Cumartesi, Kasım 28, 2009

BAYRAMIN GÜZEL YÜZÜ



Sabahları uyandığımda algılamaya çalışırım günü. Neydi bu gün? Ne yapılacak? Programda ne var? Gibi sözcükler düşüverir aklıma.
Bayramın birinci günü aynı çelişkilerle uyandım. Hımm evet, bugün bayramdı!
.
Kalk, giyin, kahvaltı hazırla, sabah çayı, gazete. Hergün kü gibi bir gün işte, dün de aynıydı, değişen neydi? Tarihler bayram diyordu. Bayram namazı, birgün evvel yapılan bayram yemekleri, dışarıdaki değişik koşturma da bayram diyordu. Oysa evim dün gibiydi, dün fazlası yapıldığı için belki biraz günlük işler daha az. Düzenli bir ev, müze gibi her şey yerli yerinde ve günü yaşamaya başlayan iki emekli!
.
Bayramın ilk sesi canım cadım'dan geldi. Günün ilk saatlerinde, çok uzaklardan tlf. ederek bayramımızı kutluyordu. Canım cadım çok teşekkür ederim, bayrama senin sesinle başlamak çok keyifliydi.
.

Çok geçmeden kapı zili ikinci sesi verdi, açılan kapıda tüm güzelliği ile bayram duruyordu. Lokum'um, canım meleğim annesinin elinden tutmuş, simsiyah iki boncuk göz, her zaman içimi aydınlatan gülümsemesi ile evimize bayramı getirmişti.
.
Çok sürmedi, bayramın ikinci yarısının kapıdan girmesi. Prensesim ve Miniğim ile günün bayram olması evde avaz avaz bağırıyordu. Tabi bu arada ev müzelikten çıkmış yaşama dönüşmüştü. Artık ev buram buram yaşam ve bayram kokuyordu.
.
Yürürken ayağına dolanan bir logo parçası, koltukların üzerinde park eden küçükcük arabalar, yerde yuvarlanan bir top, topun peşinde emekleyerek koşturan miniğim, yanında taşıdığı ödevini masada yapan prensesim, yanında ona kağıt kalemle resim çizerek eşlik eden lokumum. İşte yaşam! İşte Bayram!
.
Bu arada ödevini yapan prensesime " Beraber masamızı hazırlayalım mı? Bugün bayram ödevini daha sonra yaparsın." dediğimde ise hayatım boyunca unutamayacağım, "Ama anane bu zaten bayram ödevi." demesine cevap bulup veremedim. Ne denilebilirdi ki!
.

Ve özel birgün olarak iki bayram bir aradaydı bizim için. Miniğim Can'ımızın doğum günüydü, bir yıl geçmişti aradan oysa dün gibiydi dünyaya merhaba değişi.
.
Aslında bayramları bayram gibi yaşamak hiç zor değil, muhakkak herkesin bir sevdiği vardır. Annesi, babası, kardeşi, çocuğu, torunu, eşi, arkadaşı, komşusu. Sevgiyle kurulan bir masa, muhabbetle içilen bir kahve, huzurla oturulan bir koltuk. Yaşamak istersen neler anlatır sana, görmek istersen sarar sarmalar sıcacık.
.
Günün sonunda ise bayramın öbür yüzü çok acı vericiydi. Haberleri izlerken ekrana yansıyan görütüler son yıllarda bilinen gerçekler olmasına karşın yine de hayrete düşürdü bakışlarımızı. Sağlıksız kurban kesimi, caddelere, denizlere sel halinde yayılan kan, "hayvan" dediğimiz bize herşeyi ile hizmet eden canlılara yapılan işkence (evet resmen işkence diyeceğim) kaçan boğayı ateş ederek öldürülmesi bizi insanlığımızdan ve nerdeyse müslümanlığımızdan utandıracak boyuttaydı.
Her yıl artan bu duyarsızlığa "dur" diyecek olmadığı gibi, konu bile edilemeyecek mazeretler de ayrıca daha bir utanç vericiydi.
.
Bizim zamanımızda (yine dedim ve sanırım daha da diyeceğim) kurbanların kanı açılan çukurlara akıtılır, çukur üzerinde bütün işlemleri tamamlanır ve çukur kapatılırdı. Bir damla kan bile etrafa sıçramaz, kurbana saygı gösterilirdi. Dinimizin gösterdiği yolda dağıtımı yapılır, et stoku düşünülmezdi bile.
Değişen herşey gibi değişen bir toplum!!!
.
Bugün bayramın ikinci günü, Can'ımızın doğum gününü bir gün gecikmeyle kutlayarak "İyi ki doğdun CAN" dedik.
İyi ki doğdun CAN'ım , iyi ki doğdun miniğim.
 
 
 
 

Cuma, Kasım 27, 2009

BAYRAMLARI BAYRAM GİBİ YAŞAMAK DİLEĞİYLE



Yünümle ısınırsınız
Etimle doyarsınız
Sütümle beslenir
Postumu serersiniz
Derimle gezer
Dilimle meze yaparsınız
Beynim salata
Bağısaklarım bumbar
İşkembemi bile yıkar ovalar
Çorba yaparsınız
Bacaklarım bacaklarınıza sağlık
Ciğerlerimde vitamin ararsınız
Adak olurum işiniz rast gittiğinde
Kurban olurum bayram geldiğinde
.
Bir tek kanımdır bana kalan
Lütfen bir çukur açıp
Beni gömermisiniz?
.
Sofralarda buluşacağınız, kapılarda sarılacağınız, uzaklara ulaşacağınız, kırgınlıkların bittiği yerde, kardeşliğin duygu selinde
ve
tüm sevdiklerinizle gecireceğiniz nice bayramlar dilerim...
Sevgilerimle...

Çarşamba, Kasım 25, 2009

SEVGİLİ TÜTÜ'ME



Sevgili Tütü'm bana "mim" dedi.

Beni hatırladığı için öncelikle çok teşekkür ederim. Cevabım gecikti biliyorum ve araya giren mecburi postlardan dolayı kendisinden özür diliyorum...


Bloğuna neden bu ismi verdin?
İçinde bulunduğum zaman ve yer orasıydı çünkü. Hem ben kıyıları çok severim, koltuğun kıyısını, yatağın kıyısını, masanın kıyısını, sandalyenin kıyısını, ekmeğin kıyısını, denizin kıyısını.
Yaşamdan çok yol aldım, çok yoruldum. Şimdi ise yaşamın kıyısında geçmişi sorguluyorum, geçmişe yorulmadan kuşbakışı bakıyorum. Burası çok huzurlu, tüm zorluklarına karşın seviyorum YAŞAMIN KIYISI'nı...


Bloguna yazarken star tribiyle olmazsa olmaz dediğin şeyler var mı?
Genel olarak yok, kendimce imla kurallarına dikkat etmeye çalışırım. Türkçe'yi katletmeden, saygı sınırlarını zorlamadan, eleştiri hedefinin yerini ve zamanını iyi seçmek tercihimdir...

En son satın aldığın garip şey nedir?
Bir kutu kuşburnu poşet çayı.
Tüketime oldukça dikkat ederim. Hem ayağımı yorganıma göre uzatmak açısından, hem de emeğe olan saygımdan. Sahip olduğum herşeyin değerini bilirim. Fazlası tüketim çılgınlığı gibi gelir bana.
Alışveriş için adı olan bir markette, biten kuşburnu çayı almak için raflarda gezinirken her zaman aldığım markanın olmadığını gördüm. (Bazı ürünlerde marka tercihim vardır, az ve öz) "Ne olacak ki bu sefer de marketin markası olsun" diyerek aldığım kuşburnu poşet çayı daha buharla temas halinde iken kıpkırmızı olması ile tüm paket direk çöpe gitti. Sevgili eşimin "Çiçeklere veririz" düşüncesi bile çiçeklerin de bir canı olduğundan vazgeçildi.
 
Şeker gibi olduğun anlar?
Her zaman şeker gibiyimdir. (Unutmamak gerek ama, şekerin de nanelisi, tarçınlısı, karamellisi ve hatta biberlisi bile vardır.)


Arkadaşım, artık sormayın dediğin şeyler?
Arkadaşlarıma, dostlarıma "Artık sormayın" dediğim veya diyeceğim hiç bir şeyim yok. (Sevgili eşim her alışverişe yalnız çıktığında tlf. edip birşey sorduğunda "Yeter artık sorma." diyeceğim çok şey var ama!!!


Aynaya bakınca gördüğün?
Dost!
Yıllarca beni hiç terketmeyen, acımı, sevincimi paylaşan, gözgöze geldiğimizde ne olursa olsun gülümseyen gerçek bir dost...

Kendini okutan blog dediğin?
Satır aralarında sıkışan kelimelerle "İşte ben buyum" diyen her blog...
Bu blog sahibi-sahibesiyle karşılaşabileceğin yerler?
Hiç farketmez, yeter ki gönüller bir olsun...

Peki ben kimleri mimliyorum?

Bloglarda okuduğum kadarıyla bu mim hızlıca yayıldı. Ama yine de bloğuma uğrayan ve ilgisini çekerse yazmak isteyen herkese "mim" diyorum...


Sevgilerimle...

Salı, Kasım 24, 2009

EĞİTİM ORDUSUNA SEVGİYLE


Eserinin üzerinde imzası olmayan
yegane sanatkar
öğretmendir
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


ÖĞRETMENLER GÜNÜ
Uzaklardaki can dostum canım arkadaşımın, blog dünyasındaki dostlarımın, ışıksız köylerde ışık olmaya çalışan genç yüreklerin
Ve
Başöğretmenimiz ATATÜRK'ün yolunda yürüyerek, karanlıklara ışık tutan eğitim gönüllüsü ÖĞRETMEN ordusuna kutlu olsun...
 
 

Pazar, Kasım 22, 2009

KENDİMDEN UTANDIĞIM AN


Erkenden kalkmıştım o sabah. Güzel bir Nisan sabahıydı, bankaya, maaşımı almaya gidecektim. O zamanlar kartlar hayatımıza yeni yeni girdiğinden daha ATM'ler maaşlarımızla pek ilgilenmiyorlardı...

Kuyruğa girilecek, sıra beklenecek!!!

Kahvaltı etmeden, vakiy kaybetmeden gidip gelmeliydim. Dışarı çıktığımda, sabahın erken saati olduğundan ve daha bahar sıcak yüzünü göstermediğinden kuru bir ayaz vardı. Bir an vazgeçecek oldum ama "yolcu yolunda gerek" söylem eşliğinde yoluma devam ettim...

Banka, kuyruk, sıra derken maaşımı aldığımda sırtımdan ağır bir yük kalkmış kadar hafiflemiştim. Kendi kendimle kaldığım nadir günlerden biriydi, çok severim kendimle yalnız kalmayı. Ayrı bir keyiftir benim için. Yakaladığım bu keyfi sürdürmek amacı ile ilk rastladığım simitçiden bir simit alarak sahile doğru yürümeye başladım. Sahildeki çay bahçesine girerek bir masaya oturdum ve çantamı masanın üzerine bırakarak simide sarıldım, acıkmışdım...

Gelen çay eşliğinde simidimi yerken uzaktan onu gördüm, gayriihtiyari takılmıştı gözlerim. Ayaklarında çorap yoktu, spor ayakkabısının bağları da yoktu. Üstünde, kendine iki numara büyük gelen mont ise her tarafından soğuk almaya müsatti. Saçları çok kısa kesilmiş cin gibi bakan gözleri daha bir meydana çıkmıştı. yedi veya sekiz yaşlarında olmalıydı. Dalmış gitmiştim ona bakarken, sarıp sarmalama isteği bile oluşmuştu...
Çocuklar!
Hayatımı onlara hiç karşılıksız verebilirim...

Bakışımı yakalamış ve gözgöze gelmiştik. Bana doğru yürüdüğünde ben ani bir hareketle masanın üstündeki çantamı kucağıma emniyete almıştım. Yanıma yaklaştığında elimdeki mendil paketini uzattı. "Çay, çay içermisin, simit yermisin benimle" dedim. "Yok benim karnım tok, mendil alırmısın abla" dediğinde içimde kopan fırtınayı anlatamam. Bir kız çocuğu, sabah sabah sokaklarda mendil satıyor. Aslında çok var, bir tek bu çocuk değil biliyorum ama içimdeki fırtına masanın üzerindeki çantamı emniyete almam yaralamıştı beni. Çok utanmıştım kendimden, evet çok utanmıştım ve hiç unutamam...

Paketinde kalan dokuz mendili aldım, onun gidişini arkadan seyrederken "özür dilerim, özür dilerim" diye kendi kendime söyleniyordum...

Çok değildi, iki hafta öncesi sitenin kapısından çıktığımda ters istikamette süslenmiş korna çala çala giden bir gelin arabasına tebessüm ile bakmış yoluma devam etmiştim. O süslü gelin arabası ilk "U" dönüşünde arkamdan gelip, arabanın ön camından çıkan bir el ile omuzumdaki çantamı aldığı gibi beni de yere savurmuştu...

İçtiğim çay, yiyemediğim simit, yapamadığım keyif ve kendi kendimi rahatlatmak adına mazeretimi düşüne düşüne kalkarak çay bahçesinden çıktım. Tam çıkarken tatlı kızımız elinde yeni bir paketle çay bahçesine giriyordu...


Öykü Atölyesi
Fotoğrafın dili çalışmasıdır...
 
 


Salı, Kasım 10, 2009

TÜM YÜREĞİMİZLE HUZURUNDAYIZ



BU GÜN TÜM YÜREĞİMİZLE HUZURUNDAYIZ...
 
RAHAT UYU...

EN BÜYÜK ESERİN CUMHURİYET TÜRK GEÇLİĞİNİN EMİN ELLERİNDE...

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...

Pazar, Kasım 08, 2009

GDO' YA UĞRAMADAN ÖNCE



Müziğimiz böyleydi işte!




Sonra genetiği değişti, hatta aslı unutulup genetiğin genetiğini yaptılar...

Gerçi yeni nesil "Bu ne ki, hiç duymadık" diyebilirler. Bu müzik şıkır şıkır oynatmaz, acısı yoktur şıpır şıpır gözleri yaşartmaz ama sonsuz bir huzur verir yüreğe...

Facebook'tan ağabeyimden çaldım.
İki küçük çocuk, ergenlik çağı. Akşam saatlerinde hiç kaçırmazdık, sonuna kadar kitap eşliğinde dinlerdik...

Ve ikimizin de halen en çok sevdiği müziktir FASIL...

Dinleyin pişman olmassınız...

Perşembe, Kasım 05, 2009

DIŞARIDAN BAKINCA

Tamam!!!
Biliyorum çok zor bir dönemdeyiz, geçecek.(umudunu taşımak istiyorum.)


Bilim adamları "unutmak istediklerimizi hafızamızdan silecek ilaç"ı piyasaya çıkarmak üzereler. Farelerde denenmiş ve olumlu not almış, deney fareler peynir nasıl birşey hatırlamıyorlar bile.
Satışa sunulduğunda öncelikle kullanılacaklar listesinin başında, hele SB'da yüzdeli karşılarsa avuç avuç kullanırız artık...

Şu anda ilaç daha çıkmadığına göre, unutmak istediklerimizi görmezden gelip içinde yaşarken rahatsız, hatta çok rahatsız olduğumuz her şeyi dışarıdan bakarak sinirlerimizi belki gevşetebiliriz.
Ben bugün tüm yaşananları dışardan seyretmeyi yeğledim. Kahkaha atmadım belki ama, acı da olsa gülümseyebildim...

El arabasında hamsi satmaya çalışan balıkçı tezgahının reklamını yapıyor.
" Hamsi vaaaar hamsi, kuzu geni bunlar kuzu geni." Eh haklı, kuzu eti hamsiden daha değerli ya...

Prensesimle okul dönüşü konuşuyoruz.
"Annane ben çok korkuyorum, ya domuz gribi aşısını zorla yaparlarsa." Narçiçeğim benim, domuz gribinden değil aşıdan korkuyor...

Telefon kontörü almaya girdiğim bayideki satıcı gençten 100 kontör istediğimde.
"Ben size 250 kontör vereyim, 50 kontör hediyesi var." Ben abonelerle pek geçinemediğim için sormak zorunda kalıyorum. "Nasıl yani." Cevap tam onlara göre" 50 kontör veriyorsun, anında 100 kontör yükleniyor" !!!
"Yok çocuğum, birde benim için ilgililer sağ elinle sol kulağını göstermek zahmetinde kalmasın,sen bana 100 kontör ver."

Otobüsde arkamda iki bayan konuşuyor.
"Başbakan bile aşı olmuyor, karar verdik bizde olmayacağız."
Yani başbakan olsa onlarda olacak, yada başbakan vitamin aşısı olup domuz gribi aşısı oldum dese. Ohhhh rahatladık...

Durakta dünya tatısı yaşlıca bir bayanla konuşuyoruz.
"Dört yaşın altındakilere aşı yapmıyorlarmış, ben yetmiş yaşımı çoktan aştım dört yaş grubuna giriyorum zaten! aşı maşı olmam."
Oda kendince haklı, "çocuklar ve yaşlılar" diye birliktelik yapılmıyor mu?

Zerrin Özer, "Bambaşka biri oldum, jartiyer giyeceğim." demiş. Korkarım yakında jartiyer satışları patlar, fiatları da tavan yapar...

Sağlık Bakanlığının "Alo 184" hattına gelen sorular ise tam bir yurdum insanı.
"Ben çağrı merkezinde çalışıyorum. Mikrofonlar hijyenik değil bakanlık ne yapmayı düşünüyor?
Ben iki yıl önce bir domuzla fotoğraf çektirmiştim acaba domuz gribi olur muyum?
Öğrencime domuz gribi teşhisi kondu. Yazılı kağıdını okursam ben de olur muyum.
Kuş gribinde kuşlar itlaf edilmişti niye domuzlar itlaf edilmiyor.
Domuz gribinden sonra bit gribi de olacak bakan beye söyleyin millet su kullanmıyor."


"Güleriz ağlanacak halimize" de diyemeyeceğim çünkü her ikisi farklı da olsa duygudur!!! Artık bizde bulunmayan...
 
 
Hakkımız olan güzel günlere, dileğiyle sevgiler...
 
 

Salı, Kasım 03, 2009

TEK BAŞINA!!! TEK MUHALEFET...





Daracık koridor. Kasvet.
3 ampul var tavanda...
2’si yanmıyor.
Damarına bağlı serum şişesini eline almış, ayaklarını sürüye sürüye tuvalete gitmeye çalışan pijamalı bitkin bir amca... Tuvalet ortak. Kapısında şalvarlı bir teyzecik, terlikli... Onun elinde kutu. İşeyecek, ki, tahlil yapılsın. Hava yağmurlu, ziyaretçilerin ayakkabıları çamurlu, yerler leş. Simitçi tablası gibi açık, seyyar bir araba duruyor o koridorda... Üst rafında hastaların yemekleri, yağları donmuş, alt rafında kurumuş yemek artıklı tabaklar. Ağır bi koku, burnunun direği kırılır... Bi de varil var. Hastabakıcı tabakları oraya boşaltıyor. Varil mi daha pis, hastabakıcının önlüğü mü, tam kestiremiyorum... Giriyorum bir odaya, 6 yatak, içerde 16 kişi var, hepsinin suratı sarı, hangisi hasta, hangisi refakatçi belli değil. Yedek iç çamaşırları naylon poşetlere tıkıştırılmış, yatakların altında... Pencereler kapalı, biri çivilenmiş, çivi paslı, camlarda iki parmak kir, dışarsı görülmüyor. Çarşaflar, miden bulanır. Analiz ettirmene filan gerek yok, bildiğin safra ve kan lekeli. Özetle... Bok götürüyor.
*
Devlet hastanesi burası.
Ücra köşede değil...
İstanbul’da.
*
Bakın, güya önlem alıyorlar, salgın yayılmasın diye okulları kapatıyorlar... Okullardan virüs kaptığı için ölenlerin sayısı mı fazladır? Hastanelerden virüs kaptığı için ölenlerin sayısı mı?
*
Daha bu sene nur topu gibi doğmuş 40 küsur bebeği, öldürüp, bisküvi kutusunda verdiler... Hani okul?
*
İddia ediyorum... Okulları kapatacağınıza, hastaneleri kapatın, salgın daha az yayılır!
*
Çünkü...
Sırf üniversite sınavında fazla puan aldı diye, sahip olunacak bir vasıf değildir doktorluk... Sırf yandaş olduğu için, her badem bıyıklıyı başhekim yapmaman gerektiği gibi.
*
Dolayısıyla, domuz momuz hikâyedir, ahalimize illa aşı yapılacaksa, “idrak aşısı” yapılsın kardeşim... “İdrak yolları enfeksiyonu” tedavi edilene kadar, durmak yok, gömmeye devam.


YILMAZ ÖZDİL

03.11.2009

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...