hamilelik ve lohusalık sendromunu yazmış ya! Okudum, sığdıramadım aklımın hiçbir köşesine. "Hadi canım, olacak şey mi?" diye düşündüm. Belki oluyordur ben bilmem, çünkü ben iki hamilelik iki lohusalık geçirdim de bu sendromlardan nasibimi alamadım. Sonra kırklı yaşlara gelince "yaşlanıyorum" sendromu da yaşamadım.
 
Benim çocuklarım da iki yaş, altı yaş gibi sendromlar yaşamadı. Çünkü onlarda bahçe çocuğu, bahçesinde hertürlü meyve ağacının,asmanın, güllerin, leylakların, ufacık bir süs havuzunun, kedilerin, köpeklerin, kirpinin, kaplumbağanın bulunduğu bahçede attılar oniki yaşa kadar olan tüm sendromlarını. Eh başlamayınca da ondan sonraki sendromlar yormadı onları.
 
Şimdi sendromlar büyük küçük herkesi, hepimizi sarmış durumda, yok yok yani.



En başta trafik olmak üzere, ilerleyen teknolojinin doğada her aktivitenin çevreyi etkilediğini düşünürsek, doğayı canlıları ve yaşam koşullarını değiştirmesi, havaya yayılan elektriğin üzerimizdeki olumsuz etkisi sendromlar zincirinin suçlusu olsa gerek...





*
*Yukarıdaki resmin yazıyla hiç bir ilgisi yok,
zaman zaman sendromlar yaşayan prensesimin çizdiği "Macbeth"

 
 
 
 

Cumartesi, Şubat 20, 2010

TEK SUÇLU HAVALAR MI?



Bu aralar internet dünyasına "günaydın" ile "iyi geceler" demem arasında bir saatim geçiyor. Çocuklara verilen zaman kadar yani.

Bunun da yaklaşık 40 dakikasını (Olmazsa olmazlarım) interner sayfalarını gezmekle geçiriyorum. Geri kalan zamanda biraz face, biraz blog, bir iki blog yazı okuması! oldu işte bir saat.

Yorgunmuyum?
Evet yorgunum ama yine de dünden farklı bir durum yok.

Hastamıyım?
Hayır, enazından beni bu beyaz camın karşısından kaldıracak kadar değil.

Bıktım mı?
Sanmıyorum.

Sıkıldım mı?
Yooo hayır asla!

Yazacak birşey mi yok?
Olurmu! ne kadarçok şey var yazmak istediğim. Hem yazmazsam da dostlarım var dolu dolu okunacak.

Zaman yetersiz mi?
İstediğim de zaman yaratabildiğime göre! Ve hatta yeni Türkçe'yi de öğrenmiş bulunuyorum. Türkçemizdeki sesli harfleri kaldırıp yazsam zamanı yarıya indirmiş olurum ki! zaman sıkıntısı da değil.

Uykuyla barıştım mı?
Yok yok, uykuya muhakkak bir ortak yaratırım.

Olsa! olsa!
Havalardandır! Baharı çok özledim, artık gelsin istiyorum. Balki onun için önceden başladım, bahar yorgunluğu yaşıyorum...
*
"Havalardandır"
Hani yani havalar da benden bıktı, dizlerim ağrıyor "havalardan, yağmur yağacak" başım ağrıyor "havalardan, lodos çıkacak" belim ağrıyor "havalardan, çok soğuk" içimde bir sıkıntı var "havalardan, poyraz çıkacak" Bitkinlik! havalardan, yorgunluk! havalardan. Yaşamımda ki tüm olumsuzlukları yükledim havası var sesi yok havalara, sanki tek suçlu havalar...

*
"""Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti. ORHAN VELİ KANIK"""
*
Fotoğraf:
İznik'de bir bahçe, elceğizlerimle çektim...

Pazar, Şubat 14, 2010

SEVGİ NEDİR?



Sevgi'nin günü, gecesi varmıdır? ya da sevgi nakit alım gücü kadarmıdır? Sevgi bir paket değerinde ve bir gün içinde tüketilecekse tanımı nasıl yapılır?
Yoğun yaşamın içinde unutulan diğer duygular gibi en azından bir gün anlam kazanması, birgün tüm günlük koşuşturmayı bırakıp sevgi duygusunun kana kana yaşanması belki de olması gerek. Ama bunu birinin hatırlatması, birgün üzerinde durulması sevgi sözcüğünü de yaralamaz mı?


Yine de sevgi'nin yüce duygusu karşısında tüm sevenlerin, sevgilerin yara almadan bir ömür boyu sürmesini dilerim...

Cumartesi, Şubat 13, 2010

PAMUK ŞEKERİM

Sevgili dünlük,
Sana hep dünü yazdım, daha doğrusu dün için açmıştım sayfalarını. Bugün istedim ki güzel geçen bir günümü yazayım. Yok olmadı! bak yine dün oldu!


Güzel bir gündü bugün. (yani dün)
Sabahın ilk ışıkları ile uyandım, bir doktor kontrolüm vardı, bu sefer ertelemeyecektim, karar kesindi.
Biz kadınların rejime başlama günü olan her pazartesine ertelediğim, pazartesi de olunca vazgeçip bir hafta sonrasına ertelediğim, randevu alıpta iptal ettirdiğim bir kontrol işte. Haftalar aylara dönüşüp, ayları yıla dönüştürmeye başlayınca, birde
pamuk şekerimin yüreklendirmesiyle "dönüşü yok artık" diyerek hastanenin yolunu tuttum.
İnternet kanalıyla üç gün önceden aldığım randevu 8.30 da ve 1 numara idi. 1 numaranın verdiği gururla doktor odasına ilk girmenin sevincini de yaşadım bu arada. 9.00 gibi işimin bitmesi ile bir oooooh! çektim ve karşıki dağlara baktım, karşımda dağ falan yoktu ama binalar hafiften sallandı sanırım...

Poliklinik evime marketten daha yakın olmasından, sözleştiğimiz üzre 10.00 gibi gideceğim mükellef sabah kahvaltısı ve fevkaladenin fevki bir sohbet öncesi evime geldim. Sokak ve poliklinik mikroplarından arındıktan sonra kuş gibi olmuştum ve uçmamak için camları sıkı sıkı kapattım. (Tamam! sevinç göstergesi bu kadar yeter.)
 

Onu tanıdığımda, 13 yaşlarında çocukluktan gençliğe geçmeye çalışan, gözleri ile gülebilen, narin ve ufacık şen kahkalarıyla, yaşından umulmayacak olgunluğuyla sokağımızın güzel kızlarından biriydi. Birbirimizden bağımsız ama birbirimizi de o derece yakından ilgilendiren ortak konularımız oldu. Aynı sokağı, aynı havayı, aynı dost evleri ve boğazın en güzel manzarasını paylaştık onunla. Sabahları koşa koşa ben işe giderken o formasını giymiş koşa koşa okuluna giderdi, karşılaştığımızda gülen gözleri ile selam vererek. Uzun bir süre sonra biz başka bir semtte ev'lenerek ayrıldık sokağımızdan, kısa bir süre sonra da onun
BİR DUT MASALI'nı yaşamak için sokağımızdan ayrıldığını duydum. Güzel, çok güzel yıllardı!
 
Saat 10 gibi, hazırladığı sofralarla, tatlı diliyle gönüllerde taht kuran pamuk şekerime doğru yola çıktım. Mükellef bir kahvaltı sofrası ve tadına doyulmayacak sohbeti ile
Nunu'mla geçirdiğimiz saatler çok keyif vericiydi. Çok teşekkür ederim pamuk şekerim, dostluğun, kardeşliğin için...
Zaman sayacının hızlı ilerlemesinden, okunması çok keyif veren bir derginin ana başlıklarını okur gibi daldal dala atlayan sohbetin gerisindekileri daha sonraya bırakarak ayrıldım oradan...
 
İşte dünlük, yıllar önce sokağımızda bıraktığım o güzel kız yıllar sonra bir tesadüf (mü) bilmiyorum! senin sayende yeniden hayatıma girdi, yaşamıma renk vererek, yine aynı sokağı paylaşarak...
 
Günün geri kalan kısmında, okumaya doyamayan kızımı okula göndererek torunlarımla geçirdim. Ve kızımın temizlik günüydü, yani elk.süpürgesinden dert günü. Can elk. süpürgesine hayran, elinden almak mümkün değil. hın hın hın diyerek elk.süpürgesinle evin içinde araba sürüyor. Kadıncağız temizliği nasıl yapacağını şaşırıyor. Bir sürü oyuncak araba alındı yok! illa elk süpürgesi hastası. Miniğim benim, ay yüzlüm...

Can oynar da abla dururmu?

 
Akşam emeklimlen balık keyfi, sonracıma "Hanımın çiftliği" işte dünlük, günlük yazayım derken yine oldu dünlük...
 
 
 

Pazartesi, Şubat 08, 2010

ESKİ DEFTERLER...


Öykü Atölyesinin her kelime oyunu bana zevk verirdi, her kelimesini atlamaz yazardım. Şimdi duruldum mu? yoruldum mu? Bilmiyorum...

İki yıl önce yazdığım "VURGUN SÜRGÜN" kelime oyununla, geçmişten bir ses, biraz nostalji olsun istedim...


***
Sabahın ilk gün ışıklarıyla kalkmıştı, evdekileri rahatsız etmemek için çok dikkatli davranıyor, parmak uçlarında geziniyordu. "Çok yorgunum," dedi mırıldanır gibi. Gece hiç uyuyamamıştı, geç gelmiş ve biraz da aldığı alkolün etkisiyle, kafasına üşüşen düşünceler serseme çevirmişti geceyi. Uyumaya çaba göstermiş ama uyuyamamıştı. Sağa sola döndükçe kafasının altındaki yastık bile isyan edercesine dertop olmuştu."Keşke kalkmasaydım, bir-iki dönüşten sonra belki uyuyabilirdim," diye düşündü. O ne yapmıştı peki? Yataktan kalkmış, üstüne de bir şey almadan camın cumbasına oturmuş, kafesi de yarıya kadar açmış ve sigara üstüne sigara içmişti."Ah bugünü ve geceyi bir atlatsam..." Yine kendi kendine mırıldandığını hissetti. Başı çatlarcasına ağrıyordu.Yeleğini giymiş, köstekli saatini de cebine yerleştirmişti, çıkmaya hazırdı artık.

Tahta merdivenlerin gıcırdamaması için destek alırcasına elini duvara dayadı."Kahvaltı etmeden mi çıkıyorsun?" diyen ablasının sesiyle durdu. Ablası sabahlığının kuşağını bağlarken bir taraftan da çıplak ayaklarına giymek için terlik arıyordu. "Niye erken kalktın, bu saatte dükkanda ne yapacaksın, akşam da geç geldin, bir türlü konuşamıyoruz, bu meseleyi bitirelim, böyle olmaz oğlum, kaçmakla bir yere varılmaz, dur sana çay yapayım, çay içerken konuşuruz ," diye arkası gelmez bir şekilde sözcükleri sıralıyor, cevap beklemeden günlerce konuşmak istediklerinin özetini yaparcasına konuşmasına devam ediyordu. "Çok iyi bir kızcağızmış, kimi kimsesi de yokmuş, iyi eş olur diyorlar, bugünlerde bir gidip göreyim diyorum."Bir ayağı merdiven başında, bir ayağı ilk merdivende, ablasının hem terliğini araması, aynı anda bir saatlik konuşmayı bir dakikaya sığdırması başının ağrısını artırmıştı. "Abla!" diyebildi sadece. Ablası devam ediyordu. "Böyle olmaz, artık otuz yaşına geliyorsun, evin barkın olsun, sen de çoluk çocuğa karış istiyorum."Başım çok ağrıyor, dükkan da kirli, biraz erken gidip temizlemek istiyorum, müsade ederseniz, akşam gelince konuşmamız mümkün mü?" diyebildi sadece. Ayağına terliğini bularak giyen, sabahlığının kuşağını da en nihayet bağlamış olan abla, kardeşinin yanına gelip yanaklarını öptükten sonra, "Hayırlı işler olsun, akşam bereketinle dön," diyerek yolcu etti kardeşini. Aynı zamanda arkasından yine iki lafı eklemeden edemedi, "Akşama erken gel konuşalım."

Kardeşi çıktıktan sonra abla, eşi ve okula gidecek çocukları için kahvaltı hazırlıklarına başladı. Aynı zamanda kardeşinin erken gidişi hakkında kendi kendine yorum yapmaya başladı. "Sokağın kızlarından mı kaçıyor acaba, yoksa yoksa yine o kadın için mi bunca sıkıntısı? Nesi var bu çocuğun? Allah'ım günlerdir bir hayalet gibi gelip gidiyor".Çok yakışıklıydı kardeşi, onun geliş gidiş saatlerini bilen sokağın bütün kızları kafes arkalarına üşüşür geçişini seyrederlerdi, her fırsatta. "Abla, abla?" derler kendi peşini de bırakmazlardı. "Şu güzel kızlardan birine gönül vermedi de gitti dul bir kadına gönül verdi," diye hayıflandı. Neyse ki geçenlerde bittiğini söylemişti. "Hem büyük, hem dul, benim kardeşime göre değil!" Kendi kendine bir söylenip, bir düşünüp çayı demledi, kahvaltıyı hazırladı.

Marangozhaneye girdiği zaman gerçekten çok dağınık bırakmış olduğunu gördü ama toplamak temizlemek yerine kafasını iki elinin arasına alarak bir tahtanın üzerine çöktü. Başının ağrısını geçirmeye çalışarak şakaklarını hafif hafif ovaladı, yok geçmiyordu bir türlü...Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Kalktı kapıya doğru yürüdü, tam kapıdan çıkmak üzereyken, dükkanın açıldığını gören kahveci çırağı çay getirdi. "Ben de çay içmeye geliyordum, çok iyi oldu" dedi ve ekledi, "Dur biraz, iki satır yazı yazayım da, benim aşağıdaki eve götür." Kahveci çırağı hafif tebessüm ederek, "Tamam abi, zaten o tarafa yolum var, veririz yengeye," dedi.Kahveci çırağı çıktıktan sonra çayını bitirdi ve kaçınılmaz olan dağınık dükkanı toplamaya başladı.Kafasına düşüncelerin bir gidiyor biri geliyor, bitirmek istediği işi kendine mazeret arar gibi, sorularının cevaplarını da kendi veriyordu.

"Bitirmeliyim artık, bir sene oldu nerdeyse.""Zaten başlaması hataydı, oldu bir kere.""Hiç bir ümit vermedim ama, o herşeye razı oldu."

Çok sevmişti onu genç kadın, o da sevmişti, sevmişti de keşke bu türlü olmasaydı. Bu şekildeki birliktelikleri hiç hoş değildi. Genç kadının ona olan sevgisi, hiçbir karşılık beklemeden evini açışı, beraberlikleri hepsi bir anda olmuştu. Kendi de kapılmıştı işte. Sonra aradan geçen zaman ikisini de sevgiye boğmuş, değer yargılar önemsenmemiş, kimseleri umursamaz olmuşlardı. Her beraberliklerinin sonunda, "Bu son olsun," düşüncesiyle ayrılmış sonra yine sevgisine yenik düşüp ona dönmüştü. Evlenmek istiyordu genç kadın, sevgilisini sıkmadan arada bir dile getiriyor, alacağı cevabı bildiği için hemen susuyor, başını öne eğerek, "Bu sevgin de yeter bana," diyordu. Çok acı konuşmuştu sevdiği kadına karşı, onu sıkan buydu."Bugün benimle hasapsız birlikte olan birini nikahıma alamam, karım diyemem, ben bu güveni duyamam!" demişti.

Her şeye razı olacak kadar çok seviyordu genç kadın onu. Bunu fırsat bildiği için de kendi kendine kızıyor, sona erdirmeye çaba gösteriyor ama sevgisi de bunu engelliyordu.Başının ağrısı geçmemiş daha da artmıştı sanki. "Bu gece bu işi bitirmeliyim, hem ona hem kendime yazık ediyorum, kangren olan parmağı keserler," düşünce kararlığı biraz içini rahatlattı.

Kapının tokmağını çalmış açılmasını beklerken içeriden seke seke gelen neşeli ayak sesleri biraz içini burktu. "Hayır vazgeçmemeliyim," diye düşündü. Kapı açıldığı zaman içeriden nefis yemek kokuları geliyordu. Genç kadın kahveci çırağının getirdiği pusuladan sonra akşama hazırlık yapmış ona güzel mezelerle dolu bir akşam sofrası hazırlamıştı.
Birliktelikleri ikisine de huzur veriyordu, birlikte yemek yiyorlar, biraz alkol alıyorlar, eğer denk düşerse radyodan yayılan fasıla eşlik ediyorlardı.Genç kadın beraber oldukları geceler hiç uyumaz sabaha kadar sevdiğini seyrederek geçirirdi.
Yemeğin sonuna doğru bir kadeh daha içmek istedi."Çok oldu," dedi genç kadın."Bırak içeyim, bu gece sana vedaya geldim. Artık ayrılma zamanıdır, uzadıkça daha çok çıkmazlara giriyoruz, her son dediğimiz yeni başlangıçlara giriyor," diyerek içmesine devam ediyor, başı önünde mezeleri çatalının ucuyla karıştırıyordu.
"Bırak gideyim, sonu yok bunun hem ben senin sevgine layık değilim, hem de bu durumda sana da kötülük yapıyorum." Yavaş yavaş içkinin verdiği uyuşuklukla devam etti " bu gece son daha sonrası yok."
Gözleri nemli dinlemişti genç kadın bütün bu söylenenleri, konuşmaya çalıştı birkaç kere ama hiç sesi çıkmamıştı. Sonra yavaşca yerinden kalkıp sevdiğinin yanına geldi, başı önünde konuşan sevdiğinin yüzüne eğilerek, "Ben sana her şeyimle, yüreğimle vurgunum. Sen beni sürgüne yolluyorsun, haksızlık bu!" diyebildi.


Sabah burnunun ucuna hafif hafif esen bir rüzgarla uyandığında gün ağarmıştı. "Sızıp kalmışım," diye düşündü. Kendini toparlamaya çalıştı, ne olduğuna anlam veremiyordu, kendine tam gelememişti henüz. Akşam ne olmuştu diye düşünmeye çalışırken onu gördü.Tam başucunda boynuna geçirdiği bir iple kendini asmıştı sevdiği, asıldığı yerde sallanıyor, sallantısı yüzüne doğru esinti yapıyordu.

Ve bitmişti beraberlikleri işte, yıllarca sürecek bir vicdan azabı bırakarak.

...

Perşembe, Şubat 04, 2010

BİZ HİÇ ZENGİN OLMADIK Kİ!

Geçen hafta bir yazı başlamış, bitirememiş, zamana yaymıştım. "Biz hiç zengin olmadık" başlığı altında bir yazıydı bu. Halkın büyük çoğunluğunun ve bizim hayatımızın, daha doğrusu emekçi halkın yaşamıydı. Bizde her emekçi gibi yaşamın zorlukları içinde çırpınışlarımızı, bu ülkeye yararlı olma mücaadelemizi ve yarınlar için yetiştireceğimiz çocuklarımız için verdiğimiz mücaadele yoluydu anlatacaklarım. İşe giderken küçücük çocuklarımı dadı ve piyano hocalarına değil de evde yanlız başlarına bıraktığımdan bahsedecektim. Çok genç yaşta, iş yaşamımın başında ikinci çocuğuma hamile kaldığım için "iki çocuklu kadın verimi az olur" düşüncesiyle işten çıkarıldığımı, muhasebe müdürünün bu görüşü karşılığında "bu ülkede kadın olma zorluğu"nu, tek memur maaşınla yaşamaya terk edilişimizi yazacaktım...
 
"Biz hiç zengin olmadık, bizim triplex villalarımız yok. Garajında sıkılınca değiştireceğimiz kişiye özel otolarımız da yok, biz Esma Sultan yalısını bilmeyiz, Çırağan sarayında gidebileceğimiz hiç düğünümüz olmadı, taşıyamayacağımız kadar takılarımız da yok!" diyecektim. "Çocuklarımızı zorlukla okuturken başarılarının karşılığında ne yazık ki onlara dörtyüzbin Tl.lık araba hediye edemedik. Sevgimizim yanında verdiğimiz sadece manevi destekti!" diyecektim. Bu yol yaşam yolu, yolda ayağımıza takılanlarla mücaadele etmenin gururuydu anlatacaktım...
 
TEKEL İŞÇİLERİ'mizdi bunları bana düşündüren. İlk günden itibaren kendim İstanbul'da olmama karşın yüreğim hep onların yanında oldu, sabahtan akşama her saat başı haber kanalı aradım onlardan haber alabilmek için. Haklarını arıyorlardı! doğal haklarını! İstedikleri neydi? sıcak bir oda, sıcak bir tas çorba ve VERİLEN HAKLARI. Emeklerinin karşılığında onlara tanınan hakları, tanınanlar tarafından insafsızca geri alınmak istenen hakları!!!
Oysa iş kanunu "kazanılmış hak geri alınmaz" der. Sonradan sayfalar dolusu resmi gazete yayımları bile ana maddeyi değiştiremez.
Kaybetmek istemedikleri de emekleri karşılığında kazanılmış hakları, sadece boğaz tokluğu mücaadelesi, boğazda yalı mücaadelesi değil onlarınki...


Oldukça uzun bir yazı olacaktı, dediğim gibi zamana yaymıştım ki!
Bir yazı çıktı karşıma, "EKMEK VE LOR PEYNİRİ" düşündüklerim çok akıcı ve gayet içten bir dille yazılmıştı. Tercihimi bu yazıdan yana kullanarak post yaptım. Çok okunmuş bir yazıydı, okumayan olmuştur diye paylaştım. Ben ağlaya ağlaya okudum ve gelen yorumlardan siz dostlarımında aynı duyguları yaşadığınızı anladım...



Bu posta bir yorum geldi "Adsız" adı altında;


""yukarıdaki durumu yaşamış biri olarak göz yaşlarımı tutamadım..... bizde eşimle devlet memuruyduk ama aldığımızın çoğu kira,bakıcı,yol parası vs.bize birşey kalmıyordu.kiradan o kadar bıkmıştıkki bir koop.girdik.ondan sonra yokluk daha fazla olmaya başladı.çocuklar küçükler beslenmeleri lazım tavuk boynu alırdım çorba yapmak için(hala tavuk boynu görmek istemiyorum)kasaptan kemik alırdım para almazlardı.2 tane muz alır çocuklara yarım muzdan muzlu süt yapar içine pekmez koyup türlü hikayelerle onun ne kadar beslsyici olduğuna inandırırdım.kıyafetlerimizi kendim dikerdim.ucuz olan sebzeleri alıp değişik şekilde pişirirdimbirgün oğlum markette yeni çıkan içinden oyuncak çıkan çikolatadan istemiştide alamamış onun ne kadar zararlı birşey olduğunu anlatmıştım ona.çocuklardan görüp kola istemişler bir şişe alıp ikisine pay etmiştim oğlum hala hiç şişeyi kafama dikip birşey içmedim hep bardakta azıcık diye sitem eder bana.çocuklarımın her isteğinde şu evin taksidi bitsin alırız dediğimden evde hala alay konusudur.oğlum şimdi 30 kızım 27 yaşında evliler allaha şükür durumları iyi.biz hala emekli maaşı ile nereden kısabiliriz durumlarındayız.blokları okuyorum iananamıyorum yukarıdaki insan manzarasının ve hatta daha kötü durumda olanlarında olduğu türkiyede bu akşam şuraya gittik hafta sonu şuradaydık,şunu yedik bunu içtik, evler, arabalar,tatiller,hatta yurt dışı falan nasıllll..... ben yaşadıklarımla gurur duyuyorum şimdi çocuklarım beni diğer memur aileleri ile kıyaslayıp onun annesi babasıda memurdu ama evlerine herşey kasayla geliyodu,tatile gidiyolardı,çocukları kantinden çıkmazdı diye suçlasalarda...o kadar sıkıntıya rağmen biz yapamadık beceremedik sadece bir ev ve emekli maaşımız oldu diyebiliyorum. haaa aynı yerde çalışıp emekli olup 2-3 evi yazlığı kışlığı son model arabası olup devamlı seyahat eden arkadaşlarımızda var vallahi onlara brova diyorum biz beceremedik beceriksizis işte......""


Cevap yazdım, çok duygulanmıştım. Postumun içinde kullanabilirmiyim diye izin istedim. İkinci bir yorumu geldi;


""Sevgili nur ve yazınıza yorum yazan arkadaşlar biliyorumki üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşadık aynı engebeli yollardan geçtik ve biliyorumki çoğumuzun buna benzer hikayeleri var,vardır...Ne mutlu bizeki nikah memurunun söylediği gibi varlıkta,yoklukta,hastalıkta, sağlıkta çok kötü günlerimizde dahi kendimize mutluluk verecek olaylar yarattık beterin beteri vardır bugünümüze şükür dedik.Ailece kenetlendik kimseye halimiz budur demedik.herzaman başımız dik sanki herşeyimiz dört dörtlükmüş gibi yaşadık.Bunda çocukluğumunda buna benzer yokluk içinde geçmesinin payı vardı sanırım.Bu şartlarda nasıl yaşamamız gerektiğini küçükken öğrenmiştik.ilkokula başlarken okul önlüklerimiz büyük dikilirdi 5 sene giyilecek gibi.Benim 4 ncü sınıfta önlüğümün dirsekleri açılmıştı.annem 1 sene için önlük alınmaz diye yama yapmıştı dirseklerine ben sınıfta sobanın yanında oturmama rağmen 1 yıl üzerimden hırkamı çıkarmamıştım kimse yamasını görmesin diye.hayatım boyunca hep üşümem bundanmı bilmem.sadece önlükmü hayır çoraplarımız bile yamalıydı.temiz ve yamasız olanları misafirlikte giyerdik.Rahmetli babaannem' eskisi olmayanın yenisi olmaz' derdi ve eskileri evde giyin dışarı çıkarken temiz tertipli çıkın diye tembih ederdi.çokmu fakirdik bilmiyorum babam öğretmendi... Belki babaannemin sözündendir aldığım kıyafetleri bozulmadan yıllarca bugün alınmış gibi giymem. Bende anılar bitmez yorumumu kullanmak için izin istemişsin teşekkür ederim tabiki kullanabilirsin sevgiler..""
 
Benzer yaşamlardı, bizleri de "eskisi olmayanın yenisi olmaz" "sahip olmak için ihtiyacına bak" sözleriyle büyütmüşlerdi...



Daha sonra, "sevgili yavrum canım kızım"ın hiç ummadığım çok güzel bir yorumu geldiğinde yürüdüğümüz yol ne kadar taşlı olursa olsun birlikteliğimizin ve bana yaşadıklarımızın ne kadar gurur verici olduğunu bir kez daha hatırlattı...
 
 
RENKLİ TASARIMLAR dedi ki...
""Memur babanın, işçi annenin iki çocuğundan küçük olanıyım ben. Babam gibi annem de çalışmaya mecburdu. İki maaş, iki çocuk... Eh, anca dengeleniyor işte... İlkokulda kaybettiğim ev anahtarının sayısını hatırlamıyorum; henüz çok küçüktük bu sorumluluğu almak için ama çalışan anne çocuğu olmak bunu gerektiriyordu. Evi anahtarınla açacaksın, sobanı yakacaksın, yemeğini ısıtıp yiyeceksin ve dahası... Ne mutlu bana! Ne mutlu ablama! Yaşam boyu iki ayağımızı sağlamca yere basmamızın ilk temel taşlarıydı bunlar. Kendi gücümüzü fark edebildiğimiz, sorumluluk bilinci geliştirebileceğimiz en erken dönemlerdi. Mecburiyetin bir insan evladına kazandırdığı en önemli değerlerdendi... Sağolsun devlet politikaları! Babam memur, annem işçi... emekliler şimdi... Oyuncaklarımızı iki kardeş kendimiz yapardık. Kartondan bebek keser, kâğıtlardan elbiselerle süslerdik. Bulduğumuz kutulara evler yapardık. Fena mı oldu? Bak anneciğim, ben tasarımcı oldum ablam mimar! Evimize giren kıt kanaat maaşlarla yaşanan en büyük lükslerden biri günlük gazete ve kitap alışverişleriydi. Klasik bir pazar günü fotoğrafıdır babamın divanda bıyıklarını burka burka kitap okuduğu saatler. Memurdu babam, çok okurdu. İşçiydi annem, çok okurdu. Yoklukta bile vazgeçilmez olan şeyin, 'okumak' olduğu kazındı zihnimize o günlerden. O gün bugündür okuyoruz, yazıyoruz, söz söyleme hakkımıza, her tür fikri ifade hakkımıza 'dilimizle' sahip çıkıyoruz. Ve 'dilimize' de, çocukluktan beri bize Büyük Türk olarak anlatılan Atatürk'ümüzün öğrettiği şekliyle sahip çıkıyoruz. İçine ne Avrupa'nın, ne Amerika'nın, ne de "ARABİSTAN"ın sözcüklerini katmadan kullanıyoruz, ne mutlu! Her şeyin değerini anlayarak büyüdük. Yokluğu da bildik bolluğu da... Her şey bize, daha küçücükken 'birey' olduğumuz varsayılarak özenle anlatıldı. Bu yüzdendir ki, yoklukta bulduğumuzla yetinmeyi ama bolluğu da kendimizden uzak tutmamayı öğrendik. Ne cimri olduk, ne savurgan... Değerli olduğumuz hem sözlerle hem sevgiyle öğretildi bize. Ve biz bu kadar değerli olan kendimizden hiçbir bolluğu sakınmamayı yazdık aklımıza. Ve yokluk gizli konuşmalarla saklanmadı bizden. Eğer saklansaydı yokluğun sadece bir 'durum'dan ibaret olduğunu anlayamazdık. Utanmamız gereken bir sıfat haline dönüşürdü içimizde. Biz ne sahip olmadığımız maddi değerler yüzünden utandık, ne de sahip olduğumuz maddi değerler yüzünden! Ama işte öyle değerlerle yetiştirildik ki, tıpkı bu yazıda geçtiği gibi, ülkenin başbakanı insan değerini bilmiyor diye biz insanlığımızdan utandık! İnsanoğlunun adaletsizlikte, umursamazlıkta, bencillikte, alçaklıkta, hainlikte, kabalıkta, değer bilmezlikte, soysuzlukta, arsızlıkta, namussuzlukta geldiği noktadan utandık! Geçen gün biri anlatıyordu; çocuğunun öğretmeni sınıfta herhangi bir yerlerden 15 tane kalem toplamış. Bunlar kimin diye sorduğunda hiçbir çocuk ortaya "benim!" diye çıkmamış. Kendilerine ait kalemlerin sayısını bile bilmiyorlar! Kendi yaşadığım bir örnek geldi aklıma bunu duyunca. "Bu kimin?" diye sormuştu öğretmenimiz, bende bir tane daha var diye "benim," diyememiştim, "Sevda'nın," çıkmıştı ağzımdan. Onun yoktu. Yoklukla varlığı o kadar iyi anlamıştık ki, 'paylaşmayı' öğrendik. Ne 'hep bana', ne 'benden uzağa'... Biraz sana, biraz bana... adalet, hak, herkes için... Biz, ekmek ve lor peyniriyle bu ülkenin değerlerine sahip çıkacak birkaç önceki nesildik. Arada başbakanın buyurduğu gibi 4-5 çocuk doğurmadığımız için sayımız azaldı, ama olsun.:) Nasılsa güç dediğin özden gelir...

Anneme sevgilerimle...""


Bu post için ..... Arkadaşıma ve sevgili yavruma çok teşekkür ederim...


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...