Pazartesi, Şubat 10, 2014

TAHTA YUMURTA



Camın önündeki sedire oturup yanına da dikiş sepetini aldı mı hemen dibine yerleşirdim. Çok küçüktüm dört beş yaşları sanırım. En büyük eğlencemdi iğne iplik ikilisi ve birde tahta yumurta. Cilalı tahta yumurtayı ancak benim yaşımdakiler bilir. Cumhuriyet döneminde, Cumhuriyet'i sağlam temellere oturtmak için verilen mücadeleye katkıları olan tüm evlerde bulunurdu cilalı tahta yumurta.
Halacığım yanına koyduğu dikiş sepetinin içinden altı yıpranmış çorapları, daha çok yıpranmış olan çoraplardan ufak ufak keser, kullanılabilir çorapları tahta yumurtaya geçirir yama yapardı. Öyle pazarda, markette satılan çorap yığınları yoktu o zamanlar ama çoraplar da çok kaliteliydi. Aynı kaliteli ayakkabıların "ayakkabıcı" dediğimiz tamirciye pençe olmaya gittiği gibi.
Bu konuda zengin ve fakir diye bir ayrıcalık yoktu, herkes bundan nasibini almıştır. Hatta Vehbi Koç yamalı çorap ve pençeli ayakkabı kullandığı bilinir. Neden? Tüketim az kalkınma çok olsun diye. Bizler değil belki ama bir nesil büyüklerimiz kemer sıkma politikası denilen tüketimin az olduğu dönemlerde Ülkemizdeki kalkınmaya yardımcı olmak amacındaydı.

Yakın aileler bir evlerde otururdu. Babam evlendiği zaman halamın yanına gelin gelmiş annem. Halamın üç küçük çocuğu varken hemde. Eniştem bundan hiç rahatsızlık duymamış, sonra ağabeyim, ben ve benden bir yaş küçük kuzenim. Kalabalık olduğu, odaların az geldiği zaman ayırmışlar evlerini. "Bir ocak, bir ışık" derdi halacığım. Ve sonrasında sırasıyla oğulları evlendiğinde yanına almış, ikincisi evlenince birincisini ayırmıştı.

Biz fakir ama mutlu bir ülkeydik. Kimse gelirinden fazlasını kullanmaz, borç yapılmazdı. Tüketim ihtiyaç sınırlarını hiç aşmazdı.
İşte bugünkü zenginliğin (!) kaynağı o günkü fakirlikti...



YOKSULLUK  2008 yılında yazdığım bir MİM'den

1- Sefillik, Fakirlik, Sefalet.
2- Verimsizlik, Yetersizlik. (Mecaz anlamda)
Türk Dil Kurumu böyle anlatıyor yoksulluğu.

Bana göre;
Asgari ihtiyaçlarını gelirinle karşılayamayan her insan yoksuldur...

Ülkemiz çok yoksulluk gördü, çok yokluklar yaşadı. İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrası yaşanan yoksulluk, şekerin bulunmadığını, çayların üzümle içildiği dönemler anlatılır hep. "Yokluğun, yoksulluğun içinde elimizdekilerinin idaresini bilirdik" derlerdi büyüklerimiz. Belki bu nedenle üzüm ve çayı bulmuş bir ülkeydik.
Evet çok yoksulluk çektik, yokluklar yaşadık.
Sırası geldi kuyruklarda yağ bekledik, tüp bekledik.
Sırası geldi "kalkınmamız için kemerleri sıkın" dediler. Tüketimimizi asgariye indirdik, gereksiz masraflardan kaçındık, senin var benim yok demedik. Paramızı idare etmek zorundaydık.
Yoksul bir ülkeydik, ama! hep birlikte.

Yokluklarımız vardı ama mutluyduk. İnsanlar birbirlerine gülerek bakarlardı. Tebessümün, saygının, insanlığın yoksulluğu olmayan bir ülkeydik biz.

Parmaklarımızla sayacağımız zenginlerimiz vardı bu ülkede. En büyük zenginimiz Vehbi Koç, Arçelik Firması sahibi. Kışlık evindeki buzdolabını değiştirmesi gerektiğinde, eskisini yazlığına taşıyan zenginimiz. (Kızı Suna Kıraç kitabında, varlık içinde varlıkların nasıl kullanıldığını çok güzel anlatmış.)

Yoksullarımız, bugünkü gibi çöplükten yiyecek toplamaz, kömür için belediye kapılarını aşındırmaz, bilmem ne adı altında kurulan derneklerden yardım beklemezdi.
Çünkü yoksul ülkemizde kesilen kurbanlar, zekatlar, fitreler gerçek yerini bulurdu. "Komşu koşunun külüne muhtaç" deyimiyle komşu kapısı bilinirdi.

Kalkınmak için yoksullukla savaşan ülkemiz aynı zaman da çok da zengindi.
Orman, tarla, toprak zenginiydi.
Su, hava, deniz zenginiydi.
Eğitim, kültür zenginiydi.
Bölünmemişti halkımız, sünni, alevi, kürt diye.

Halkımız yokluklarla, yoksullukla savaşarak kalkınmak için çok mücadele etti. Fabrikalarımız oldu, döner sermayelerimiz, tren yollarımız kara yollarımız, tekellerimiz...
Vardı!

Şimdi artık kalkındık. "Her şeyimiz var hamdolsun"

"Artık ülkemiz yoksul değil."
Parası yoksa bile cebinde, gelirinin üç katı, bilmem kaç tane kredi kartı var. Ödeme zorluğu da çekmiyor. Minumum ödenmesi yeterli. Olmadı bir yerde takıldı, olsun! Bir başka bankaya gider, kapısında sorgusuz kredi kartı dağıtılıyor. Yeni bir kredi kartı alır, yeni kredi kartından çek nakiti öde borçlu olduğun bankaya.
Apartman aidatını ödemede zorlanan halkımızın kapısında arabası var. Marketine bile arabasıyla gider, arabanın neyle çalıştığı önemli değildir.
Yabancı sermayeli alışveriş merkezleri, haftanın yedi günü, günün her saatinde tıklım tıklım. Taksitle alışveriş imkanının sınırı yok. Restaurantlarda yer bulunmuyor, yoksul ülke değiliz ki! niye evde yemek kaynatalım.
Moda sıklıkla değiştiği için giysilerimiz de eskimiyor. İhracat fazlası mallar ucuz, dolaplarımız ağzına kadar dolu. İhtiyaç mı? önemli değil bizim için.

Yeni türeyen zenginlerimiz artık sayılmayacak kadar çok.
Yoksullukla savaşarak kalkınmaya çalışan ülkemiz artık zengin. Güçlükle yaptırılan fabrikalarımız, döner sermayelerimiz, yollarımız yeşermeye başladı ve bize dolar olarak geri döndü...
Dış kaynaklara satıp satıp ülkemizi dolara boğuyoruz.
Dolarlarımızı da düğünlerde havalara savuruyoruz.
Topraklarımızı satıp, gökdelenlerle ülkemi güzelliklere kavuşturuyoruz.

Artık ülkemiz yoksul değil, halkımız ülkenin zenginliğinden gözleri kamaşmış, gayri imkanları ile yaşadığını, asgari geçimini geliriyle karşılıyamadığını, yoksulluğunu unutmuş durumda.

Ülkemiz içinde yoksulluk mu var? yoksullarımız mı var? yoksa zengin miyiz?
Ben çözemedim...

Ama başka bir gerçek var ki!
Ülkemiz gerçekte şimdi, çalışmakla kazanılmayacak, parayla alınmayacak yoksulluğun içinde.

Ormanlarımızdan, denizlerimizden, suyumuzdan, yeşilimizden, toprağımızdan, tarlalarımızdan yoksuluz...
Sevgiden, saygıdan, adabı muaşeretten, görgüden, konuşmadan yoksuluz...
Arkadaşlıktan, dostluktan, kardeşlikten, komşuluktan yoksuluz...
Eğitimden, öğretmenden, öğretmen yetiştiren okullardan, Ata'mızın bizlere bıraktığı Cumhuriyetin harcı öğretim birliğinden, kültürden, sanattan, müzikten yoksuluz...

Bizler temel değerleri yok olan bir ülkenin içindeyiz.
Ama!
Farkında değiliz...




LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...