Cumartesi, Aralık 29, 2007

BEN ANNEYİM

SADUN TANJU
1957
Seni.bir hücreden yaşamaya layık bir canlı haline getiren benim. Seni ıstırapların en büyüğüyle doğurdum; sevinçlerin en büyüğüyle kollarıma aldım. Sana ilk davranışı, ilk gülüşü, ilk bakışı, ilk heceyi ben öğrettim. Seni karşılıksız, menfaatsiz, tertemiz ilk ben sevdim. Sana hayatta ilk lazım olacak dersleri ben verdim. Senin yüzünden ilk acıları ben duydum. İlk ağlayışlarını benim göğsümde dindirdin. İlk sırrını bana açtın. İlk dost beni edindin.
Ben anneyim!
Bana her zaman güvendin.Üzüntülerin benim üzüntülerim oldu. Seni pencerelerde bekledim, gelişinde kapılara koştum. Seni her zaman aynı duygularla bağrıma bastım, seninle iftihar ettim, seninle taçlandım, şereflendim.
Ben anneyim!
Ben, Tanrı'nın en büyük lütfuna layık görülmüşüm. Ben bereketim. Ben Tanrı gibi insan yaratabiliyorum. Ben yeryüzünün iyi ve güzel, kötü ve çirkin herşeyin mesuliyetini taşıyorum. Medeniyet benim, mazi benim, gelecek günlerin ümidi benim.
Ben anneyim!
Ben insanlığın başı ve sonuyum. Ben hayata şekil veren sanatkarım. İstediğim renkleri kullanır, istediğim gibi yontarım. Beynine ilk nakşolan sözler benim, kalbe ilk yerleşen duygular benim duygularımdır. Ben cennet ve cehennemim. Ben istersem sevgi kardeşlik ve dostlıkla büyütürüm; istemesem kinle, düşmanlıkla içini doldururum. Ben dünyaya nizam veren iradeyim.
Ben anneyim!
Ben sabır ve tahammülüm. Ben en yumuşak ve en sertim. Cesur olmayı nasıl benden öğrendinse, korkuyu da ben sana öğrettim. Seni ilk öpen ve ilk döven benim. Sevmek, aşık olmak, şefkat, kin, dostluk ve düşmanlık duygularının hepsi bende.
Ben anneyim!
Bir acı duyarken beni çağırırsın. Ben teselliyim. Ölsem bile gözüm arkamdadır. Ben endişelerin derin kuyusuyum. Kendi içime düşerim. Ben bütün alakaların mihrakıyım. Cömert olduğum kadar hasis, kıskanmaz göründüğüm derecede de kıskancım.
Evet seni kıskanırım. Sen benim eserimsin, sen benim emeğimsin. Sen benim güzel günlerim, geçen ömrüm, bütün hatıralarımsın. Seni kıskanırım. Seni bu duygumla bunaltır, isyan ettirir, üzerim. Seni kendime hasretmek isterim.
Bunun için kıskanırım seni.
Ben anneyim!
Ben saygının mihrabıyım. Önümde diz çökmeni isterim.
Gönlünde yer etmeyi isterim.
Hakkım ödensin isterim.
Unutulmaktan korkarım.
Baş üstünde ve baş köşende yerim.
Bu benim hakkım.
Ben anneyim!
Ve son nefesimde..
Her zaman
Sütüm ve hakkım helal olsun yavrum derim.

Yaşamın kıyısından tüm annelere...

Pazartesi, Aralık 24, 2007

YENİ YIL

Bir yıl daha geride kalmak üzere, bir daha asla dönülemeyecek olan zaman. Bizler yıl diyoruz ona kısaca . Zamanımızı dilimlemek, ona sayı vermek, sıraya koymak, takvim yapraklarına taşımak ve yaşamı bunların arasına sıkıştırmak.

Coşkuyla karşılanır yeni yıl, üzerine nice destanlar yazılır. Dilekler iletilir, hayaller kurulur, kutlanacak yıl dönümleri düşünülür. Yeni yılın baharı vardır, yazı vardır, yaz tatili vardır. Kısaca coşkudur gelen her yeni yıl. Daha gelmeden yorulan, onlarca insanın yaşam planlarını sırtında taşıyan, vazgeçtim gelmiyeceğim diyemeyen ama yine de kendi bildiklerini yapacak olan bir yıl.

Bağrında güzellikleri de yaşatan geride kalmış tüm yıllara haksızlık etmeden yeni girecek yılımızın tüm dünyaya barış, huzur, sevgi, saygı, sağlık, mutluluk getirmesi ve artık anaların, kadınların ağlamaması dileğiyle.

Yaşamın kıyısından sevgi ile....

Pazar, Aralık 16, 2007

VAKİTSİZLİK

Geveze kalem'imin vakitsizlik yazımıma kısacık bir cevap.


Zamanımın yarısını evde geçiriyorum, öbür yarısınıda sizlerle. Geriye kalan öbür yarısınıda kendimle. Kendimle geçirdiğim zamanın dörtte üçünde de sizleri düşünmekle, kalan çeryek zamanda sizleri göreceğim zamanı beklemekle.
Nasıl zamansa bu, üçe böldüm olmadı beşe böldüm olmadı.


Güneş nerede doğarsa doğsun, vaktini bekler
Herdaim doğduğuna göre, vaktini kendi tayin eder.
Batarken yorgun ve bezgin gibidir
Ama yine anında doğar ve dirilir.

Yaşamın kıyısından , karışık bir zaman hesaplaması

Cumartesi, Aralık 08, 2007

ISMARLAMA SOBE

Genç blog arkadaşım butterfly,kızımında dahil olduğu blog arkadaşlarınla oynadığı sobe oyununa beni sobeliyerek davet etmiş. Teşekkür eder sevgilerimi iletirim.


ben küçükken..İlk hatırladığım duvarları eşeleyip kireçleri yemekti. Çok küçüktüm sanırım, birde bahçede toprak yediğimi hatırlıyorum. Çok iyi hatırladığım "yada unutmak istemediğim" anım ise yeni alınmış ve hiç giyilmemiş çok güzel bir hırkamın unkapanı köprüsünün üstünde yürürken farkında olmadan kolumdan düşüp kaybolmasıdır. Çok ağladığımı hatırlıyorum. Kaybolmasımı yoksa ona sahip olamayışımmı beni bu denli üzmüştü bilmiyorum. Çok ağlamamın sonrası yerine alınan kenarı kiraz tanecikleriyle süslü hasır şapkam ve hasır çantam bile bana hırkamı unutturamamıştı. "niye aynısı alınmamıştı onuda bilmiyorum"


aslında ben.. İçimdeki benlerden bana ait olan beni ne yazıkki daha yaşıyamadım. Dipdiri ve hiç kullanılmamış olarak duruyor. Abla olan ben, eş olan ben, anne olan ben o kadar kuvvetliydiki, ben olan bene hiç fısat tanımadılar. Aslında ben, iyi öğrenciler yetiştiren bir profösör olmayı ve sivil toplum örgütlerinde çalışmayı isterdim.


ilk kopyam.. Düşünmedim bile. Karekterim gereği alıntılara bile karşıyımdır.


en saçma huyum.. Dolap ve çekmece içlerini devamlı düzeltirim. Çamaşırlarımın ve giysilerimin ucu ucuna katlanması beni rahatlatır. Eğri duran her nesne beni rahatsız eder, perde kıvrımları hatta eyfel kulesi bile. "iyiki yakınımda değilde görmüyorum". Ütülemeden de asla bir şey kullanmam.


bence cep telefonu.. Kullanmama rağmen karşı olduğum bir alet. Bence özel hayatın ve özgürlüğün kısıtlanması gibi birşey. Gereksiz yerlerde çalması da ayrı bir sorun." Hele ki küçük kızım gibi bir takipci olursa".


aşk bence.. Sevgi. Yıllardır aşkın sevgiden ayrı bir şey olmadığını, aşk ve sevgi ikiz bile değildir tekdir diyerek tüm düşünenlerin fikirlerini çürütmeye çalıştım. İçimdeki sevgi yoğunluğu çok sıcak ve yumuşacıktı, aşk diye bir duygu yoktu. Sonra yavrularım oldu. Sevgilerin en güzelini tatdım. Sevginin katmerlisidir evlat sevgisi ve onun üzerine sevgi yoktur. Derken aşık oldum. Ben torunlarıma aşığım, meğer aşk varmışta torunlarda gizliymiş. Sakın yavrumuza aşığız demeyin, torun sahibi olunca görürsünüz aşkın ne olduğunu.


en sevdiğim bloglar.. Okuduğum bütün bloglar çok güzel. En sevdiğim bloglar ise tabi ki barış'lı günler ile küçüktüm ufacıktım. "çünkü bol bol resimleri var prensesimle lokumumun".

Yaşmın kıyısından gençlere.




Cumartesi, Aralık 01, 2007

BİR KAHVE LÜTFEN



Yaşamak için değil, yemek için yaşıyoruz.

Günümüzde biz insan denen canlılar yaşamak için yeme ve içme gibi ihtiyaçlarımızın kontrölünü kaybetmiş durumdayız. Artık yemek için yaşıyoruz, her yerde bir şeyler yiyoruz. Sabah uyanıldığında ne yiyelim düşünceleri hemen başlıyor. Sabah kahvaltıları keyfen yapılıp, kahvaltı seansları düzenleniyor.

''Hadi kahvaltıya bize gelin,'' ya da

''Kahvaltıyı dışarıda bir yerde mi yapsak?''

Park mı istersin deniz kenarı mı, ormanlık alan mı? Ha buralara gidemiyor musun? Ön bahçe de olur. Kahvaltıyla iş bitse iyi, biraz sonra geldi kahve saati. Öğleni, ikindi çayı, akşam yemeği, ara öğünleri v.s.

Bir arkadaşınla oturup dertleşmek istiyorsun, "Gel şurada oturup bir şeyler içip konuşalım," veya "Akşama bir yerlere gidip bir şeyler yiyelim, dertleşiriz" gibi sözcükler oturur hemen yerine. Yemeden içmeden konuşma olmuyor ya!

Evin hanımı dertli komşular gelecek, "Ne yapmalı? Vakit de az, çok çeşit olmalı," doğru mutfağa kurabiyeler, kekler, pastalar... Çeşit çok olmalı ayıp olur yoksa. Ama yine de sunumda "Kusura bakmayın fazla da bir şey yapamadım," denir her nedense. Gelen komşuların durumu da daha değişik, "İkramda neler var acaba?" dır zihinlerden geçen.

Bilinen en basit kekin bile tarifi istenir, "Çok güzel olmuş, ben de tarifini alayım."

Çocukları parka götürmek zevktir de illâ çekirdek yenecek banklarda otururken. Çocuklar kum havuzunda, büyükler çekirdeğin başında. Bankların altı çekirdek kabuklarıyla kaplanmış içler acısı. Simitçisi, helvacısı, pamuk şekercisi zaten park girişini parsellemiş durumda. Gözlerini dikmiş çocukların yaygarasını bekliyorlar.

Yollar derseniz yiyecek ambalajlarıyla kaplı. Ye at, iç at!

Şehir içi otobüsleri, en fazla bir saatlik yol ama olmaz, su almalı bulunsun! Duraklar ufak pet şişeleriyle dolu, durakta suyunu içersen durağa, otobüste içersen otobüse atarsın pet şişeni fark etmez, aman yeter ki susuz kalma!

Yürüyüş yapacaksın elinde pet şişen muhakkak olacak. Pet şişesi baston oldu artık onsuz yürünmüyor. Yürürken su, bir yerlerde oturacaksan kola. Boş geçmesin zaman, neme lâzım!
Sinama, tiyatro salonları çözüm saydı kabuklu yemiş yasakladı. Bizler durur muyuz patlamış mısırı icat ettik hemen, seyrederken bir şeyler yemek lâzım. Mısır kesmez, antrakta bir şeyler yenir, yenmese de içilir.
Bayram olur kapıya gelen çocuklara şeker veririz. Kitap verecek değiliz ya, zaten versek de
ne derler eve gidince, "Bayramda ne kitabı? Bir şeker de mi veremediler?" Kurban bayramı evrim değiştirdi zaten bir telaştır gidiyor. Kurban yerine ulaşmıyor artık, çünkü evlerde 'no frost'lar var. Koy dolaba altı ay rahatız . Yemek için yaşıyoruz ya altı ayı da garantiledik!
Çarşılar açılır 10 km arayla, içine gir 3 dükkan 13 restorant.
Kitapçıda en çok satılan da yemek kitapları.
Akşama yemek mi yok? Telefon et ya lahmacuncuya ya da pizzacıya.
Kaç kişi hastanede yatan hastasına kolanya, çiçek götürüyor ki? Yol üstündeki pastaneden alınan kurabiye daha iyi tabi ki.
Buluşma yeri olarak o ağacın altından vazgeçildi.
''Kafede buluşalım,''
''Çay bahçesinde buluşalım.''
15 dakikalık vapur yolculuğunda çay, simit, 45 dakikalık feribot yolculuğunda meyve suyu sandviç, 1 saatlik uçak yolculuğunda yemek.
Yemek için yaşıyoruz ya saymakla bitmez ve bu yazı uzar gider.
Ben en iyisi burada bitireyim de gidip kendime bir kahve yapayım.:)

Cuma, Kasım 23, 2007

GEÇMİŞ ZAMAN OLURKİ

Sibelime,
Simsiyah gözlerin minicik bir ağzın var
Bukleli saçlarınla Mayıs güneşim benim
Yavrum ilktanem meleğim.


Semama,
Tatlı gülüşünle badem gözlerinle
Sabah güneşi gibi yerleştin içime
Evimin neşesi bestesi
Gül kahkahalarla doldur içimi
Yavrum cantanem bebeğim.

25 Eylül 1978 Pazartesi saat 16.00

'torunlarına yazdın hani bize' diyen kızıma kısa ama taze bir dörtlük

Yürürken yollarda, düşünürken camlarda
İçimdesiniz dayanağımsınız
Gece düşünce başım yastığa, dua ederken tanrıya
Yanımdasınız


Yaşamın kıyısından yavrularına.

Salı, Kasım 20, 2007

YAŞAMLA SAVAŞIM

Küçücüktüm o karşımda bir dağ gibiydi, yetişemezdim ellerimi uzattım. Tutmadı ellerimi silkeledi attı.

Dargındı bana yaşam.

Umursamadım, güldüm geçtim aramız düzelir dedim. Düzelmedi, etrafında pervane misali döndüm, sana ışık olamam dedi.

Dargındı bana yaşam.

Boynumu büktüm yalvardım, gel barışalım dedim duymadı. Haykırdım, arkasına dönüp bakar sandım, bakmadı.

Dargındı bana yaşam.
Ağladım sızlandım, yakardım yapma etme eyleme dedim, oralı bile olmadı.

Dargındı bana yaşam.

Sana inat çok güzel şeyler soktum aramıza dayanamazsın artık dedim, güldü geçti.

Kandırmaya çalıştım. Yüreğimdeki fırtınayı gizlercesine güldüm, yüzüme yayılan tebessüm dudakvrımlarımda takılı kaldı, inandıramadım.

Dargındı bana yaşam.

Yoruldum artık gücüm kalmadı, sabrım tükendi, biraz anlayışlı ol yardım et bana dedim . 'benden ne istiyorsun ki ' der gibi anlamsız anlamsız yüzüme baktı.

Anladım ki barış istemiyordu, olmayacaktı.. Barış için yakarılarım varsa savaş içinde silah bulurum dedim. Hodri meydan dedi.

Şimdi artık savaşım yaşamla. Ne kadar sürer, kim galip gelir, pişmanolur bilemem.

Yaşamın kıyısı böyle buyurdular da, o gücü nereden bulucak onuda ben bilemem.


Pazartesi, Kasım 12, 2007

ATLAR VE KUŞLAR

Hayvanlar, 'insan' denen canlıya hiç zarar vermezler. Doğadaki tüm hayvanlar zararsızdır bana göre, en vahşisi bile, evet, zararsızdır!
Pençe, zehir, diş gibi silahları vardır ama sadece kendilerini savunmak veya karınlarını doyurmak için kullanırlar.
İnsanın kalbine, beynine veya düşüncelerine asla dokunmazlar. Onlar yürek yaralamaz, düşünceleri hırpalamaz, insan ruhunda kapanmayacak yaralar açmazlar.

Ben -bunun içindir belki- hayvanları çok severim. Hepsini severim de yalnız içlerinden atlar ve kuşlara karşı daha büyük bir sevgim vardır.
Kuşlar alabildiğine özgür,
Atlar o denli asildirler.
Kıskanırım onların özgür ve asaletini, olmak isterim çoğukez onların yerinde. Özgürlüğün kalbe verdiği huzur rahatlatır, asalet ise doruğa ulaştırır insanı diye düşünürüm.
Ne güzeldir sonsuzluğa ulaşan gökyüzünde uçmak, ne güzeldir ağaçların tepesine, daldan dala konmak... İstediğin yerde yuva kurmak...
Koşmak, koşmak, yorulmak bilmeden koşmak... dağ, tepe, bayır aşmak ne güzeldir kim bilir...
Ben bunları da kıskanıyorum galiba,
diye düşünüyorum...

Pazar, Kasım 04, 2007

KISA BİR YAŞAM


Yıl 1927 Dünya yorgun, savaştan çıkalı yıllar olmuş toparlanmaya çalışıyor ama iç çatışmalar, kırgınlıklar, kızgınlıklar bitirilmemiş; Balkanlar küskün, Yunanistan hazımsız, topraklarındaki Türklerin varlığından rahatsız.
Yer Selanik, topraklarından koparılmaya çalışılan Türkler yoksulluğa itilmiş, çıkar bir yol aramaktalar. Kimileri göçmekte kimileri topraklarını ve vatanı olan bu yerleri bırakmamak için mücadele etmektedirler. ATATÜRK'ün doğduğu bu memleketi bırakmamak için her şeye göğüs geren Türklerdir bunlar.

Türkiye'ye doğru gelen göçmen yüklü bir tren... İçinde çocuk, kadın ve yaşlılar... Erkekler eşlerini ve çocuklarını, yaşlılarını gönderiyor, kendileriyse toprakları için kalıp, mücadele vermeleri gerektiği düşüncesindedirler.

Bir vagon... Bu vagonda teyzesi ve teyzesinin kızı ile, kocasını kısa bir süre önce kaybedip teyzesine sığınan yedi aylık hamile genç bir kadın. Türkiye'ye göçtedirler.

İstanbul, Sirkeci garına varan tren yolcularını indirir. İçindeki göçmenlerin kimileri daha önce gelmiş akraba, ahbap ve tanıdıklarının yanlarına geçici yerleşecek ve kendilerine bir
yer edineceklerdir.

Bu genç kadınsa teyzesi ve teyze kızı ile Aksaray, Taşkasap'ta, Selanik göçmenlerinin bulunduğu bir binanın giriş katına sığınır. Yanlarında getirdikleri üç beş eşyadan başka bir şeyleri yoktur. Ellerindeki para ne kadar idare edebilir ki?

Teyze ve yeğeni dikiş dikmeye başlarlar. Genç kadın iki ay sonra doğum yapar ve nur topu gibi bir kızı olur.
Bir zaman sonra Selanik'ten gelen enişte Kuzguncuk'ta çok büyük bir köşkte bahçıvanlık işi bulur, eşini ve kızını yanına alır. Genç kadın bulunduğu yerden memnundur çok iyi bir evsahibi ve dikiş diktiği müşterileri vardır. Burada kalıp kızıyla bir hayat kurma mücadelesine girer, bu arada ev sahibi olan doktor, memleketlisine kol kanat germekte ve elinde doğan küçük kızı çok sevmektedir.
Böylece yıllar geçer. Genç kadın vakit bulduğu zamanlarda Kuzguncuk'taki teyzesi ve Çengelköy'e yerleşen, beraber göçtükleri uzak akrabalarına ziyaretler yapmaktadır.

Küçük kız büyümüş yedi yaşına gelmiştir. Kıvır kıvır saçları, kapkara gözleri vardır. Anne kızına hayrandır, onu elbebek gülbebek büyütmüştür. O, erkeğinden kalan tek hatıradır.
Küçük kız okula başlayacaktır, evsahibine danışır. Kızını okula gönderecek, onu okutacaktır. Ama bilemez ki bu genç kadın, kızını okula bile yazdıramadan yaşamdan kopacaktır.

Yedi yaşındaki bu güzel kız ortada kalmıştır. Kuzguncuk'taki teyze küçük kızı götürmek üzere gelmiştir. Götürecektir götürmesine de bir çocukla girdiği köşke şimdi bir çocuk daha nasıl getirdim diyecektir?. (Zaten teyze biraz da gaddardır.)

Devreye giren doktor evsahibi, çok sevdiği bu kızı evlatlık olarak alır. Okula yazdırılan küçük kız doktor, eşi ve abi dediği doktorun oğlu ile yaşamaya başlar. İlkokulu bitirdikten sonra evde doktorun eşine yardım ederek büyümeye çalışır. Onaltı yaşına gelince güzelliği iyice belirmeye başlar. Bu arada doktor ve eşi onu hiç kendi çocuklarından ayırt etmeden bakarlar, giyimi gayet iyi ve hatta ilerki yaşama yararı olsun diye bilezik, kolye, küpe gibi altınları bile alınmıştır. Ama kader burada da yakasını bırakmaz. Doktorun oğlu bu güzel kıza aşık olur. Genlerinden gelen ahlak, doktorun verdiği terbiye ile birleşince ekmeklerini yediği bu insanlara saygısızlık etmeme düşüncesi onu tüm eşyalarını ve altınlarını bırakıp kaçmaya iter.
Teyzesinden başka gidecek bir yeri yoktur, yanına sığınır. Bir zaman sonra da teyzesi onu Çengelköy'deki akrabalarına bırakır, artık oradan oraya gezmektedir, çok çaresizdir.
İki sene böyle geçer.

Artık onsekiz yaşındadır ve bir kısmeti çıkmıştır. Çengelköy'deki akrabalarına gelen bir memleketlisi tanıdığı bir ahbabının kardeşi için bir kız aradıklarını söylemiş, bu güzel kızı görünce de talip olmuştur.
Evleniyordur artık bu güzel kız, bir yuvası olacaktır, evinin kapısını kendi açacak, kendi temizliğini yapacak, belki de evde şarkılar söyleyecek, akşam eşine yemek hazırlayacak, çocukları olacaktır. Mutludur.


Semt Vefa'nın Küçükpazar mahallesi. Genç kız buraya gelin gelmiştir. Eşi, ablasıyla birlikte yaşadığından, aile içine gelin gelmiştir. Üç beş ay nişanlılık döneminden sonra, hayalindeki gibi kendine ait bir evde olmasa da mutludur durumundan. Sevecen bir eş, yüreği sevgi dolu bir abla ve dünya tatlısı bir enişteye sahip olmuştur. Abla ile eniştenin, yaşları 12 ila 7 yaş arası üç çocukları vardır. Bu çocuklar eve yeni gelen bu yengeyi çok sevmişler ve peşinden ayrılmaz olmuşlardır. Evin geniş bir sofası ve üç odası vardır, iki kadın birlikte evin işlerini yüklenmiş beş erkeğe bakmaktadır. Pazardan eniştenin filelerle getirdiği sebzeler, meyveler ayıklanır yıkanır, pişirilir, bahçede yakılan odun ateşinin üzerindeki kazanda kaynayan su ile çamaşırlar yıkanır, kurutulur ve içinde mangaldan alınmış ateş bulunan ütü ile ütülenirdi. Abla çok temiz ve tertiplidir yeni geline hep bildiklerini öğretiyordur. Genç kadın bu evi sevmiştir bir ailesi vardır artık, aynı sene bir de oğlu olunca mutluluğu daha da artar. Eşiyle ufak tefek tatsızlıkları olsa bile onu çok sevmiş ve sıkı sıkı sarılmıştır bu yeni hayatına. Eşi iyi bir insandır ama içkisi vardır. Önceki dönemlerde çok içmiş, evlenince kendini frenlemiştir ama ara sıra yine kaçırıyordur kantarın topuzunu.
İki sene üzerine yine hamile kalmıştır genç kadın, bu kez bir kızı olur, ev halkı buna çok sevinir. Hatta eve dört erkeğin üzerine gelen bu kızın sevinciyle enişte, berber dükkanın bulunduğu sokaktaki esnafa lokum ve çay dağıtmıştır.
Bebek bir yaşına geldiğinde ablanın da tekrar bir oğlu olmuş ev halkı iyice kalabalıklaşmıştır.

Senesi gelmeden genç kadın yine hamile kalmıştır. Çocukları henüz çok küçük olduğundan bu bebeği istememiş ve o zamanın koşullarında ilkel yöntemlerle kendi kendine düşürmeye kalkmıştır. Düşük başarılı olmamış ve bebeğe zarar gelmiştir. Bebek yedi aylıkken ölü olarak doğmuştur.
Ancak genç kadın tekrar hamile kalır. Önceki tecrübeden korkmuştur, istemese de bunu doğurucaktır.
Süleymaniye Doğum Evi'nde bir kız dünyaya getirir. Hastane yatağında yatarken vizite gezen doktorlardan tanıdık bir yüz görmüş kim olduğunu düşünürken birden evlatlık olarak kaldığı evin oğlu olduğunu hatırlamıştır, yüzüne çarşafı çekerek saklanmaya çalışmış, korkmuştur. Hiç bir suçu olmasa da korkmuştur. Ziyarete gelen eşine hemen çıkmak istediğini söyler. Eşi taburcu işlemlerini yaparken hemşire bebeğe iğne yapılması gerektiğini ateşi olduğunu söyler. Bir yıl sonra ellerini rahat hareket ettiremeyen, ayakta duramayan bu bebek doktora götürüldüğünde, doğumda yapılan bu iğnenin kaslarına zarar verdiği öğrenilir. Şişli Etfal Hastanesi'nde aylarca tedavi gören bebek ne yazık ki sakat kalmıştır. Genç kadının mutluluğu kısa sürmüş, gitgide zorluklar başlamıştır. Bu arada yine hamile kalmış ama bu kez düşürmüştür.
Kalabalıklaşan aile artık ayrılma zamanının geldiğini düşünür.


Eşinin Beylerbeyinde oturan bir ablası daha vardır. Eşinin iki ablasından başka da kimsesi yoktur zaten.
Bu küçük aile Beylerbeyi'ne taşınmaya karar verip, Beylerbeyi'nde büyük ablanın sahibi
olduğu evlerden birine yerleşir.
Büyük ablanın iki erkek bir kız olmak üzere 3 çocuğu vardır. Büyük oğlu ile kızı evli olup onlar da Beylerbeyi'nde oturmaktadır. Birbirlerine kısa mesafelerde ayrı evlerde oturan , çok iyi anlaşan akraba bağları kuvvetli kalabalık bir aile olmuşlardır artık.

Eşi çok iyi bir marangozdur, yeni taşındıkları eve dolap, raf, mutfak tezgahı gibi ev eşyaları yapmış hatta sedir bile kurmuştur. Bu arada bir oğlu daha olmuştur bu genç kadının. Şimdi artık dört çocukludur.
Sıkıntıları artıyor, zora düşüyorlardır zaman zaman. Çocukları küçük, masrafları ağırdır. Bir dikiş makinası olsa yardım edebileceğini, masraflara katkıda bulunabileceğini söyler bir gün eşine.

Aile sıkıntı da iken bile eve bir omega marka dikiş makinası alınır. Çok sevinmiştir genç kadın, dışarıdan iş alır, bir taptancıya iç çamaşırı dikmeye başlar ve aynı zamanda çocuklarına giysiler, evine perdeler, divan örtüleri de diker. Para da kazanmaya başlamıştır.
O kadar sevinmiştir ki buna, bazı zorlukları görmemeye çalışır. Makinasında dikişler dikip, eve yeni alınan kuzine fırınında un kurabiyeleri yapar, çocuklarını okula götürüp, akrabalarına gider, misafir ağırlar, geceleri de örgüler örüp eşini bekleyerek geçiriyordur zamanını.

Eşi daha iyi şartlarda iş de bulmuştur. Muammer Karaca Tiyatrosu'nun sahne dekorlarını yapıyordur. Her hafta sonu hiç aksatmadan gidilen Küçükpazar'daki abladan sonra gezmelerine birde tiyatro eklenmiştir artık. Her yeni oyun başladığında kendilerine ayrılan locada çocukları ile tiyatro seyretmek, hele ki eşiyle aynı yerde olmak çok güzeldir, huzur veriyordur ona. Derken;
Pusuda bekleyen kader şöyle bir dolanmıştır ortalıkta.
Sanat camiasına giren eş bulunduğu ortama uyarak içkisini yine kaçırmaya başlamıştır. Zaten geç biten mesaiye bir de alınan alkol girince, Boğaza giden son vapura yetişen eş çoğukez vapurda uyuyakalıyor ve Beykoz'a kadar gidip ancak sabah ilk vapurla dönüyordur evine. Önceleri merakla sabaha kadar eşini bekleyen genç kadın artık son vapur saati geçince çocuklarının yanına girip yatıyordur.
'Bunlar sıkıntı değil,' diyordur kendi kendine, yutarak unutmaya çalışıyordur. Daha otuz dört yaşındadır, daha neler yaşanacaktır kimbilir.
Ama daha ana karnındayken başına musallat olan ters kader, bir görünüp bir kaybolmaktan vazgeçip gelip oturmuştur karşısına en sonunda.
Sık hastalanmaya başlamıştır, artık yere çömelerek leğende çamaşır yıkıyamıyor, yüksek yer arıyordur. Dikiş dikmek de zor gelmeye başlamştır, makinanın pedalını çevirmek karnında sancıya neden oluyordur. Ellerini karnında gezdirdiğinde sert birşeye takılıyordur parmakları. Bu durumu sırdaşı olan büyük ablasının gelinine söyler ve birlikte çare aramaya başlarlar. Çare olabilecek ne duydularsa yaparlar, kızdırılmış kazana oturana kadar götürmüşlerdi işi ama geçmez birtürlü.
Sonuç bağırsak kanseri!
Sonra doktorlar, Çapa Hastanesi, ameliyat...
Eve gönderilmiştir bu genç kadın, umut yoktur. Hasta yatağı, kendime ait dediği evinde bir divan üzerindedir artık.

Bir kere daha görsün diye karşısına getirilen küçük oğluna 'kim bu güzel çocuk?' diyecek kadar tükenmiştir.

Kader yakasını bırakmamıştır bir türlü.
17 eylül 1962 gününün ilk saatlerinde sıkı sıkı tutmaya çalıştığı yaşam ellerinden kayıp gitmiştir.
Arkasında haftalarca mezarının başında geceleyen bir eş ve dört küçük çocuk bırakarak...

Bu genç kadın benim annemdi.
Tanıyıp arkadaş olmaya fırsat bulamadığım
Sevgisine, anne demeye doyamadığım
Gittiği için yıllarca kızdığım
Yattığı yerde huzur bulsun diye
Her gün Allaha yalvardığım
ANNEM

TORUNLARIMA


PRENSESİME
Şiir gibisin ilktanem
Mısraların içinden gelen
Kitap gibisin cantanem
Okundukca sevilen
Tablo gibisin bitanem
Seyrettikce güzelleşen
Bir bütünsün nartanem
Dünyaya gönderilen

LOKUMUMA
Altmışlı yıllarımda
Hoşgeldin hayatıma
Kayacakken yaşam ellerimden
Bağladın beni hayata
Sen varsın ya sen
Nasıl birşeysin bilemem
Gördüğüm en güzelşey işte budur desem
İnanırmısın bitanem

Yasamın kıyısından torunlarına

Cuma, Kasım 02, 2007

SEVGİ

Sevgi nedir. Sevgi emektir diye tanımlanır çok kişi tarafından, artık kalıplaşmış gibidir, Selvi boylum al yazmalım filmi gelir aklıma. Hoşuna gitmiştir bazılarının söyleyip dururlar sevgi emektir diye. Ama öyle midir aslında, insan emek vermediği şeyleri sevmez mi delicesine, sever hemde öyle sever ki. Ben doğaya emek vermedim, hayvanlara emek vermedim, sanata emek vermedim, anama babama da emek vermedim, hatta (kısmen versem bile) torunlarıma da emek vermedim. Emek verdiklerimden bile (yavrularım hariç) daha çok sevdiklerimdir.
Bence sevgi korkudur, sevdiklerine zarar gelmesi insanı ürkütür ve daha fazla sever. Denizin derinliği, gökyüzünün sonsuzluğu, ağaçların heybeti, çiçeklerin renkli dili bir o kadar güzel iken korkutmaz mı insanı. Hayvanların kendi kendine doğurmaları, hiç desteksiz yavrularına bakmaları, korumaları, yaşama hazırlamaları. Bütün bunlar sevilmez mi, bunun emek neresinde.
Ben emek vererek diktiğim veya ördüğüm bazı giysilerimi sevmeye biliyorum veya emek verip pişirdiğim bir yemeği sevmeyip yemiyorum .Ama ban yaşamı çok seviyorum.
Bir rüya gördüm prensesimi(torunum) yanımdan ellerimden kaydı ve bir toprak kulübenin içinde kayboldu sesi var kendisine ulaşamıyorum v.s. uykudan ter ile uyandım. Sonra uyuması çok zor geldi bana.
Karşım da duran beyaz cam, elimin altındaki yirmi dokuz harf size söylüyorum anlatmak istediğimi anladınız mı? Sevgi çok yüce bir duygu. İnsanın seviyorum demesi için çok sağlam bir kalbi, çok sağlam bir beyni ve çok sağlam gözleri olması gerek. Bunlardan biri eksik olursa sevgisi eksik demektir.Ben baktığım yeri görmek isterim, içine inercesine, derine dalarcasına. Gördüğümü de içimde saklamak isterim yalnız bana ait olsun diye.
Annemin hastalığında (bağırsak kanseriydi) 1962 senesi ameliyat sonrası eve gelişi yatışı .Tüm bağırsakları alınmıştı, o zamanlar tıp ilerlememiş kemoterapi filan ne gezer, midenin sonuna bir delik ve üstüne bir torba ihtiyaçları için, üsten temizlik yapılıyordu. Ama annem o kadar inanmıştı ki normal tuvalete gideceğine ve bana demişti ki  'sana seslenirsem beni tuvalete götürürmüsün işte ben o zaman baktığıma görmeyi öğrendim.Anacığımın yüzüne gözlerine öyle bakıyordum ki o söylemeden ben hissettim veya gerçek olsun onu tuvalete götüreyim ve iyileşsin. Ama o bir kere tuvalete gitti ve bir daha o istek yüzünde hiç gözükmedi. Ben sevgiyi korkuyla yaşıyorum, çünkü sevdiklerimi çok seviyorum ve sevdiklerime hiç zarar gelmesini istemiyorum. Buna doğa da dahil çünkü ben doğayı da çok seviyorum.
Tanrım tüm sevdiklerim sana emanet.
Yaşamın kıyısından yaşama yeni başlayanlara.

Pazartesi, Ekim 29, 2007

Başlarken

Başladım da ne yazacağımı bilmiyorum. Aslında ne yazmak istediğimi de bilmiyorum. Bazı zamanlar duygularım çok kabarıyor (tabi o an ne ile meşgulsem) kendi kendime kafamda evirip çevirip bir şeyler düşünüp duruyorum.Bunu yazıya dökmek belki daha iyi olur düşüncesi beni buralara kadar getirdi işte. Bu gün 29 Ekim CUMHURİYET'imizin 84. yıl dönümü, bu günü coşkuyla kutlamak içimden geldi gelmesine de ama nerede, bulunduğum yer bu işler için biraz zor. Sonra bu günün 35. yıldönümü geldi aklıma. Fatih semti, o zamanlar bu günkü gibi değil oraları, İstanbulun orta yeri bayram kutlamaları fener alayları hep arada olurdu. Ve biz Beylerbeyinden hiç zorlanmadan oralara gider kutlama yapar fener alaylarına katılırdık. Sonrada orada bulunan babamın çok samimi arkadaşı Refik amcalarda kalırdık, işte 35.yıl kutlamalarında yorgun argın fener alayını bitirip Refik amcalara kalmaya gittik. Sabah kalktığımız da kapı dışında bıraktığımız ayakkabılarımızın yok olduğunu gördük gülsek mi ağlasakmı bilemedik, tabi biz çocuk olarak işin dönüş kısmını bilemediğimiz için devamlı gülüyorduk kardeşlerimle. Ne oldu sonra ayağımıza kaldığımız evden uydurulan tellik ayakkabı ne bulduysak giydik ve evimize döndük. Ey gidi anılar ey anacığım babacığım ruhunuz şadolsun.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...