Pazar, Aralık 14, 2008

T E S A D Ü F ... MÜ?

Tesadüfen düştüğüm "o" karanlık ve bir "o" kadar da huzurlu barınağımdan dünyaya gelmek için hiç acele etmemişim. Belki de insanoğlunun en rahat yaşam süresini geçirdiği yerin orası olduğunun bilincindeydim...

İki haftalık bir gecikmeyle tesadüfen bir yılbaşı gecesi dünyaya gelmişim. Sanki bütün bir yılın yükünü taşımayı en başından hazırlanır gibi. Zamanında doğmuş olsaydım, en azından bir yılın onbirbuçuk ayını geride bırakmış, bir yılın yükünü hafifletmiş olacaktım... (nasıl hesapsa!)

Sessiz, sakin, hiç ağlamayan, emen ve uyuyan bir bebek oluşum aileme korku vermiş. Altı aylık olduğumda götürüldüğüm doktor, gayet sağlıklı olduğumu sadece sessiz ve suskun bir bebek olacağımı söylemiş...

Tüm kelimeleri bildiğim halde uzun süre konuşmaya direnmişim...

Hatıralarımın arasında, "şunu söylersen börek yapacağım" diyen halam ve "fırına götürücem" diyen eniştem gelir aklıma hep. Herhalde böreği ve ekmeği çok seviyordum. Halen de severim...

Sessizliğim, suskunluğum hep devam etti, devam etmekte. İçimde fırtınalar eserken, feryatlar yükselirken ben en huzurlu karanlığımı arardım, ararım. Dizlerimi göğsüme çekip, cenin vaziyetine gelmem rahatlatırdı ve halen rahatlatır beni...
Evimizin, karanlık ve küçük olan yüklüğü benim için böyle zamanlarımda bir kurtuluşdu. Tüm fırtınalarıma liman olmuş, gözyaşlarımı saklamışdım üstüste dizili yatak, yorgan serisine...

İlk okula başladığım yıl; birinci dönem bitiminde okuma bayramımız vardı. O yıllar birinci dönemde okumayı öğrenen öğrencilere dönem sonunda törenle kırmızı kurdele takılır ve müsamereler düzenlenirdi. Benden iki yıl önce okula başlayan ağabeyimle birlikte okul öncesi okumayı yazmayı öğrenmiştim. Ama okul başkaydı, bir dönemi zor geçirmiş, kırmızı kurdelemi ve müsamereyi beklemiştim. Kelebek olacakdım, arkadaşlarımla sahneye çıkıp dans edecektim. Anneciğim bembeyaz kelebek elbisemi hazırlamış, kanatlarımıda yapmıştı. Hergün ağabeyim ve kuzenlerimle okula giderken o gün annemle okula gidecek, annem beni giydirecek ve müsameremi seyredecekti...
Heyecandan o günün gecesinde uyumakta zorlanırken, anneciğimin bağırışları olmayan uykumu iyicene açmıştı...

Evdeki telaş, annemin feryatları, akrabalarımızın eve gelişi ve babamın bir yabancıyı annemin yanına getirişi...

Tesadüfen "o" gün, "o" gece bir kardeşim dünyaya gelmişti...

Annem müsamereme gelemeyecekti! beni giydiremeyecek, kurdelemi ve dansımı göremeyecekti, çok kızmıştım dünyaya yeni gelen o küçücük bebeğe, görmek bile istememiştim. Karanlığıma saklanıp sabaha kadar ağlamış, okula da şiş gözlerle gitmiştim. Gecenin telaşından benim kaybolduğumun farkına varamamışlar, sabah yüklükte bulduklarında ise bir güzel de azar işitmiştim...

17 Eylül, okulların açıldığı ilk gün. Orta okul üçüncü sınıfa gideceğim yıl.
Sık sık barınağımda, gözyaşlarımı emanet ederken kendimi karanlıkta kaybetmek istediğim, acı ile buruk geçen bir yaz tatili sonrası. Çok zor geçecek yeni bir döneme başlamak için keyifsiz bir hazırlanış.
Tesadüf!
Okula gidememiştim "o" gün. Çünkü annem bir daha gelmemek üzere "o" gün aramızdan ayrılmıştı...



Aslında tesadüflere inanmaz yaşamın kıyısında,
yaşanması gerekenler zamanı gelince yaşanır.

Pazar, Aralık 07, 2008

DOSTLARIMA



SEVGİLİ DOSTLARIM'A

Dost vardır meltem rüzgarları gibi eser kulağa
Dost vardır yosun gibi yalar geçer ayağa

Acizane kullandığım bir sözümdür. Dost bildiklerimden aldığım darbeler sonunda böyle düşünüp söylemişimdir kendi kendime.

Siz dostlarım;

Torunumun dünyaya gelişinde yorumlarınızla beni onurlandırdınız, dileklerinizle gururlandırdınız. KULAKLARIMA MELTEM RÜZGARLARI GİBİ ESTİNİZ.

Bir senedir sizlerle beraber yazıştık, dertleştik, güldük. Günlerimizi, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi, düşüncelerimizi paylaştık. Öykülerde buluştuk, şiirlerde sözleştik.

Kocaman bir aile olduk, dost olduk.

Son postuma gelen yorumlarınıza, tatlı telaşımdan zaman bulup cevap yazamadım ve size bir post ile cevap vermek istedim.

Güzel yorumlarınız ve anlamlı dilekleriniz için tüm dostlarıma ayrı ayrı teşekkür ederim.


KURBAN BAYRAMINIZI EN İÇTEN DİLEKLERİMLE KUTLAR HEPİNİZE MUTLULUKLAR DİLERİM


Sevgilerimle...


Perşembe, Kasım 27, 2008

HOŞGELDİN MİNİĞİM

Bir CAN geldi dünyaya canlardan can parçası
Ufacık çıplak bedeni umutlarla sarılı
Açtı yumuk gözlerini bende varım diyerek
Şimdi tek aradığı annesinin kucağı...

Minicik yüreğinle hep sevgi arayacak
Geldiği ailede fazlasıyla bulacak
Prensesime kardeş lokumuma arkadaş
Anasına babasına bir ömür boyu yoldaş
Belkide ananesine dedesine son bir tad...

Hoşgeldin dünyamıza hoşgeldin miniğim
Getirdiğin coşkuyla şenledi gönül evim
Şanslı doğdun daim olsun dileğim
Sevgi serdik yoluna huzurla yürü meleğim...

Doğruluk adın sağlık dostun olsun
Şansın ilk günkü kadar coşkun
Ömrün su kadar berrak uzun
Yaşamın mutlulukla huzurla dolsun...


CAN'a

Geldiğin en kutsal yoldan, yaşama ilk başladığın 14.20 de ki bugün seni coşkuyla karşıladık.
Dokuz ay boyunca seni heyecanla bekledik. Son haftalar zor geçen günlerle doluydu. O ufacık bedenin annenin karnında çok hareketliydi! de doğduktan sonra hareketin ne demek olduğunu daha bir anladık. Sen yerinde duramayan cıvıl cıvıl bir meleksin. Güzelsin hemde çok güzelsin...


HOŞGELDİN MİNİĞİM...
HOŞGELDİN MELEĞİM...

Anneannen...

Pazartesi, Kasım 24, 2008

SEVGİLİ ÖĞRETMENİM


SEVGİLİ ÖĞRETMENLERİME
UFAK BİR ARMAĞAN

Kalem tuttu ellerim
Gözlerinin ışığında
Okumayı öğrendim
Yüreğindeki coşkuda
Bilgiye ilk adımlarım
Sevgi dolu kucağında...

Canım öğretmenim
Senden öğrendiklerim
Yaşam boyu gerçeklerim
Sana ihtiyacım sonsuzdur
Bitmedi daha bilmediklerim...

Öğretmenim
Bir gün değil
Tüm güzel günler
Sizlerin olsun dilerim...

Öğretmenler günü,
Başöğretmenimiz ATATÜRK'ün yolunda yürüyerek, karanlıklara ışık tutan eğitim gönüllüsü ÖĞRETMEN ordusuna kutlu olsun...



Öğretmenler Gününün Kısa Tarihçesi

Türkler, ilk önceleri Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmışlardır. 8. Yüzyıldan itibaren, İslamiyetin kabul edilmesiyle birlikte Uygur alfabesi bırakılarak Arap alfabesine geçilmiştir.Kurtuluş Savaşı'nı kazandıktan sonra, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'i kuran ulu önder Atatürk, askeri ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda birçok yeniliği başlatmıştır. Bu yeniliklerden biri de, 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan 1353 sayılı kanunla, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kabulü olmuştur.Bu tarihten itibaren yeni harflerin öğrenilmesi ve okur yazar sayısının artırılması konusunda büyük bir seferberlik başlatılmıştır.24 Kasım 1928 tarihinde açılan, Millet Mektepleri'nde, yaşlı, genç, çocuk, kadın... herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir.Millet Mektepleri'nin açılışı ve Atatürk'ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır.


.

Perşembe, Kasım 20, 2008

DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ


Bugün dünya çocuk hakları günü. Tüm çocuklarımızın doğal haklarına sahip olmasını dilemekten başka ne yazık ki elimden fazla bir şey gelmiyor.
Doğal haklarının en büyüğüdür SEVGİ
*
Sevgi ile beslenen çocuklarımızın yarınları ne denli sağlam olursa, sevgisiz büyüyen çocuklarımız yarın içi kayıp demektir.
*
Çocuk istismarlığının gittikçe çoğaldığını, haklarının acımasızca ellerinden alındığını, eğitimlerine olan saygının azaldığını görmemek mümkün değil.
Haklarına kavuşamayan çocuklarımız ve doğal olmayan "hak olarak görülen" haklara fazlasıyla sahip çocuklarımız ne denli mutlu olabilirlerki?
*
Fazla birşey istemez çocuklarımız.
Küçüktürler, korunmaya muhtaç. Sevgi isterler, başlarını sevgiyle dayayabilecek bir kucak, çocukluklarını yaşayabilmek için sevgiyle uzanan bir el.
Sağlıklı olabilmek için beslenme, korunmak için dört duvar.
*
Aslında bu konu yazmakla tükenmez. Ciltlere sığmayan yazılar ne yazık ki gerçekleri değiştirmeye yetmedi.
Şiddete, tacize maruz kalanlar...
Acımasızca dünyaya getirilip terkedilenler...
Eğitimden yoksun bıraktırılıp çalıştırılanlar...
Sevgi yerine parayla sarılanlar...
Görmezden geldiklerimiz...
Sırtımızı çevirdiğimiz...
Bunların hepsi bizim çocuklarımız değil mi?
*
İstanbul'un orta yerinde, evlerini yıktıkları bir mahallenin tüm çocukları, üç yıldır korunmasız bir çadırda yaşatılıyorsa!
***
Dünya çocuk hakları bildirisi:
Her çocuk bu bildiride belirtilen haklardan yararlanmalıdır. Hiç bir çocuk ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal inanç nedeniyle ayrı tutulamaz.Her çocuk korunacak ve özel bakım görecektir. Çocuğun iyi koşullar altında, zihnen, bedenen gelişmesi sağlanacaktır. Buna ilişkin düzenlemeler yasalarla güvence altına alınacaktır. Bu amaçla hazırlanacak yasalarda çocuk yararına olacak durumlar göz önünde tutulacaktır.Her çocuk doğduğu andan başlayarak isme ve yurttaşlığa hak kazanmalıdır.Çocuk, sosyal güvenlikten yararlanmalıdır. Sağlıklı büyüyüp gelişmesi için gereken her çaba gösterilmelidir.Sakat çocuklar için özel bakım ve eğitim uygulanmalıdır.Çocuktan sevgi esirgenmemelidir. Ailesi olmayan ve yoksul çocuklara özel ilgi gösterilmelidir.İlkokul eğitimi parasız ve zorunlu olarak çocuğa sağlanmalıdır. Çocuklar genel bilgilerini arttıracak, yeteneklerini geliştirecek toplumsal sorumluluklar yüklenecek biçimde eğitilmelidir. Çocuğun eğitiminden sorumlu kişiler eğitime, öğretime ayrı bir özen göstermelidir. Çocuk; bir tür eğitim olan oyun oynamak ve dinlenmek olanaklarına sahip olmalıdır. Yöneticiler çocuklara bunları sağlamalıdır.Sosyal yardım ve korunma konusunda çocuk ilk düşünülen olmalıdır.Çocuk her tür kötülük ve sömürüden korunmalıdır. Çocuk, her ne biçimde olursa olsun alım satım konusu olmamalıdır.Çocuk ırk, din ve insanlar arasındaki ayrılık yaratan baskılardan titizlikle korunmalıdır.

Cumartesi, Kasım 15, 2008

PAZAR NEŞESİ

İnternetin en sevdiğim tarafı ; gazeteleri dolaşmak, ilgilendiğim yazarların geçmiş, okuyamadığım yazıları ve günlük yazılarını okumak.
İç karartan, sıkıntıma sıkıntı katan bir sürü haber ve yorumdan sonra!

Çok güldüm ve paylaşmak istedim.
Teşekkürler Can ATAKLI

İnternet geyikleri:
İnternet çıktı çıkalı herkes alabildiğine özgür oldu. İsteyen istediğini yazıyor. Doğru ya da yanlış olmasının hiç önemi yok çünkü her durumda bunları ciddiye alan “müşteri” çıkıyor. Bu açıdan bakınca internetin “sakıncaları” üzerine alabildiğine yazabilirim. Ama bugün işin gülümseten tarafına değinmek istiyorum. Her hafta pazar günleri bu köşeye pek çok kişinin gülerek okuduğu yazılar koymaya çalışıyorum. Tabii bunların hepsi de benim “çok akıllı” beynimden çıkmıyor. İnternet denilen şu çağın aracı da çok yardımcı oluyor. Örneğin, mizah yeteneği çok gelişmiş okurlar var. Yıldırım Tuna, Giray Ertuğrul aklıma ilk gelen isimler.

Tabii bir de internette gezen espriler var. Bunların çoğunun yazarı bile belli değil. Bazıları toplama. Bazıları esprili birinin üretip arkadaşına gönderdiği mesajın gruplar aracılığı ile yayılması. Ama sonuçta çoğu pek keyifli pek güzel.Zaman zaman bunları Vatan okurlarıyla paylaşmamı eleştirenler de çıkıyor. Örneğin diyorlar ki: “Kardeşim bunların hepsi internetteki geyikler, herkes biliyor, sen niye sayfana koyuyorsun.” Buna cevabım şu oluyor: “Evet internetle çok haşır neşir olanlar bunları bilebilir. Ama bir de gazeteyi fiili olarak alan, internetteki bu geyikleri görmeyen ya da o sırada ilgi uymayan pek çok kişi var. Sonuçta bir pazar gününü keyifli geçirmek istiyorum herkes gibi.
Ayrıca öyle bazı fıkra ve epriler var ki, insan bilse bile yine de gülüyor.” Bunun dışında bir de internette gezinen, benim pek rağbet etmediğim kimi geyikler ya da efsaneler var. Örneğin, çayına ilaç karıştırıldıktan sonra kaçırılan, iki böbreği alınan insanlar. Ya da sinemada yan koltukta oturan birisinin AIDS mikrobu enjekte etmesi. Veya bir mesajın 7 kişiye gönderilmesi halinde çok para kazanılacağının ileri sürülmesi.İşte yine kimliği belirsiz bir okur internetteki bu geyik ve efsanelerden yola çıkarak bir mektup yazmış. Tabii bu esprilerin çoğunu internetteki geyikleri bilenler anlayacaktır ama bilmeyenlerin de anlamaması mümkün değil zaten.
Birlikte okuyalım:
İletmezsen Ölümü Gör Bu zamana kadar bana zincir e-posta gönderen tüm dost ve arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim...
* Sayelerinde tuvalet temizlemekte kullanıldığını öğrendiğim kolayı içemez oldum.
* AIDS virüsü taşıyan iğneler kıçıma batar korkusuyla sinemaya gidemez oldum.
* Deodorantlar kanser yapıyor diye artık domuz gibi kokmaya başladım.
* Telefon hattımı kullanıp bana borç takarlar korkusuyla telefonlara da cevap vermiyorum.
* İçinden fare ya da fare zehiri çıkar diye kutu içeceklerin hiçbirini içmiyorum.
* Çok sevdiğim içkime ilaç koyup beni uyuturlar, organlarımı çalarlar ve buz dolu bir küvetin içinde uyanırım diye bana yaklaşanları da tersliyorum.
* Neyim var neyim yoksa satıp hastanede yatan ve büyük ihtimalle ölmek üzere olan çocuklara yatırmayı düşünüyorum.
* Mail listesine katılırsam alacağım söylenen para, bilgisayar, cep telefonu ya da gezileri beklemekten de evden dışarı çıkamaz oldum.
* Bir maili ’forward’etmedim, başıma ne belalar gelecek diye korkuyla beklemekten ruh sağlığımı da kaybettim.
* Yerli malı kullanacağım derken marketlerde barkodu 869 ile başlayan ürünleri aramaktan gözlerimin biraz daha bozulduğunu fark ettim.
* Sevgili dost ve arkadaşlarımdan gelen “lütfen okuyunuz”, “çok önemli”, “aman virüse dikkat”, “bilmem kim para dağıtıyor”, “en az beş kişiye yolla”, “inanmadım ama doğruymuş”, “kişiliğini test et”, “tıkla para yolla, tıkla yardım et”, “bilmem kim seni gözetliyor”, “bilmem kime mail at, haddini bildir”, “onu yeme bunu ye” şeklinde başlayan kerameti kendinden menkul, nev’i şahsına münhasır bu mailler sayesinde hep beraber “kafayı çizme” ye ne kadar yakın olduğumuzu da müşahade etmiş oldum.
ŞİMDİ: Eğer bu yazıyı 60 saniye içinde 1200 kişiye göndermezsen bilesin ki bir kuş sabah akşam kafana edecek ve hayatı sana dar edecektir.
Bir Dost...

*****Erkeklerin kadınlardan ricasıdır
* 8 hafta süren baş ağrısı olamaz, bir doktora gidin.
* Alışveriş yapmak zevkli değildir ve asla da olmayacaktır.
* “Beni seviyor musun?” diye sormayın. Emin olun ki sevmesek yanınızda bir saniye bile durmayız.
* Bizden sizinle aynı üzüntüyü çekmemizi beklemeyin, o sizin kız arkadaşlarınızın işidir.
* Bir yere gittiğimizde, hangi kıyafeti giyerseniz giyin, size çok yakışıyor, yemin ederiz. O yüzden bir daha sormayın.
* Biz erkekler basitizdir. Mesela sizden ekmeği getirmenizi istiyorsak, aslında ekmeği getirmenizi istiyoruzdur. Bundan “ekmek masada değil” diye bir iğneleme yaptığımız sonucunu çıkarmayın.
* Eğer 2 değişik şekilde anlayabileceğiniz bir şey söylemişsek ve bunlardan biri kötü ve sizi üzecekse, kesinlikle öbür anlamında söylemişizdir, boşuna bizi sıkıntıya sokmayın.
Eğer bir şey istiyorsanız sormanız yeterli. Bir şeyi açıklığa kavuşturalım. Biz erkekler öyle farklı anlamlar taşıyan dolaylı soruları anlamayız. Ne istiyorsanız doğrudan söyleyin.
* Eğer şişmanladığınızı düşünüyorsanız büyük ihtimalle şişmanlamışsınızdır zaten.
* 30 çift ayakkabınızdan hangisinin kıyafetinize uyacağını sormayın, bilmiyoruzdur. Sormayınız.
* Evi temizleyip yorulduktan sonra, yüzünüze bakılmayacak haldeyseniz, yaptığınız temizliğin bizim için bir anlamı yoktur, takdir beklemeyin. Temiz bir evden önce güzel en azından bakımlı görünen bir kadınla bir evi paylaşmak daha anlamlıdır.
* Size “neyiniz var” diye sorduğumuzda, “hiçbir şeyim yok” derseniz size inanırız, bizim için olay bitmiştir. O yüzden bir şeyiniz varsa doğrudan söyleyin sonra bizi anlayışsız durumuna düşürmeyin.

*****
Bakanlık mührü
İyi yetişmiş, saygın bir ailenin oğlu “helal süt emmiş” temiz bir kız aramaktadır. Günün birinde bir kızla tanışır ve evlenmeye karar verir. Yalnız bir şartla: Bekaret kontrolü yapılacaktır.Kız daha önceki ilişkileri nedeniyle bakire değildir ve ne yapacağını bilemez halde en yakın arkadaşına durumu açar. Arkadaşı “Korkacak ne var. Git bir kasaba herhangi bir etin zarından bir parça iste. Getir onu bizim tanıdık bir doktor var, kızlık zarını diktiririz” der. Kız arkadaşının dediğini aynen yapar.Bir süre sonra erkeğin ailesi ile birlikte bekaret kontrolü için doktora giderler. Doktor kızı muayeneye başlar ama bir süre sonra “Allah! Allah” diyerek geri çekilir. Tekrar bakar, tekrar şaşkın bir halde geri çekilir. Erkeğin annesi “Hayrola doktor bey, bir sorun mu var, yoksa kız bakire değil mi?” diye sorar.Doktor bir süre düşündükten sonra cevap verir: “Bakire olmasına bakire de benim anlamadığım sağlık bakanlığı mührünün burda ne işi var?”
*****
Daha varmı? derseniz burda

Pazartesi, Kasım 10, 2008

Cuma, Kasım 07, 2008

YAŞAM PINARLARIM


Doğumla ölüm arasında sıkışıp kalmaktan yorulduğumda, acımasızca sıyrılmak istedim hep zamandan.
Bu yolda uğradığım tüm limanların yalan, sığındığım tüm koyların fırtınalı olduğunu öğrendim.
Sessizliğin sesinde huzur aradım, olmadı! Gürültülerle boğuştum.
Tebessümler, kahkahalar, dostluklar sahteydi...
Ağlamalar, feryatlar, çırpınışlar gerçek...
Yüreğimde selleri çoşarken, sevgi susuzluğunda kaybolduğumu farkettim.
Değerliydi her an'ım, incitmekten korkardım. Ben korktukca, acımadı yaşam har vurup harman savurdu yıllarımı.
Kimseye değildi kırgınlığım, olamazdı!
Yaşamdı bu çözemediğimiz, beni bizleri istediği yere savuran.
Çok kez mechula giden karanlığı düşledim. Daldığımda o karanlığa, giden sevgiler tek tek dizilirlerdi karşıma.
Sanki " gel dönme arkana" der gibiydi bakışları.
Gitmekmiydi? Dönmekmiydi? İstemek.
Karanlığa koşmak mı? Aydınlıkta kalmak mı?Oysa!
İstemek değildi kabullenmekti yaşam.
Seninle sensizliği özler gibi...
Karanlıkta sakladığım sevgi, güneşle aydınlığa kavuştuğunda kafesine sığmayan kuş olur yüreğim.
Kırar karanlığı pırıl pırıl parlayan yıldızlarım.
Çerçevedeki o fotoğraflar, duvarlara sinmiş kokular, bir top bir araba.
Hecelere bölünen, müzik çağrışımlı sesleniş.
Beni çağıran o ses, içimi ısıtan bir bakışla ellerime uzanan küçük yumuk bir el.
Ne yana dönsem her daim yanımda yorgun bir yürek.
Canımdan can olanlar, bana can tattıranlar.
YAŞAM PINARLARIM'dır,
Beni hayata bağlayanlar...
.
Öykü Atölyesi
Kelime MED-CEZİR

Çarşamba, Ekim 29, 2008

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ TÜM ULUSUMUZA KUTLU OLSUN


ATAM
BİZE BIRAKTIĞIN BU DEĞERLİ EMANETİ GELECEK NESİLLERE SEVGİYLE SAYGIYLA VE BIRAKTIĞIN DOĞRULUKTA DEVREDECEĞİZ

Seksen beş yıl önce ümmetçi çizgi koskoca ülkeyi İngiliz,Fransız ve Alman sömürgecilerine teslim etmişti. Onların buyruklarıyla ülkeyi idareye çalışıyor, yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklere el konuluyordu.

Halk aç, umutsuz ve örgütsüzdü. Batılılar açıkca ülke topraklarını parçalamak için sürekli planlar yapıyorlar ve bu planlarında da başarılı oluyorlardı.

İşte böylesine umutsuz günlerde doğudan bir güneş doğuyor ve bu kahredesi karanlığı yerle bir ediyordu.Seksen beş yıl önce bu güneşin ışıltılarında yeni, yepyeni bir CUMHURİYET kuruluyordu.

Nur içinde yat BÜYÜK ATAM! Kurduğun bu muazzam eseri korumakta güçlükler çekerken seni özlemle, minnetle, saygı ile anıyoruz!


Not:
Hastalıktan yeni kalkan bloğum, tam iyileşemediğinden, çok istediğim halde resim ekleyemiyorum, yorumlara giremiyorum. Gayriresmi yoldan da ancak bir yazı yayınlayabildim. Sevgiler...


Pazar, Ekim 26, 2008

BLOGLARIMIZI GERİ ALABİLMEK İÇİN İMZA KAMPANYASINA KATILALIM

Bilgi için:
http://blogspotacilsin.wordpress.com/

Cumartesi, Ekim 25, 2008

NEREYE GİDİYORUZ

BLOGGER DÜNTASI ŞOKTA!
Dünyanın en büyük paylaşım platformuna Türkiye yasak koydu.YouTube yetmedi, şimdi de Blogger'a erişim yasağı geldi.24 Ekim 2008 / 18:39
Google tarafından 2003 yılında satın alınan en popüler İnternet günlüğü (blog) servisi blogger.com, Türk Mahkemeleri tarafından engellenen büyük servislerler arasındaki yerini aldı.

İnternet dünyasının kişiselleşmesinde büyük rolü olan ve Web 2.0 dünyasının en yoğun şekilde kullanılan internet günlüğü (Weblog, Blog) servisi blogger.com'a Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği erişim engellendi.

Servisin ana etki alanı blogger.com ile birlikte kullanıcıların günlüklerini yayınladıkları alt etki alanlarını barındıran blogspot.com etki alanına da erişim tüm alt etki alanları ile birlikte engellendi.

Servis, dünya çapında milyonlarca kullanıcıya hizmet veriyordu, daha önce kapatılan internet günlük servisi wordpress.com gibi, blogger.com'un da Türkiye'de azımsanmayacak kadar çok kullanıcısı bulunuyor

Blog hesabınıza nasıl gireceksiniz?

Diğer tüm kapatılan sitelerde olduğı gibi yine www.vtunnel.com adresinden hesabınıza erişmeniz mümkün.Blogger.com'un kapanması diğer kapanan veya kapatılan sitelerden farklı.En azından binlerce kişisel blog sayfasının alduğu düşünülürse bu durumu protesto etmek tüm internet kullanıcılarına düşüyor.

ALINTI: http://www.ankarahaber.com


KAPATMA ÇÖZÜM DEĞİL

ÇEKİN FİŞİNİ ADSL'LİN

MEDYAYI DA YASAKLAYIN

ALIN ELİMİZDEN OKUMA YAZMA ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ

BİZ ÇOKTAAAAAAAN HAKETTİK BUNU


Kısa bir süre ayrı kaldığım bloğumdan, beni ziyaret ederek birbirinden değerli yorum bırakan tüm dostlara teşekkür ederim.
Maillerimden okuyabildiğim yorumlarınıza cevap yazamadığım için özür dilerim.

Pazartesi, Ekim 20, 2008

ULUSLARARASI ARKADAŞLIK ÖDÜLÜ



"Proximidade Award"''Friendship Around The World Award""DÜNYA ÇAPINDA ARKADAŞLIK ÖDÜLÜ"


Bana bu ödülü gönderen Sevgili BİR DUT MASALI NU-NU' ma ve
Sevgili ZERRİN PASTA EVİ' NE çok çok teşekkür ederim.

Bu ödül aynı zamanda bloğumun 1. yılını doldurmasına denk gelmesinden çok mutlu oldum.
Zincir oluşması için ÖDÜL'ümü seve seve dağıtıyorum.

01- Bana Dair-Berrin

Bir yıldır beni yalnız bırakmayan, okumalarınla yazılarıma destek olan, yorum bırakan ve bırakmayan tüm dostlara gönülden sevgiler.


Cumartesi, Ekim 18, 2008

ŞARKILARIMI GERİ İSTİYORUM


Evet!
Şarkılarımı geri istiyorum. Çocukluk şarkılarımı, çocukluk şiirlerimi.
Hayır!
Kendim için değil, bugünün çocukları için. Çocukla yeşeren, çocukla güzelleşen, çocukla büyüyen şarkıları.

"Küçücükken başucumda bana ninni söylerdin
Sabahları uyanınca beni okşar severdin......

"Daha dün annemizin kollarında yaşarken
Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken......

"Küçük Ayşe küçük Ayşe napıyorsun bana söyle
Bebeğime bakıyorum ona ninni söylüyorum......

"Erken yatarım erken kalkarım
Bir yumurtayı sütle çırparım......

"Orda bir köy var uzakta
O köy bizim köyümüzdür
Gitmesekte görmesekte
O köy bizim köyümüzdür......

"Kestane gürgen palamut altı yaprak üstü bulut
Gel sen burda derdi unut orman ne güzel, ne güzel......

"Dağ başını duman almış yürüyelim arkadaşlar
Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar......

Sevgi tadında şiirler

"Anneciğim seni ben çiçeklerden yemişten
Sarı saçlı bebekten canımdan çok severim......

Oyun tadında şiirler

"Komşu komşu oğlun geldimi?
Geldi geldi
Ne getirdi
İncik boncuk
Kime kime......

Masal tadında şiirler

"Çocuktum ufacıktım
Top oynadım acıktım
Buldum yerde bir erik
Kaptı bir alageyik
Kaçtı hemen ormana
Bindim bir akdoğana......

Çocuk şarkıları ile büyüyen çocuklar, yarının güvencesidir. Peki kaç çocuk biliyor acaba bu şarkıları?

"Eski şarkılar bunlar" diye düşünülebilinir. Peki yenileri bestelendi mi? Bu tatda, bu çağrışımlarda.
Oldu; Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok. İki büyük müzik devi. Yaptıkları çocuk şarkıları zamana yenik düştü, kıymetini bilmeyen çocuklar arasında kayboldu gitti.

Okullarda halen müzik dersi var mı? Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Okula giden çocuğum yok, o nedenle takibim de yok. Ama okullarda müzik dersi olsaydı, çocuklarımız sokaklarda;
"Allah belanı versin" yada " bas gaza aşkım bas gaza" şarkılarını söylemezlerdi.

Fazıl Say " Okullarda müzik eğitimi verilmiyor" dediğinde MEB açıklaması "Türkiye genelinde yedi okula bir müzük öğretmeni düşüyor, Branş öğretmen açığını sınıf öğretmenlerinle kapatmaya çalışıyoruz" karşılığı bazı gerçekleri gösteriyor ki
Okularda müzik dersi yok!

Konservatuvar şan bölümü mezunlarının zorunlu eğitimi olmadığından, ekstralar ve yarışmalar daha cazip olduğundan açığımız bu gidişle daha da büyüyecektir sanırım.

" Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir"
Mustafa Kemal Atatürk


Yaşamın Kıyısında kimseyi yargılamıyor sadece düşünüyor.

Çarşamba, Ekim 15, 2008

YOKSULLUK

Konu YOKSULLUK olunca düşündürücü dedim.
1- Sefillik, Fakirlik, Sefalet.
2- Verimsizlik, Yetersizlik. (Mecaz anlamda)
Türk Dil Kurumu böyle anlatıyor yoksulluğu.

Bana göre;
Asgari ihtiyaçlarını gelirinle karşılayamayan her insan yoksuldur...

Ülkemiz çok yoksulluk gördü, çok yokluklar yaşadı. İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrası yaşanan yoksulluk, şekerin bulunmadığını, çayların üzümle içildiği dönemler anlatılır hep. "Yokluğun, yoksulluğun içinde elimizdekilerinin idaresini bilirdik" derlerdi büyüklerimiz. Belki bu nedenle üzüm ve çayı bulmuş bir ülkeydik.
Evet çok yoksulluk çektik, yokluklar yaşadık.
Sırası geldi kuyruklarda yağ bekledik, tüp bekledik.
Sırası geldi "kalkınmamız için kemerleri sıkın" dediler. Tüketimimizi asgariye indirdik, gereksiz masraflardan kaçındık, senin var benim yok demedik. Paramızı idare etmek zorundaydık.
Yoksul bir ülkeydik, ama! hep birlikte.

Yokluklarımız vardı ama mutluyduk. İnsanlar birbirlerine gülerek bakarlardı. Tebessümün, saygının, insanlığın yoksulluğu olmayan bir ülkeydik biz.

Parmaklarımızla sayacağımız zenginlerimiz vardı bu ülkede. En büyük zenginimiz Vehbi Koç, Arçelik Firması sahibi. Kışlık evindeki buzdolabını değiştirmesi gerektiğinde, eskisini yazlığına taşıyan zenginimiz. (Kızı Suna Kıraç kitabında, varlık içinde varlıkların nasıl kullanıldığını çok güzel anlatmış.)

Yoksullarımız, bugünkü gibi çöplükten yiyecek toplamaz, kömür için belediye kapılarını aşındırmaz, bilmem ne adı altında kurulan derneklerden yardım beklemezdi.
Çünkü yoksul ülkemizde kesilen kurbanlar, zekatlar, fitreler gerçek yerini bulurdu. "Komşu koşunun külüne muhtaç" deyimiyle komşu kapısı bilinirdi.

Kalkınmak için yoksullukla savaşan ülkemiz aynı zaman da çok da zengindi.
Orman, tarla, toprak zenginiydi.
Su, hava, deniz zenginiydi.
Eğitim, kültür zenginiydi.
Bölünmemişti halkımız, sünni, alevi, kürt diye.

Halkımız yokluklarla, yoksullukla savaşarak kalkınmak için çok mücadele etti. Fabrikalarımız oldu, döner sermayelerimiz, tren yollarımız kara yollarımız, tekellerimiz.
Vardı!
Şimdi artık kalkındık. "Herşeyimiz var hamdolsun"
"Artık ülkemiz yoksul değil."

Parası yoksa bile cebinde, gelirinin üç katı, bilmem kaç tane kredi kartı var. Ödeme zorluğu da çekmiyor. Minumum ödenmesi yeterli. Olmadı bir yerde takıldı, olsun! Bir başka bankaya gider, kapısında sorgusuz kredi kartı dağıtılıyor. Yeni bir kredi kartı alır, yeni kredi kartından çek nakiti öde borçlu olduğun bankaya.
Apartman aidatını ödemede zorlanan halkımızın kapısında arabası var. Marketine bile arabasıyla gider, arabanın neyle çalıştığı önemli değildir.
Yabancı sermayeli alışveriş merkezleri, haftanın yedi günü, günün her saatinde tıklım tıklım. Taksitle alışveriş imkanının sınırı yok. Restaurantlarda yer bulunmuyor, yoksul ülke değiliz ki! niye evde yemek kaynatalım.
Moda sıklıkla değiştiği için giysilerimiz de eskimiyor. İhracat fazlası mallar ucuz, dolaplarımız ağzına kadar dolu. İhtiyaç mı? önemli değil bizim için.

Yeni türeyen zenginlerimiz artık sayılmayacak kadar çok.
Yoksullukla savaşarak kalkınmaya çalışan ülkemiz artık zengin. Güçlükle yaptırılan fabrikalarımız, döner sermayelerimiz, yollarımız yeşermeye başladı ve bize dolar olarak geri döndü...
Dış kaynaklara satıp satıp ülkemizi dolara boğuyoruz.
Dolarlarımızı da düğünlerde havalara savuruyoruz.
Topraklarımızı satıp, gökdelenlerle ülkemi güzelliklere kavuşturuyoruz.

Artık ülkemiz yoksul değil, halkımız ülkenin zenginliğinden gözleri kamaşmış, gayri imkanları ile yaşadığını, asgari geçimini geliriyle karşılıyamadığını, yoksulluğunu unutmuş durumda.

Ülkemiz içinde yoksulluk mu var? yoksullarımız mı var? yoksa zengin miyiz?
Ben çözemedim...

Ama başka bir gerçek var ki!
Ülkemiz gerçekte şimdi, çalışmakla kazanılmayacak, parayla alınmayacak yoksulluğun içinde.

Ormanlarımızdan, denizlerimizden, suyumuzdan, yeşilimizden, toprağımızdan, tarlalarımızdan yoksuluz...
Sevgiden, saygıdan, adabı muaşeretten, görgüden, konuşmadan yoksuluz...
Arkadaşlıktan, dostluktan, kardeşlikten, komşuluktan yoksuluz...
Eğitimden, öğretmenden, öğretmen yetiştiren okullardan, Ata'mızın bizlere bıraktığı Cumhuriyetin harcı öğretim birliğinden, kültürden, sanattan, müzikten yoksuluz...

Bizler temel değerleri yok olan bir ülkenin içindeyiz.
Ama!
Farkında değiliz...

Salı, Ekim 14, 2008

15 EKİM' de BLOGLAR ARASI KELİME OYUNU DAVETİ

**
15 Ekim'de Bloglar arası konusu "YOKSULLUK" olan bir kelime ile, düşüncelerin yazıya dökülmesi kararlaştırılmış.

Bana ve benden dolaylı Sevgili yavrum "Geveze kalem" e bir davet geldi.
Ve dostlarıma da duyurmam önerildi.
Bloğuma uğrayan, yorum bırakan ya da bırakmayan tüm dostlara bilgidir.

Kendi adıma ben katılmayı uygun gördüm.

Pazar, Ekim 05, 2008

BAYRAM B İ T T İ!!!



Bir bayramı daha bitirdik.
Tam dokuz gün.
Bizim bildiğimiz bayramlar üç gün olurdu. Nedense son senelerede bayramlar dokuz güne çıktı.
Bayram mı?Tatil mi?
Ne tatili bayram, bal gibi bayram işte.
Bir ay tutulan orucun hıncını çıkarmak istercesine yedik, içtik.
Dokuz gün çalışmamanın zevki ile gezdik, eğlendik.
Deyim yerindeyse, vur patlasın, çal oynasın bayram yaptık.

Dünyada yer yerinden oynuyor, dokunmayın bayramdayız. Ekonomi battı batacak, bayramdayız sonra düşünürüz.
Lunaparklar, dönme dolaplar, bozulanlar, korku saçanlar. Bayramdayız şimdi, biri bozuksa başka lunaparklar da var!
Altınova yerlebir olmuş, kardeş kardeşi vuruyor. Camlar kırılıyor, canlar yanıyor. Sebep yüksek sesle müzik dinlemek. Hani bayramdaydık!

Bir askerimiz daha şehit. Sus karıştırma şimdi bayram.
Yollar kan revan içinde, tatile yetişme telaşı. Trafik canavarı bayram yapmıyor, can alıyor. Allah korusun, ama bayram, gitmeyelim mi?

Elektrik, doğalgaz zamlandı.
Bayramdayız şimdi, şunun şurasında bayram yapıyoruz. Hem daha kara kış da gelmedi.
Bayram öncesi çılgınca yapılan alışveriş ceplerimizi boşalttı. Ekonomiye katkı! Sonra düşünürüz şimdi bayram.
6 Ekim İstanbul'un kurtuluşu. Kim kurtulmuş! Haa tatil mi yoksa. Sadece okullarmı? Tüh be, olsun çocuklarımız bir gün tatil ya. Hem okuyupta ne olucak ki? Tatil iyi, anneler bir gün daha rahat.

Ulusca severiz tatili, Meclis bile 2.5 ay tatilden sonra 1 Ekim de açıldı. Ama tatile denk geldi, ne yazık ki! Bayram tatili hem de.

YA BU GÜNDE BAYRAMDAYIZ diyebilecekmiyiz?
Gencecik fidanları toprağa verirken, kim susturabilecek alev alev yanan yürekleri?
Onbeş eve giren, bir ömür boyu sönmeyecek ateşi görmezden gelebilecekmiyiz?
Anaların ağıtlarını, babaların gözyaşlarını, eşlerin feryatlarını, çocukların hıçkırmalarını yok sayabilecekmiyiz?
Bugün bayram değil. Bugün acı var, dün de olduğu gibi. İyileşmeyecek yaralar açan acılar.

ŞEHİTLERİMİZE RAHMET, ACILI AİLELERE SABIR dilemekten başka birşey gelmiyor elimden ne yazık ki!

Pazartesi, Eylül 29, 2008

ŞEKER TADINDA BAYRAMLAR


Çocukluğum; bayramdan iki gün önce gelen, büyüklere götürülecek ve bir taneside bayram sabahı açılacak "Ali Muhittin Hacı Bekir" şekerlemeleriyle geçti. Kardeşlerimle o şeker kutusunun açılması için beklediğimiz bayramları hiç unutamam.


Çocuklarımın Bayramı da şekerliydi tabi ki, eve iki gün önceden gelen şeker kutuları bir fazlasıyla alınırdı bu sefer.
Çocuklarım bayramı beklemeden tadına doymaları için.


Bu bayram, "Prensesim" dişlerini yaptırdı, bayramda şeker yiyebilsin diye. Annesinin defalarca götürüp, dişçi koltuğuna bile oturmadan döndüren prenses, hemde kendi isteğinle yaptırdı.

Lokum'um ağzına aldığı şekeri emerken, gözlerindeki mutluluk ışığı görülmeye değer bir o kadar şeker tadı.


Şeker tabağımız, hemen kapı önünde portmantoda hazır. Bayram sabahı sırf şeker için bayramlaşmaya gelecek çocukları bekliyor.


ŞEKER ve ÇOCUK bu kadar mı yakışır birbirine?
Hepinize Şeker tadında bir bayram, çikolata tadında mutluluk dilerim.
Sevgilerimle...

Cumartesi, Eylül 27, 2008

B İ R - K A D I N

Mutluyum derdi gülerek
Gülerken
Dudak kıvrımları mum ışığı gibi titrerdi
Siyahı seviyorsa sevdiceğim
Güzeldir, bende sevmeliyim
Sonbahar rengi düşmüş yaprağı düşlerken

Sevgiye uzandığında elleri
Sıcaklığında kavrulurken bedeni
Yüreğinde öbeklenirdi kar taneleri
Gözleri kayan yıldızları izlerken

Yığınları vardı yaşamın içinde topladığı
Düğümlerini tek tek açar yumak yapardı
Düğüm açmak zevk derdi
Yumağını kendine dost yaparken

Üşürken gözyaşları bahar sabahlarında
Hiç tükenmeyen dalgalarını kırar
Sabah misafiri gün ağarırken
Tek bir nabız, tek atış
Gecenin örtüsünü geri isterdi

Rüzgarın sesini şarkı yapardı
Yağmur damlaları arkadaşı
Çocuk cıvıltısı yoksa bile etrafa dağılan
Toplardı yüreğindeki çığlığı

Severdi yaşamı, tüm insanları
Doğa dostu ona
Sunardı tüm fidelerini yalnızlığına
Umursamazdı kışın acımasızlığına
Baharı, yazı beklerken

Kimse aldatmamıştı onu
Kim bilirdi ki onu burada, bu tek göz odada
Umursamazdı yaşadığına zaman bile
Ama o bilirdi, hemde çok iyi
Çünkü
Aldatan da aldatılan da kendisiydi

Pazar, Eylül 21, 2008

Ö Z L E M


Sana Hasret Sana Vurgun Gönlümüz
Neredesin Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Bu Gemi Bu Karadeniz
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Ararım İzini Dolmabahçeden
Bir Daha Dönmezmi Bu Yola Giden
İçimde Sen ,Gözümde Sen Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Kurban Olam Yürüdüğün Yollara
Kara Peçe Yakışmıyor Kullara
Uyan Bak Bizim Hallara
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Bulutlar Terinden, Dağlar Kokundan
Sarhoştur Sevdiğim Mahsuni Bundan
Bir Daha Gel, Gel Samsundan
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost


Aşık Mahzuni Serif
Yöre: Afsin

Hergün Kanal "B" ve "HALK TV" ekranlarında görüntülü, Aşığın kendi sesinden dinlemek çok daha özlem arttırıyor.

Cuma, Eylül 19, 2008

DÜNYA ÇOCUKLARINA



Konulu bir şiir yarışmasıydı, katıldım. Sekizay kadar önceydi.
Birincilik yada başka bir derece değildi beklediğim, tabi ki beklediğim oldu. Tek tesellim şiir'imin ilgili sitede yayınlanmış olması ve birincilik ödülünün, seçici kurul tarafından bulunamamasıydı.

Bende şiir'imi BUGÜN DOĞAN TÜM DÜNYA ÇOCUKLARI'na armağan ediyorum.

HOŞGELDİN BEBEK

İki yumuk göz ile iki küçük el
Uzattı ellerini açtı gözlerini
Yaşam senin artık hiç bilmesende
Birgün degil sonuna dek
Hoşgeldin bebek

Ağlıyorsun simdi ağla bebek
Varolma yarışındır bu gözyaşların
Simdi geçeceğin yolların başındasın
Sanmaki bu yaşlarla
Sadece kundağını ıslatacaksın

Uzak bir yoldu geldiğin yolların en kutsalı
İlk gülüşün ilk bakışın ilk sevgindi yaşama
İlk aldığın sevgiyi sakınola kirletme
Yüreğinde baştacı yap içinde sakla

Uzun bir yol simdi seni bekleyen
Bedenine sahip olmak icin sinsice
Sende geleceksin yol ayırımına
O zaman bir dur düşün
Duyduguna değil gördüğüne inan
Doğru yoldan şaşma

Mutlu olmak senin öz hakkın
Sevgidir ilacı ruhunda saklı olan
Dünya tuzaktır der Mevlana
İstek tuzaklarından kaçın
Sabırlı ol bebek çok sabırlı
Geniş diyecekler varsın desinler
Bilki kazancın çok ötesindedir ömrün

Sevgine şevkatı kardes yap
Sırrını yuregine dost
Acıyı ruhunda gizle hoşgörülü ol
Sevgi tohumları ek yeşersin öbek öbek
Sevgiye doyma bebek zulme uyma
Dikeni var diye gülü hor görme
Gülü severken dikenini incitme

Her dil gönlün perdesidir aralama sakın perdeni
Kılıcı kesen dil kırmasın ne seni ne dostlarını
Vicdanlı ol bebek varolmak icin yaşamı
Öyle dost edinki unut bütün aynaları

Ne onun ne benimsin sen kimsenin degilsin
Bütün bir yeryüzü şimdi sensin
Yola çıktın artık bebek yürümek olsun tüm umudun
Değişme sen hiç bebek
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol


Perşembe, Eylül 18, 2008

BEKLEMEK - KELİME OYUNU




Beklemek; buram buram umut kokan bir sözcük.
Neyi beklemez ki? insan yaşamda.
Kendini tanımaya başladığında başlar beklemek.
Büyümeyi, okulun bitmesini, meslek edinmeyi,evlenmeyi,çocuk sahibi olmayı.

Sonra! başlar yine bekleme.
Kırkı çıksa, emeklese, yürüse, konuşsa, okula gitse, okulu bitse, askere gitse.
Olmadı yine bekler, bu sefer askerden dönse. Evlense, çocuğu olsa.

Ayın onbeşinde başlar bekleme maaş gününü. Öğlen olur, mesai bitimini. Takvimleri inceler, tatil günlerini bekler.

Kış olur, yazı. Yaz olur tatili. Sonbahar geldi, yılbaşını. Ramazan geldi bayramı, doğum günlerini, yıldönümlerini.

Şans oyunları oyna, hayal kur bekle, olmadı yine oyna, yine bekle.

Gidenin dönmesini, yolcunun gelmesini.
Bu liste uzar gider herkesin gönlünce.

Kısır döngü yaratırız yaşamımız boyunca. Yaşamaya hiç vakit ayırmadan. Yaşadığımız güne doymadan.

Karamsarlığımdan değil bunları yazmama sebep. Belki yaşanmışlığımdandır.
Geçmişi bitirip, günü yaşamadan, geleceğin savaşınla uğraşmak gibidir beklemek. Neler kaybolur gün içinde yarını beklerken, hangimiz biliriz, bir düşünsek.

Bugün oynadığımız kelime oyunları bazen çocukluğumu çağrıştırıyor bana. Büyüklerimiz bir kelimeyi bizlere ders verecek hikayelerle anlatırlardı.

Babam! canım babamın hiç unutmadığım bir hikayesi vardır beklemek üzerine;

Yıllardır bekledikleri halde hiç çocukları olmayan bir karı koca oturdukları yer sofrasında, yedikleri sahanda yumurta başında yine çocuk konusunda dertleşirken birden kadının aklına düşmüş. " Bey bir cin çıksa şimdi ne iyi olur "demiş.
Dediği anda bir cin çıkıvermiş ortaya. " Üç dileğiniz var onu yerine getirmeye geldim" demiş. Kadın iki gündür yediği sade sahanda yumurtadan sıkıldığı için aniden, "ah bir sucuk olsada yumurtamıza katsak" demiş. Ve aniden ortaya bir kangal sucuk gelmiş. Şaşıran koca o sinirle " burnuna yapışsın o sucuk" demiş. Hop sucuk burunda. Adamcağız çok istediği çocuğu düşünmüş, birde boynu bükük, burnunda sucukla oturam karısına bakmış ve çaresin "sucuk burundan çıksın" demiş. Cin üç isteği yerine getirdikten sonra ortadan kaybolmuş. Kadın bir kangal sucuğa bir kocasına bakmış ve boynunu iyice bükerek "bekleriz bey, nasıl olsa zamanı geldiğinde bir çocuğumuz olur."

Ben yine de beklemeyi severim, buram buram umut kokan sözcüğü. Ama öğrendiğim gerçeği atlamadan, günü yaşayarak, an'ımı içime sindirerek. Nasılsa beklenen zamanı gelince olacaktır.

Pazartesi, Eylül 08, 2008

KADINLAR NE İSTER

Sevgili Hatice bir sobe başlatmış. Konusu "KADINLAR NE İSTER"
Beni düşünüp "sobe" demesine teşekkür ederim.

Kadınlar ne ister; her kadının istediği değişiktir. İsteklerin çoğu biryerlerde birleşse de, yine de farklıdır her kadının istediği. Çok bir şey değidir istedikleri aslında, yada yapılması güç olan.
Bir çiçekle mutlu olan, ilk anne sözcüğünü duyduğunda ne yapacağını şaşıran, sofrasına yemek koyduğunda huzur bulan, iki sevgi sözüne günlerce sevinç duyan kadınlarımız.

Ben, sobenin konusunun değişmeyeceğini umarak, "ben bir kadın olarak ne isterim" şeklinde cevaplıyacağım.

Kadın veya erkek, yani insan. Biri olmadan öbürü olmaz. Birbirlerini tamamlayan iki ayrı cins. Kadın, erkek ayrıcalığına da, eşitliğine de karşıyım. Her birimizin bir birey olarak kabul edilmesini ve her birimizin yaradılışından sahip olunan yapılarına saygı duyulmasını isterim.

Varlığıma, bedenime, fikirlerime, oluşumuma, kısaca bir insan olarak bana saygı duyulmasını isterim.

Sevgi isterim. Tüm insanların sevgi dolu olmasını isterim. Doğayı, hayvanları, insanları sevsin isterim. Sevsin ki sevginin yüceliğini tatsın isterim.

Kadınların 2. sınıf vatandaş olarak görülmesine karşıyım. Ne yazık ki bunu yapan yine kadınlarımız. Tüm kadınların önce, kendilerinin bir birey olduklarını kabul etmelerini isterim.

Kadınlığını ön planda kullananların, tüm kadınların sahip oldukları değerleri yok etmemelerini isterim.

Çocuklar; en değerli varlıklarımız ve yarının sahipleri. Tüm sevgiyi hakeden o masum yürekler. İstismar edilmemesini, değer verilmesini, herbirinin ayrımcısız haklara sahip olmalarını isterim.


Sevdiğim güzellikleri benle paylaşacak, dertleşecek candan bir dost isterim.
Her kadın gibi, güzel sözleri severim, hatırlanmak isterim.
Sağlıklı bir yaşam isterim.
Doğruluk isterim.
Hoşgörü isterim.
Ve tabi ki sevdiklerimle beraber, mutlu huzurlu bir yaşam isterim.

Bu konuda, Sevgili Bir dut masalı/Nunu, Sevgili Zerrin Pasta evi/Zerrin ve Sevgili Hayata dairlerim/Mehtap ne der? Bir de onlardan okuyalım.


.

Cuma, Eylül 05, 2008

ÜÇ AŞK KİTABI VE GECİKEN SOBEM

***

Çok Sevgili Çınar'cık bana sobe demişti. "Niye ihmal ettiğimi bilmediğim" ama ihmal ettiğim gerçek olan sobe konusu beni biraz düşündürdü sanırım. Geçmişe gitmem gerekli idi, benim için de geçmiş çok geride kaldığından!

Sobenin konusu " İz bırakan aşk konulu üç roman".
Ben hiç özellikli aşk romanı alıp veya bulup okumadım. Tabi bu değildir ki aşk romanı okumadım. Nasılsa, hemen hemen tüm romanların arasına sıkıştırılmış bir aşk vardır. En bilimsel romanlarda bile.

Düşündüm; hangisi iz bıraktı bende diye. İz bırakması unutmamaktı.
İşte unutmadıklarım:

Reşat Nuri Güntekin ve ÇALIKUŞU;
Feride'nin aşkı unutulurmu? Çoook çok eskiden okumama karşın bugün gibi aklımdadır tüm yaşadıkları. Aşkına başka sevgilerle karşı koyma çabası. Bence aşk sevginin bencilliğe dönüşmüş halidir. Feride'nin aşkı değil sevdası vardı. İçinde yaşattığı, haykıramadığı sevdası. Onurunu ve gururunu aşkının önünde tutarak içindeki sevgiyi öğrencilerine bilgi, hastalarına şifa diye dağıtma çabası.

Ayşe Kulin ve SEVDALİNKA;
Roman, savaş öncesinde Tito’nun kurduğu altı federe devletten oluşan Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti’nde, aşırı milliyetçiliği azdırarak savaşı tırmandıran ve sonuçta Yugoslavya’yı alevler içinde bırakan günleri anlatıyor.
Roman kahramanı, Nimeta, bir inşaat mühendisi ile evli ve iki çocuk annesidir. Bosna Televizyonu’nda haber görevlisi olarak çalışmaktadır. Mesleği gereği, Bosna Savaşının başlamasına kadar ülke içinde meydana gelen olayları yerinde gözlemler. Bu görevlerden birinde Zagreb’de çalışan gazeteci Stefan ile tanışır. Kısa zamanda ilişkileri aşka dönüşür. Nimeta , ailesi ve Stefan arasında bir tercih yapma zorunluluğu karşısında kendi içinde de psikolojik bir savaş vermektedir.
Nimeta'nın aşkını sevginin bencilliğe dönüşmüş hali olarak tanımlıyabilirim. Aşkı için sahip olduğu değerlerden vazgeçen, korkunç bir savaşın içinde bile aşkına yer bulan Nimeta.

Buket Uzuner ve KUMRAL ADA MAVİ TUNA;
"Tuna, Kuzguncuk'ta doğup büyüyen, ailesinin en küçük çocuğudur. Daima abisinin (Aras) gölgesinde kaldığını düşünür, fakat bunu kimseye belli etmez. Abisi akıllı, zeki, yetenekli ve çok yakışıklıydı; kendisi ise daima ondan eksiktir. Babası kendi halinde bir terzi, annesi ev hanımıdır. Annesinin hayatı büyük artistlerin hayranlıklarıyla geçmiştir. Birgün mahallelerine ünlü sinema oyuncuları Süreyya Mercan ve Pervin Gökay'ın taşınması ile tüm hayatları değişir. Bu çiftin küçük bir kızı vardır. Adı Ada. Tuna onunla küçük bir taş sayesinde tanışır ve o taşı ömrü boyunca yanında taşır. Ada, Tuna'ya göre çok güzel bir kızdır ve de çok çok kumraldır. O zamanki yaşları Ada 7, Tuna 5. Tuna'nın Ada'ya olan aşkı o zamandan başlar ve bir ömür boyu sürer. Ada birgün Aras'la tanışır. İkiside aynı yaştadır. Ve üçü arkadaşlığa başlar. Hergünleri birlikte geçer. Ada Tuna'yı tıpkı kardeş gibi, müthiş bir sevgiyle sever. Aras'a hissettikleri ise bambaşkadır. Fakat Tuna'nın da Ada'ya olan zaafı herkez tarafından bilinmektedir. İşte böyle bir aşk üçgeninde birbirlerinden kopmadan uzun süre yaşamışlardır. Ada ve Aras 18 yaşına geldiklerinde üniversite sınavına girerler, sonuçların açıklanmasına 1 ay kalmıştır. Birakşam üstü dışarı çıkarlar. Sahilde dolaşmaya başlarlar. Tuna bir ara bunların ikisini kaybeder, tekrar bulduğunda ise onlar ağaçların altında ve kendi hallerindedirler. Ada'nın kedi gibi parlayan kumral gözlerinden kendini alamaz. Evlerine geri dönerken Aras, içindeki coşkunun verdiği heyecanla, tişörtünü çıkarıp Ada'ya verir ve denize balıklama atlar.Tam o sırada sert bir ses duyulur ve Aras bir daha geri gelmez. Ada uzun süre hastanede yatar. Tuna ve ailesi perişan olur. Babası bu acının üstünden bir süre sonra ölür. Bu olaydan 1 ay sonra üniversite sınav sonuçları açıklanır ve Aras tek tercihi olan Gemi Makinesi Mühendisliği'ni kazanır. Ada kendisini toplayamamaktadır. Yurt dışına uzun süreli geziler yapar. Fotoğrafçılık üzerine kendini geliştirir. Tuna'da bu arada Edebiyat Öğretmeni olur. Tuna Meriç'le (Ada'nın kuzeni) evlidir artık. Ada, Aras'ın hatırası nedeniyle asla Tuna'ya yaklaşamaz. Bir Salı sabahı telefon çalar. Meriç konuşur, sonrada Tuna'ya bir not yazıp evden çıkar. Bu notta yanına alması gereken şeyleri yazmiştır. Tuna buna bir anlam veremez. Bir müddet sonra kapı çalar. 2 asker Tuna'yı askere almak için gelmiştir çünkü seferberlik ilan edilmiştir. Tuna böyle bir şeyi uzun zamandır korku ve kuşkuyla hep bekliyordu. Hazırlandı ve o Salı sabahı evden çıktı. Ada'yı belki bir daha hiç göremeyeceğini düşündü. Orada çok zor günler geçirdi. Arkadaşları gözlerinin önünde vuruldu. O ise hep bunun, kendi aklının kendine oynadığı bir oyun, bir karabasan olduğunu düşündü. Uzun bir süre sonra seferberlik bitti. Bu savaş sırasında çoğu şeyin farkına vardı ve içindeki Ada'ya olan aşkı uzun yıllar nasıl saklı tuttuysa, şimdide öyle olacaklı. En çok sevdiği 3 kadına geri döndü:Annesine, Meriç'e ve Ada'ya........ "

Bu kitabın özetini internetten aldım. Çok geniş kapsamı olan aşk üçkeni değilde aşk üçkenleri olan bir romandı çünkü. Sahip olunan ama kısa sürede kaybedilen ve unutulmayan bir aşk, sahip olunmayan ve yüreğinde daima saklı tutulan bir aşk, sahip olduğu halde hep ikinci planda kalmaya mahküm olan aşk.
Bu üç kitapla sobemi cevaplandırdım sanırım.

Aşk kitabı olarak alıp okumadın hiç bir kitabı dedim. Ama Orhan Pamuk'un son kitabı olan Masumiyet Müzesi basında aşk kitabı olarak yankı uyandırdı. Okumayı düşündüğüm ilk aşk kitabı diyelim ona da.


.

Pazar, Ağustos 31, 2008

ALIŞKANLIKLARIMIZ



Zamandır karşı koyan alışkanlığın tek ilacı.
En güzelidir, alışmaya alışmamak.
En kötüsüdür, alışmaya alışmak.

Alışık olur insan sığınağına; ayrıldığında alışır gittiği yeni mekanına.
Alışırsın yokluğuna gidenlerin, ilk günkü gibi acı vermez insana.
Bir bardak çay ise sabahların keyfi, bulamadığın da alışırsın onada bir gün.
Paran varsa; paraya, yoksa yokluğuna,
Sevgi, dostluk yaşamın iksiri olsada, geri çekerse kendini, alışırsın içinde yaşatmaya.
Duvardaki saatin yeri değişirse, üçgün sürer duvara bakmak saat yerine.
Alışmak kabullenmekse eğer;
Bu isyanlar niye?
Bu dünya hepimizin, alışamadığımız tek şey bu işte..!



Alışkanlıklarından kolay vazgeçen, caresizse kabullenen, hiç isyanları olmayan "Yaşamın kıyısında" böyle görür alışkanlığı

Salı, Ağustos 19, 2008

ORADAN BURADAN

Bloğumu günlük olarak tutmayı hiç düşünmedim. Ama bu gece birisi ile konuşmak çok istedim. Bloğumu açarken aklıma ne gelirse yazmaktı amacım, bu da bir nev'i aklıma gelenler işte.
Canım gereksiz sıkılıyor, hava sıcak uyumak imkansız. Can arkadaşım, tek arkadaşım bir aydır memleketinde, bugün haber aldım, bayram sonrası gelecekmiş. Ona sıkılmış olabilirim. Onunla dertleşir gerekli gereksiz konuşur, saatlerimizi geçirirdik. Aklıma takılanları bende bloğumla paylaşmayı düşündüm. Anlamsız yazılar olucak, birçok kişi okuyacak ama olsun... Belki rahatlarım, uykum bile gelir. Gerçi uykum biraz zor gelir. Yazın bu sıcağında, sırf canımız çekti diye ikindi çayının yanına poğaça yapıp yedik iki emekli. Ağır geldi tabi ki, şimdi uykuyu ara da bul!
Bilgisayarımla gece haricinde pek biraraya gelemiyoruz. Öğlen gelen güneşi batana kadar ağırlamak zorunda kalan bir odada bağlı zavallıcık, yanına yaklaşmak bile çok zor. Vantilatör çalıştırdım bir ara, faydasından çok zararı oldu.
Örgü örülmüyor, dikiş dikilmiyor ve hatta kitap okuması bile zor olan sıcaklardayız. Gerçi sıcağı sever çok fazla da şikayet etmem. Aman bir süre daha devam etsin. Daha tarhanamı yapamadım, sıcaklara biraz ihtiyacım var.
İki hafta sonra Ramazan, sıcaklarla birleşince daha bir serilecez sanırım. Her zaman olduğu gibi Allah kolaylığını verir. Yine de güzel bir aya denk geliyor. Eylül ayını severim, pastırma sıcakları nemsiz olur, ara sıra yağmur yağar, mis gibi toprak kokar. Tv yeni yayın dönemine girer, diziler birbir dökülür. Yaprak dökümü Eylül'de başlıyormuş, krıtik bir noktada kalmıştı. Romanınla eşdeğer olmasa da kaçırılmayacak bir dizi. Aşk'ı Memnu da çekilmiş yeni yayın dönemi için, onu da izlemek isterim.
Bu Eylül daha da güzel olucak, Prensesim Okula başlayacak (ana sınıfına) bizim için bir heyecandır bu. Mini minnacık okul yollarında ne güzel olur kimbilir?
Bu sıcakta yapılması en son düşünülen işi, ütüleri yaptım, bavul hazırladım. Bugün yine kısa bir tatile gidiyoruz. Önce Kumla'ya ağabeyimlere, hafta sonu da İznik'e dünürlerimize yolculuk. Bu sene hiç denize girmedim, deniz özlemimi giderir, İznik'de gölede girerim belki. Hafta sonu Prensesim' de gelecek İznik'e. Yani hafta sonu daha iyi. Gerçi ağabeyimi de özledim. Bu gece bol bol konuşur özlem gideririz. Kumla geceleri güzeldir. Kumla veya İznik her iki yörede de güneşin batışı çok güzel oluyor, sanırım Bursa'ya has bir özellik bu.
Torunlarımı özledim, Dört gündür göremiyorum. Hafta sonu Prensesimle beraberiz, lokumumu anca haftaya görebileceğim. Nasıl özlerim kimbilir, gezi güzel de özlem çok zor.
Bloğumda takip ettiğim link'lerim vardı, ilave yaparken bir hata yaptım hepsini sildim. Uğraşıyorum yerine getiremedim. Sıkıldım bıraktım.
Sevgili Çınar beni sobelemişti, bir türlü yazamadım. Dönünce ilk işim onu yazmak olucak. Çınar'cık kusura bakmaz sanırım.
Öykü Atölyesi çok sessiz, belki Eylül ayında o da şenlenir.
Bu akşam değişik bloglar gezdim, okudum. Çoğunu gülümseyerek bitirdim. Kimine üzüldüm kimine kırıldım. Sonra düşündüm;
İnsanların Yaradan'dan ötürü yaratılana saygı duymaması beni çok üzer. Akıl ve beden özürü hiçbir zaman alay, eğlence ve eleştiri konusu olamaz. İnsan dünyaya seçenekleri olmadan gelir. Kimse sormaz ona ne şekilde gelmek istersin veya nasıl yaşamak istersin diye. Seçeneklerini dünya nimetlerinden yararlanarak istediği düzeye getirmeye çalışsa bile, ona sunulan yaşam baki'dir herzaman. Dünyaya özürlü gelmiş veya sonradan olmuş hiç farketmez. Kendi isteği değildir onun.
Ve yaşam boyunca kimseye olmayacak diye de birşey yoktur.
Eleştiri; Her zaman açığım, yaparım. Ama eleştiriler beden ve akıl sağlığı üzerine olamaz. Eleştiriler yapıcı olmalıdır, yıkıcı değil. Yapıcı eleştiriler karşındakini üzsede, için için düzeltme isteği sağlar. Yıkıcı eleştiriler, yapanı rahatlatır, yapılanı yıkar, kırar. Sevgi varsa bitirir, saygı varsa yokeder.
Kimi zaman da bihaber dir alay, eğlence, eleştiri sahibi. O zaman da derim ki " söz sahibinin problemi".
Nerde kalmıştık; Eylül'de
Eylül ayı iyidir, üzsede yazın bitimi, yeni bir başlangıçdır herkez için.
Kulakların çınlasın arkadaşım, yazdıklarımı okudum da, boşmu dolu mu konuşuyormuşuz bir karar veremedim.

Perşembe, Ağustos 14, 2008

İYİ Kİ DOĞDUN LOKUM'UM

Seni sevmeye bu ömür yetmez


SEN CANIMSIN,
SEN DELİKANLIMSIN,
SEN ARKADAŞIMSIN,
SEN KALAN ÖMRÜMÜN BANA EN GÜZEL HEDİYESİSİN.
Sen benim bitmez tükenmez tebesümümsün. Senin adın dilimde şarkı, gülüşün içimde bahar gibi.
CANTANEM, nasıl girdin o dolu yüreğime. Korkularımı nasıl yok ettin. Yüreğimdekilerin hiç birine dokunmadan nasıl koca bir yer ettin bilirmisin?
Bana SEVGİ'nin bölündükçe çoğaldığını, paylaştıkça coştuğunu öğrettin GÜLYÜZLÜM.
CANPINARIM, seni sevmek o kadar kolay değil. Sen kalan ömrüme sığmayacak kadar büyüksün. Sen rüyalarımın süsü, düşlerimin gülüşüsün.
BUGÜN SENİN DOĞUM GÜNÜN.
Bugün iki yaşındasın. Bu yazdıklarımı anlaman için daha çok küçüksün meleğim. Birgün bunları okursan bil'ki anneannen seni çok seviyor, seni göreceği günlerin gecelerini sabırsızlıkla geçiriyor, senle kaldığı gecelerin sabahlarını heyecanla bekliyor. Seni görmediği günler derin gözlerini özlüyor, gülüşlerini düşlüyor.
Ben hayatımda hiç birşeyi kıskanmadım ama sen başkasının olsaydın, o anneanneyi çok kıskanırdım. Senin o emsalsiz gıgını doya doya öperken çıkardığın kahkahaları, geri çekildiğim zaman senin iki elini yanaklarıma koyup tekrar öpmem için "hamm" yapmanın içime yayılan sıcaklığını anlatmak çok zor. Yumuk yumuk ellerinle iki parmağımı tutup beni istediğin yere götürmeni, sen hatırlamayacaksın biliyorum ama ben bunun tadını son nefesime kadar unutamam lokumum.
Sen sevgisin, sevgilisin. Geçmişimden özlemimsin cantanem.
Biliyorum sende beni seviyorsun ve bana olan sevgin benim için çok değerli. Ve biliyorum ki; masum yüzlüm, bu sevgi ruhumu sonsuza kadar masum kılacak. Sen iyiki bizimsin, iyiki varsın ve iyiki hayatımızdasın.
SEN İYİ Kİ BİZİM TORUNUMUZSUN.
Dilerim,
Ömrün uzun, huzurlu, sağlıklı mutlu
Yüreğin sevgi dolu, başarıların çoşkulu
Yaşamın adın gibi BARIŞ'larla kurulu
Yılların sevdiklerinle dolu dolu
GÜNEŞ GÜLÜŞLÜM, DENİZ BAKIŞLIM
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN
**

Cuma, Ağustos 01, 2008

KALEMİMİN GÖLGESİ

Kalemimin gölgesi düşmüştü yazılarıma
Satır satır ışık saçarken
Tutsak ettiler
Tutulan bir kalemdi, bir gölge
ASLI
Beynimde, içimde, kalbimde
Onu bana bıraktılar

Bir vücut, bir yorgun bedendi hapsedilen
Gölgesi yakın, tam dibimde
Dokunmak isteseler bile
O kadar uzak ki
Ta ki sonsuzluğa dek
Ruhum özgür

Pazar, Temmuz 27, 2008

D O Ğ A VE B E N








Tatil, (emeklinin tatili olurmu?) gezi, heyecan bitti. Şimdi yaşananların ve fotorafların kalıcı bırakma zamanı.

Evde geçen son akşamın heyecanı ile uykuyu dalamayaşımız, sabahın ilk ışıkları ile yola çıkma düşüncemizi aldı götürdü. Kolay değildi 900 Km. yol yapacaktık. Gecenin2.30 da evde oturmaktansa yola çıkmayı uygun gördük ve çıktık. Gerekirse bir yerlerde kalır bir gece geçirirdik.

Yolların rahatlığı, eşimin aceleciliğinle birleşince devam dedik. Kısa molalarla yolumuzu rahatlattık.


Karşı yönden gelen kamyonların arkasında sollamaya hazır arabaları gözlemek, sağ ve sol şeritteki arabaların hızını izlemek, dikiz aynasında gerideki arabaların ne yapacağını düşünmeye çalışmak dışında yol yorgunluğumuz olmadı. Bu arada arabayı ben kullanmıyor, sadece üstüme vazifeymiş gibi trafik kurallarını takip ediyordum. Eşimin " sen bari uyu" demesine karşın, uykusu gelmiştir diye devamlıda konuşuyordum.







İğdır ormanlarına gelince, yolculuğumuzun sonuna yaklaştık. Oktay Ekşi otoyoluna varınca da, köyümüzün bağlı olduğu İlçeye geldik. İlçeden köye yaklaşık 10 Km. kaldığında yorgunluğumuza rağmen mutluyduk.

(Aslında benim hiç köyüm olmadı, köy hayatını çok sevmeme karşın bu yaşıma kadar köy hayatını 3. kez tadacaktım. Gittiğimiz köy eşimin köyü ve tam bundan 14 yıl evvel gitmiştik. Eşim de köyünden ayrı yaşamıştı, hatta aileside. Çocukların tahsil ve çalışma hayatı için İstanbul'da yaşamayı seçmeleri anne, babayı da İstanbul'a yerleştirmişti. Yıllar sonra köydeki yaşamı özleyip dönmeleri, evlerini açmaları ve sadece yazlarını orada geçirmeleri, bizleri de oraya çekmişti. Sevinçle iki yıl üstüste gitmiş ve birdaha da gidememiştik. Zaten köy sadece yazları gidilen, benim deyişimle "köy yazlığı"na dönüşmüştü.
Kışları köyde beş aileden başka kimse kalmıyordu. Bu gün ise sadece üç aile kalmıştı. Yazın kalabalıklaşan köy, kışın üç aileyle sessiz ve hüzünlü oluyordur sanırım. Eşimin babası 86 yaşında 2002 yılında vefat etmesinden sonra eşimin annesi köyü hiç bırakmamış, mart ve kasım ayları arası yaşamını köyünde geçirmeyi tercih etmişti. Bugün 85 yaşına sağlıkla gelmesini oradaki yaşamına bağlamak gerek.

Kayınvalidem bizi görünce çok çok mutlu oldu. Yorgun olduğumuzdan, bizim için hazırlanan yemekleri yedikden sonra akşamı evde dinlenerek geçirdik. Nede olsa doğanın güzelliğine sarılmak için günlerimiz vardı.
















Bu köy ve belde gerçekten çok güzel. Doğa harikaları olan Türkiye'mizin ve doğa harikaları olan Karadeniz'in incisi Ordu'nun dağlarında oluşan onlarca köyünden biri.







İlk gittiğimde ve gördüğümde "cennet burası olmalı" diye düşündüğüm EĞRİCESU.


Etrafı çam ormanları ile çevrili, yeşil doğal çimenleri ile rengarenk doğal çiçekleri ve eğrile eğrile akan bir su, nereden başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu su dağların doruklarından gelip, ormanın ortasından geçerek kendine yer etmiş tadına varılmaz bir su. Köy sahiplerinin kısa mesafelerle yaptırdığı çeşmelerden buz gibi suyu içmek sanki yaşam iksiri gibi birşey. Yaklaşık 2 Km.lik bu orman ortası, çok eskilerde hayvanlarının otlatılması için parsellenmiş köy sahiplerinin, şimdilerde orman odunlarından masalarının yapılması ile piknik alanına dönüştürülmüş inanılmaz güzel bir ovacık.



KABAKTEPE başını göğe dayamış tüm ihtişamıyla karşıladı bizi. Etrafı çam ormanları ile süslü, başı dik, kadife yumuşaklığında doğal çimenleri, tepesine varıldığında inanılmaz manzarası ile sanırım bir eşi daha yoktur. İlk gittiğimizde yürüyerek çıkmıştık ama bu sefer yolun yarısına kadar arabayla gittik. Ormanın aralarında yapılan araba yolu, orman bitiminde yürüyüş yolu olarak devam ediyor.Bizde kalan yolu yürüyerek tepesine kadar çıktık ve doyumsuz manzarayı izledik. Geri dönüşte çorba yapmak için "gücükdane" topladık. Gerçekten organik otla yapılan bu çorba enfes oldu.
Doyumsuz güzelliği geziyor, suyunu içiyor, hava ve su bizi devamlı acıktırıyor, bizde yanımızda getirdiğimiz yiyeceklerimize sarılıyor, yani deyim yerinde ise ye, iç, gez yapıyorduk.



Ve yaylaları!
Benim bir sözüm vardır, tarifini yapamadığım şeylere "anlatılmaz yaşanır" derim. İşte öyle bir şey, bu yaylalar anlatılmaz, yaşanır.






ERİÇOĞ tepesi, yaylaların doruğu. Oraya çıkılması imkansız, dik ve neredeyse tepesi göğe yerleşmiş. Ayrılmaz yeşil ve mavi olmuşlar. Giyimlerde ve kullanılan nesnelerde ikisi bir araya gelmeyen yeşil ve mavi bu kadar mı güzel olur? denecek kadar yakışmış birbirine. Tepesinde iki kızın mezarı bulunan bu dağın bir de efsanesi var. Peşindeki ermenilerden kaçan iki genç kız, çok yorulunca diz çöküp Allah'a yalvarmışlar. " Yer yarılsın, mezarımız olsun, esir düşmeyelim". Rivayete göre iki metre arayla yer yarılmış, içine düşmüşler ve aynı anda yer tekrar kapanmış. Çok sonraları mezarları yapılmış bu tepede ve adına da "Uzun kızlar mezarlığı" demişler.


Yayladaki sayısız koyunların, güzel gözlü buzağların arasında tadımsız saatler geçirirken acı bir haberle biraz da üzüldük. Eşimin ortaokul öğretmeninin, ani bir kalp krizi ile vefat ettiğini öğrendik. Yıllar sonra emekliliğinde köyde devamlı yaşamı seçen, kendini hayvanlara ve okumaya adayan bu ilim adamı, yatağında kitap okurken ölmüştü. Ebe olan eşinin acısı, "yiğidim ben varken sen niye gittin" yakarışları içimizi titretti.



Eşimin ilkokulu, orjinalliği hiç bozulmadan yenilenerek beldede bulunan yüksekokul yurduna dönüştürülmüş.


Köyde yaşam değişik, hiç kent yaşamına benzemiyor. Sabahları erken kalkılıyor, (uyumak istesende temiz hava buna fırsat bırakmıyor.) akşamları erken yatılıyor, (herkez yattığı için uyku olmasada yatılıyor, ben kitap okuyarak uyku saatimi dengeledim.) ciğerlerine dolan temiz hava insanı daha çok acıktırıyor, çarşı pazar hengamesi yok, günde bir sefer beldeden gelen ekmek arabası bekleniyor, (arabadan alacağımız ekmeği yiyemiyeceğimizi anladığımızdan, evde ekmek yapma girişimimle çok güzel ve temiz ekmekler yedik.) köy meydanında (İnanılmaz ama İst.Büyükşehir Belediyesine ait.) banklara toplanıp sohbet ediliyor.


Gündüz güneşin yakmadan ısıttığı sıcacık saatlerin ardından gece çöken ayazla yakılan kuzineler, üzerinde kaynatılan su güğümü ve çayın tadı ise bir başka güzeldi. Temmuz ayında gündüz yaz, gece sonbahar.



Gezdim, doymadım.
Kuzine tutuşturmak için ormandan gıcık, (çam kozalağı) topladık. Yıllarca kokusu ve kendisi bozulmayan sarı küçük çiçekler desteledik, dolma sarmak için kısa küt ağaçlarda oluşan malisan yaprağı kopardık, villalarıyla ve etiyle ünlü Çambaşı yaylasında, etimizi ocağın başında kendimiz pişirip kendimiz yedik.

Yıllar önce gördüğüm güzellik duruyor mu? diye bakmaya gitmiştim. Geçen yılların oralarda doğayı yok etmediğini aksine coşturduğunu gördüm. Minicik yavru çamlar, analarının dibinde büyümeleri, dikmekle olmayıp, korumakla olduğunu anlatmak istiyorlardı sanki.


Artık ormanlarımız yanmasın, doğa yok olmasın, yeşil ve mavi tükenmesin istiyorum.

Cumartesi, Temmuz 19, 2008

D Ö N Ü Ş

Gittim, gördüm ve döndüm.

Çok sevdiğim yeşili ve doğayı bırakmanın hüznü, SEVDİKLERİME kavuşmanın sevinciyle gölgelendi.

Not:
Resimlerimi yükledikden sonra gördüğüm güzelliği paylaşmak, geleceğe bir anı bırakmak bana mutluluk verecek.

Pazartesi, Haziran 30, 2008

H O Ş Ç A K A L I N














Çok uzun zamandır gidemediğim bu güzel yerleri,
yerinde duruyorlarmı? diye kontrol edip dönücem.






LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...