Cuma, Ekim 29, 2010

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN TÜRKİYE'M


UNUTMADIK - UNUTMAYACAĞIZ - UNUTTURMAYACAĞIZ
ANDIMIZ OLSUN...

Çarşamba, Ekim 27, 2010

ÜÇ YIL...


Zaman olmasaydı yada yaşamımızı parselleyen takvimleri icat etmeseydik, devamlı kaçan akrebi bıkmadan kovalayan yelkovanı saat adı altında duvarlarımıza asıp kendimizi kendimize esir etmeseydik ne olurdu? Dün, beş yıl evvel, 2010 yılı, yarın, gelecek yaz gibi kavramlar da olmazdı. Yada eskiyen hiç bir şey olmaz her şey yeni kalırdı. Bir yerde değişimin ifadesidir zaman. Uzayan saçlarımız, tırnaklarımız, doğumdan itibaren büyüme hızımın, ağaçların büyümeleri, fidelerin değişimi gibi...

Matematikcilere göre 4. boyut, fizikcilere göre iki hareket arasındaki geçen süre. "Zaman" ve "süre" eş anlamlı olduğuna göre zamanı zamanla tanımlamak kısır döngü gibi bir şey bana göre. O halde diyelim ki nefes alışla veriş arasıdır zaman. Ne dünü vardır ne de yarını, zaman yaşadığımız an'dır...
Desek de! geçmiş zaman da yaşamımızın vazgeçilmez en değerli şeyidir.

Zaman nasıl da hızla akıp gidiyor, dolu dolu tam üç yıl geçmiş aradan.

Üç yıl önce bugün açmıştım blogumu, birkaç gün bakıştık karşılıklı. Ne yazacaktım? Aslında yazmak istediğim çok şey vardı ve hepsi aynı anda hücum etmişti aklıma, çekip çıkaramıyor ayıramıyordum kelimeleri birbirinden. Günlük yazmayacaktım bu kesindi, çocukluğumda bile günlüğümü haftalık tutardım.
Yazmak istediklerim gelecekte okunup geçmişten esintiler bulunsun istedim. Torunlarım okursa beni daha iyi tanısınlar istedim. Bana ait anılarımı yükümü hafifletmek için benden çıkıp paylaşım bulsun istedim ve içimden ne geliyorsa onu yazmak istedim. Bana ait bir odaydı burası içinde kendime olan saygı sınırlarımı aşmadığım müddetçe istediğimi yapabileceğim bir oda...

İlk postumu 29 Ekim 2007 tarihinde yayımladım, ürkekce birkaç satır karalamış, kendimi yazacaklarıma hazırlamaya çalışmıştım. Bu arada daha önceden okumaya başlamış olduğum blogları geziyor, okuyor ama yorum bırakamıyordum. "Yemek vakti başkasının evine gidilmez" söylemleriyle büyütülen bizler bloglara yorum bırakmamı engelliyordu. Daha sonra beni bulan dostlarım, yazılarından etkilenerek benim bulduğum dostlarım oldu. Türkiye'den ve Dünya'nın birçok köşesinden. Aradaki mesafeler satırlarda kısalıyor ama satırlar uzak mesafelere ulaşıyordu...

Çok güzel ilişkiler, düzeyli yazışmalar, sarsılmayacak dostluklar, paylaşılan acılar, güzelliklere katılımlar, tasarımlara hayranlıklar, damak tadıma sofralar, kitaplar, kültür sanat ve güzeller güzelleri bebeklerle dolu koskoca bir dünya buldum. Bu renkli dünyada mutlu oldum. Bazen ağladım, bazen güldüm. Yorumlar buram buram sevgi kokuyor, içimdeki sevgi selini yaptığım yorumlara ulaştırıyordum...
Üç yıl ve 201 post, yaklaşık her hafta bir post olması çocukluğumun anısı gibi.

Daha yazarmıyım? yada ne kadar daha yazarım? bilmiyorum ama seni seviyorum dünlük. Doğum günümüz kutlu olsun...




Pazartesi, Ekim 18, 2010

SADECE BİR EL SALLAYIŞTIR YAŞAM


**Bazen zordur yaşamak..Nefes almak bile güç gelir insana..Bir kuşun kanadına
takılıp gitmek istersin uzaklara..Bazen bir güzel söz tutar insanı
ayakta..bir canın sıcak gülümsemesi bağlar hayata..bir de üç kelime
kalır dudaklarında.KENDİNE İYİ BAK..bu yalancı dünyada...!!!



Bir acı yaşadım, yaşıyorum ve son nefesime kadar da içimden çıkmadan yaşayacağım bir acı, tıpkı daha önce giden tüm sevdiklerim gibi. Ne yazık ki acılara alışılmıyor, sadece acılarla kenetlenip birlikte yaşanmaya alışılıyor. Sabıra sığınıyorsun çaresizce, sonra sabrın promosyonu teselliler geliyor dile " huzur içindeler, gerçek dünyaya kavuştular, önce giden sevdiklerinle beraberler, bizde gidince yine birlikte olacağız" gibi.

Daha sonra düşünüyorsun kapalı kapılar arkasındaki evlerde yaşananları, sır içindeki acıları "bana ne! benim acım bana yeter" diyemiyorsun aynı acıyı duyan yüreklere. Yanlız olmadığını anlıyorsun o zaman, güç veriyor yanlız olmamak.
Hiç düşünmeden giden sevdiklerinin yerine canını verecek binlerce kişiden biri olarak, bu güce dayanarak, yaşama kalındığı yerden bir tebessüme, bir sevgi sözüne, yanında olan sana sevgiyle bakan yüzlere sığınıp devam ediyorsun. Ta ki! yaşama bir el sallayışa kadar...


Dostluk muhabbetle çoğalır, acılar paylaştıkca azalır.
Acımı paylaşan, teselli dilekleri ile beni yalnız bırakmayan tüm dostlarıma canı gönülden teşekkür ederim.
Sevgilerimle...



İlk pragraf "anlamlı sözler"den alıntıdır.
.

Perşembe, Ekim 07, 2010

GÜLE GÜLE CANIM KARDEŞİM GÜLE GÜLE

Kıvır kıvır saçları vardı, elayı çalan gözleri, tonbul yanaklı, afacan bakışlı dünyalar güzeli bir bebekti. Annesinin gözbebeği kıymetlisiydi. Kıymetlisini bırakıp giden annesini o hiç bilmedi, bir gün bile sormadı "neden" diye. Hep içinde yaşadı annesizliğini, sessizliğini hırçınlığının içine saklamıştı, anne yerine ablasına sarıldı var gücüyle. Her şeyi ablasıydı, annesinin emanetine gözü gibi bakan ablasının...

Bir gün onu annesinin kucağında çekilen sıkıca topuna sarılmış bir fotoğrafına bakarken yakaladım, irkildi ve sadece "bu mu?" diyebildi. Sanki anne demeye yeminliymiş gibiydi. Sözleri değil gözleri anlatırdı içindekileri, içindekileri görüp anlayabilene...

Dört kardeşin en küçüğü, en son geleniydi İlk gideni oldu:((

Güle güle canım kardeşim güle güle, yolun ışıklarla dolsun. Allahın rahmeti üzerinden eksik olmasın, yattığın yer huzurlu mekanın cennet olsun. Seni gökkuşağı altında verdik toprağa, gökkuşağı cennet kapıların olsun...

Şimdi artık anneciğinle, babacığının koynunda emin ellerdesin, rahat uyu canım benim...

EVVEL GİDEN DOSTA SELAM OLSUN ERENLER ...

3 EKİM 2010


Cumartesi, Ekim 02, 2010

LADES


"Onu nasıl tanırdın?" diye sorsalar söyleyecek fazla bir şeyim olmaz sanırım. Birbirimizi anlayabilecek birlikteliğimiz uzun olmamıştı. Çünkü ben onu tanıyacak kadar büyümemiş, oda beni tanıyacak kadar büyütememişti...

Güzeldi! çok güzel ve çok fedakar, çok cefakar. Omuzlara dökülen dalgalı saçlarla bütünleşen ajurlu sarı bir bluz ile siyah dar bir etek var hep hayalimde ve geniş yakalı bele oturan siyah bir manto. Sonrası; beyaz, pembe, çiçekli, mavi, sarı hep gecelik, hep gecelik. Sanki tüm giysiler geceliklerin arkasına saklanmış, beynim aralayamıyor sis perdesini, gerisindekileri hatırlamaya asla izin vermiyor...

En sevdiği çiçek, en sevdiği koku, en mutlu olduğu an, en sevdiği şarkı, en sevdiği yemek, yapmaktan en hoşlandığı şey neydi? bilmiyorum. Yada en sevmediği şeyler, en zorlandığı anlar neydi?

Onunla yaşadığım zamana ait, öncesi ve sonrası olmayan yüzlerce kareler var gözlerimde, önemini neden yitirdiğini bilmediğim ama en önemli yerini unutmadığım kareler. Bir o kadar da hiç bir karesini unutmadığım anılar...


Annem pompalı ocağınla her zamanki gibi mücaadele halindeydi o gün, bahçeye çıkışımız da engellenmişti. Bu demekti ki babam tavuk yolucak. "Tavuk kesmek" sözü edilmezdi, yolmaktı bize söylenen. O zamanlar marketlerden alınan, özel tabağı içinde, strece sarılı, kesilmiş hazır tavuk nerde! Canlı tavuk alınır, kesilir, yolunur ve temizlenirdi...

Alacakaranlıktı sofraya oturduğumuzda, babam de evde olduğundan tüm aile bir arada sözlü sahbetli neşeyle yemek yemekteydik. Babam bir ara tabağındaki tavuktan çıkardığı bir kemiği anneme uzatarak "lades tutuşalım" dedi, hep birlikte alkış tutarak "hadi, hadi" diye tempo tuttuk ve annemle babam ladesliydiler artık. Bu sahnede en küçük erkek kardeşim olmadığına göre demek ki biz çok küçüktük...

Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ama günlerin çok olduğunu tahmin ediyorum, annem çok dirayetliydi kanmıyordu bir türlü, kendini kanmamaya o kadar kaptırmıştı ki babamı kandırmak için uğraşmıyordu bile. Ne olursa olsun "aklımda" demesi sanki oyuna bizide katmış gibiydi. Aslında bende bu oyuna kendimi fazla kaptırmış olmalıyım ki halen tüm detaylar dün gibi aklımda...

Yine kurulmuş bir akşam sofrasında çorbalarımızı içerken babam tabağını uzatarak annemden ikinci bir tabak çorba daha istedi (babam çorbayı çok severdi) ama bunun anlamı annem tabağı alırken "aklımda" demesinden babamın gülüşünden "lades"in daha devam edeceğini anlamıştık. Babam önüne gelen ikinci tabak çorbasını içerken aniden elindeki kaşığı anneme uzatarak "hanım bu kaşık delinmiş" demesinle annemin kaşığı kapması bir oldu. Babamın "lades" demesi üzerine elindeki kaşığı fırlatıp atan annemin "sayılmaz sayılmaz" feryatları, bizim kahkahalarımız, babamın annemi kandırdığı için hem mutlu hem üzgün olması unutulmaz çocukluk anılarımın favorilerindendir...

Ladesi kazananın ödülü neydi?
Anneciğimin kaşık çatalları neden bu kadar kıymetliydi?
Çok titiz olan anneciğim çorbalı kirli kaşığı nasıl fırlatıp atabildi?
Bir kaşığın delinemeyeceğini anneciğim nasıl düşünemedi?

Bunların cevabını hatırlamayı yada bilmeyi ne kadar çok isterdim!!!

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...