Salı, Ocak 29, 2008

NASIL BU HALE GELDİK

Yaşanmışlığımla bir bağ oluşturup hiçbir zaman ' bizim zamanımızda' diye söze başlayıp bugünü eleştirmek gibi, ne bir yazı yazmak, ne de konuşma ortamında olmak istemedim. Eleştirilerim sadece 'olmaması gerekir', 'doğrusu bana göre bu ' ya da ' zaman değişiyor' dememden ibaret kalmasına dikkat ederim. Çoğu kez yumuşak olmaya çalışır, sinirlerimin çok zorlandığı zaman bile kendimi frenlemeyi bilirim. Ama ne yapsam dayanamayacak zamanlarım da olur. Daha gençken bana ters gelen durumların balıklama üzerine atlayışım, yaşım ilerledikçe tabii ki duruldu. Çevremde, yollarda, görsel yada yazılı medyada insanın canını sıkacak, nereye gidiyoruz böyle, nasıl böyle bir toplum olduk, sonu nereye varacak dediğimiz olaylar kafamın içinde kendi kendime isyanları oynar oldu. Baştankara bir toplum olduk gidiyoruz ama nereye. 'Biz geldik gidiyoruz bizi ilgilendirmez ' de diyemiyorum Yavrularım var prensesim, lokumum ve daha hep bu olumsuzluklarla içiçe yaşamaya mahküm edilecek binlerce genç ve bebek var. İki ayrı toplum olduk, nasıl iç içe yaşanacak , nasıl korunacak birileri diğer birilerinden, kim kime örnek olacak, birileri evde ana eğitimini alıp dışarıda uygulamaya çalışsa bile temel eğitimini almayan diğer birileri ile yaşamayacak mı ki? TEMEL EĞİTİM bitti yada çok azaldı. Birileri çıkar uğruna yarını düşünmeden cebini doldururken diğer birileri bu hizmete koşa koşa yardım ediyor. Ne yazık ki çıkar uğruna yapılanların bir şekilde kendilerine döndüğünü bilmiyorlar. Çıkarı uğruna bir başkasını zehirleyen, bir başkasının da çıkarı uğruna kendilerini zehirlediğini düşünmüyor. Son yıllarda dilime doladığım bir söz var. ' Önce kullanmasını öğret sonra aracı ver'. Eğitimini almadan sahip olunan her araç ya da yaşam tarzı malesef kullanıcının elinde korkunç bir silaha dönüşüyor.

Teknoloji; evet çok güzel ben de ucundan yakaladığım için çok şanslıyım . Benim annem 62 yılında öldüğü zaman bu ülkede tüp dediğimiz ocak yoktu. Anacım pompalı ocakla boğuştu. Buzdolabı, merdaneli çamaşır makinesi bilinmez ya da Koç'ların evinde ithal edilmiş olarak bulunurdu. 70'lerde fotoğraflarımız siyah-beyazdı, oda fotoğrafçıda çekilirdi. 80'den sonra hızla değişen ülkemiz kısa sürede nerelere geldi, tabii başımız döndü. Bu hıza yetişmek için ne yazık ki eğitime zamanımız kalmadı. Eğitim kalsın vakit dar biz teknolojiyle ilgilenelim dedik. Sonra birileri geldi bize 2 anahtar gösterdi. Herkezin evi arabası olacak dendi. Birileri için ev kolaydı, nasılsa hazine arazisi halkındı. Yap bir kat sonra çık kat kat, ama araba için biraz çalışmak şart. Ehliyet! oda sorun değil, bastır parayı alınır nasılsa. Sonra en büyük silah herkezin kapısında.

Gidiyoruz doludizgin, barajın kapısı açılmış, birkaç kişiyle durdurmanın imkanı yok ki. Küçücük ailemle ' körler sağırlar birbirini ağırlar misali' konuşup geçiştirmeye çalışıyoruz. At gözlüğümü takmış , uğraşılar bulmuş, kendime dönmüş yaşamaya çalışıyorum. Ama o birileri rahat durmuyor gözüme gözüme batıp duruyor. Ya da gelip ayağıma dolanıyor. Birkaç gün evvel üstüste yaşadığım 'belkide normal' ama bana ters gelen olayları burada yazarak, içimi dökmenin rahatlatacağını düşündüm.

Belediyemizin, binbir güçlükle ödediğimiz paralarımızla aldığı son model otobüslerimizden birine bindim. Saat itibariye az bir yolcu sayısıyla gidiyoruz. Birkaç sıra önümde ayakkabısının burnu kendi burnuna değecek bir zât-ı muhterem, bir kolu karpuz taşır gibi havada öbür kolu yanındaki koltuğun sırtında, cep telefonuyla konuşuyor. Gözüm gayri ihtiyari başımın üstündeki yasak işaretine gitti. Görmeyen olur diye bir değil beş yasak işareti var. Bizim zât-ı muhterem konuşuyor, bir değil iki değil arayıp duruyor birilerini. Mâotobüs dinliyoruz kendilerini. Yetmedi, sayın sürücümüzün yanına konuşarak gitti ve durak adı semt adı sordu, sayın sürücümüz de sakin sakin cevapladı. O da haklı, telefon sahibinin kontür parasını biz vermiyoruz ki. Otobüs zarar görürmüş, freni bozulurmuş kimin umurunda. Biz çok severiz kural bozmasını, kurallara uymak yerine bozması hoşumuza gider.

Aynı gün minübüse bindiğimde, bir duraktan 5-6 öğrenci bindi. Okulları tatil olmuş ellerinde karneleri. İçlerindeki bir kızımızın ''....yaz .... cebinize gelsin'' melodisiyle telefonu çaldı, kızımız açtı telefonunu dayadı omuzu ile kolunun arasına konuşuyor. Sonra telefonu düşer kaygısıyla dört ay emek vererek aldığı karnesini ne yazık ki dörde katlıyarak cebine birgüzel yerleştirdi. Hemde o karne ikinci sömestr için okuluna geri dönecek.

En nihayet evimdeydim. Bunların yanında ufak tefek bir sürü olumsuzluklar daha. Ne yapalım zaman bu dedim ve hasta ziyareti için karşı komşulara gittim. Genelde az ve öz giderim komşularıma, komşu bağı iyidir yerinde kullanıldığı müddetçe. Odasında hasta kızımızı ziyaret ettikten sonra salonlarına geçtik. Televizyon bir kenarda açık, bir kenarda evin 7 yaşındaki torunu, kucağında bir laptop, fonda bangır bangır bağıran bir müzik, yanında bir tabak çilek ( Ocak ayında portakal zamanı yani) bir yandan oynuyor bir yandan yiyor. Salonda tam yedi kişiyiz, hasta ziyaretine gelinmiş tabii ki olacak da hepsi bir ağızdan ve bağırarak konuşuyor. Müziğin ve tv'nin sesini başka türlü bastırmaları imkansız çünkü ve yan odada yatan belki de yarını göremeyecek gencecik ağır bir hasta.

En nihayet evimdeyim dedim ya yok daha gözüme batacak birşeyler arar oldum sanki. Akşam haber saati, tüm dertlerinden arınmış TÜRKİYE' mizin önümüzdeki günlerin bizi nereye götüreceği meçhul bir avuç saç haberlerinin sonunda fiyatların tırmandığı haberi! Taze fasülye 20 ytl'ye ulaşmış. Güler misin ağlar mısın, ocak ayında kışın ortasında ne işimiz var taze fasülyeyle, neyimize yetmiyor kuru fasülye. Alma, fiyatı artmasın, yeme zaten yararından çok zararı var ama kime anlatacaksın? Yazın da pırasa, kereviz ararız ne yazık ki! Çok şımarık bir toplum olduk biz.

Televizyon ve dizi seyretmem, belgesel izlerim edebiyatı yapmayacağım tabii. Gerektiğinde dizi de kaçırmam tv de seyrederim. Arka sokaklar diye bir dizi var, onu seyretmiyorum zaman zaman fragmanlarından ne olduğunu anlayabiliyorum, polisiye bir dizi. Sinirlerimizin doruğa çıktığı neşeli haberler sonrası başladı. Dikkatimi çekti bir iki başlangıç sahnesi. Dizide polisin ilkokul çağlarında bir oğlu var baktım saçları çok kısa kesilmiş, bir-iki takip ettim çocuğu yapmışlar lösemi. Polisiye bir dizi, çocuğun üzerine kurulu bir senaryo değil niye yaptın şimdi o çocuğu lösemi, hadi reyting uğruna yaptın ya ailesi nasıl bir annedir nasıl bir babadır böyle bir senaryoya izin verdi. Hiç mi düşünülmez o çocuğun ruh hali. Şimdi bilmez zevkle de oynar ya sonrası. İşte geleceğimiz !

Bir gün, görmek istemediğim ve gözüme gözüme girenler.
Nerelere geldik biz, ya da nerelere geleceksiniz daha siz.
Niye kullanmasını bilmediğimiz bir yaşamla karşı karşıyayız?

Yaşamın kıyısında " bizim zamanımızda böyle miydi? demek istiyor artık.

Cumartesi, Ocak 26, 2008

ÇOCUKLUĞUM


Büyüdün artık dediler topumu, ipimi aldılar
Oysa daha doymamıştım topacıma hulahopuma
Saklamak istedim bez bebeğimi saman topumu
Merdiven altı gizli hazineme

Ağaç dalları evimdi saka kuşları arkadaşım
Kuyusundan su içtiğim bahçem sarayım
Pervin teyzenin masalları büyük heyecanım
Dizlerinin dibinde geçerdi akşamlarım

Yokuşum vardı çıkmaya doyamadığım
İnişinde kanat takıp uçardım
''Önde turuva güzellik'' di oyunlarım
Çirkin ol dendi mi oyun bozandım


Çocukluğumu aldılar elimden bu kadar dediler
Yetmez dedim dinlemediler
Saklamak istedim Doğan Kardeş dergimi
Tommiks Teksas Ret Kit'lerimi
Merdiven altı gizli hazineme

Bayramlarım vardı poplin mendilli
Kuş lokumlu hacıbekir şekerli
Kurulurdu bayram lunaparkları
Kayık salıncaklı, tahtıravallili

Sokakları doldururdu sesleri
Sucusu, yoğurtçusu, bozacısı
Çınar altında kurulu karpuzcusu
Fırından yayılırdı ekmek kokusu

Papatya sokağım papatya doluydu
Evim hemen köşesinde kurulu
Koca çınarı karşısında dururdu
Akardı çeşmesinden tomruk suyu

Kiraz dekorlu hasır şapkam
Takımıydı hasır çantam


Ponponlu pembe hırkam
Çocukluğumla harman olan
Beyaz kurdelem dantel yakam

Suna Sema Banu Nilgün Hümeyra
Hadi gelin oynayalım köşe kapmaca
Büyüdünüz diyorlar inanmayın
Seksek bile çizeriz şuradaki betona

Şeker tadıydı çocukluğum eridi bitti
Ağzımda tadı kaldı elimde kağıdı
Kaybolmasın istedim hiçbir anısı
Ben de çocukluğumu sakladım
Merdivenaltı gizli hazineme

Yaşamın kıyısında gizli hazinesini açtıranlara teşekkür eder.

Perşembe, Ocak 24, 2008

KELİME OYUNLARI-ÇOCUK ÇOCUKLUK

Çocuk, çocukluk denince duygular hemen içe dönüş yapar, önce kendi çocukluğu gelir insanın aklına. Geçmişinden çıkar yola bu günkü çocukluğa ulaşmak için.
Çocukluğum; Hiç hatırlamak istemediğim ama asla kopamadığım, çocukluğun her evresine doya doya yaşadığım ama mutsuzluğun en acısını tattığım, çocukluğumu yaşarken büyük olabilme mücadelesi verdiğim, seksek oynarken ip atlarken kardeşlerimin elinden tutmaya çalıştığım, ayağıma çivi battığında (hemde tabandan girip üsten çıkan bir çivi) acısını hiç görüp sorumluluklarımı düşündüğüm çocukluğum çok gerilerde artık.
Burada kendi çocukluğumu yazmayı ve yaşamayı hiç düşünmemiştim. İster istemez çocukluk denince benim de duygularım içe döndü, kıyısından köşesinden döküldü biraz.

BÜYÜYEMEYEN İKİ ÇOCUK
Onlar iki erkek kardeştiler. Gözlerinden zeka fışkıran, içindeki enerjileri bedenlerine sığmayan, yarınlarına umutla bakmaya çalışan, ıslak kokan küçücük ellerindeki çatlakları doğal sanan, çocuk oyunlarını bilen ama oynamaya vakit bulamayan ilkokul çağlarında iki büyük erkek.
Doğanın güzelliğini esirgemediği, güneşi ve yazı az olan bir köyde doğmuşlardı onlar.
Çocukluğun en güzel geçebileceği yerlerdir köyler ama ne yazık ki köyde doğanlar için değil. Köyün bütün zor yaşamlarına beş yaşına gelen bebelerini de ortak eder aileleri, 'sünnet oldu erkektir artık' diyerek.
Babaları muhtar olan iki erkek kardeş de köyün katı kurallarına uyup ilkokul çağlarında başlarlar yaşam savaşına. Baba muhtar ya köyün ağası gibidir(cumhurbaşkanı olmak gibi birşeydir köyde muhtarlık) verir kendisini köyün işlerine. Tarla, bostan ve hayvanlar kalmıştır karısının başına. Neyseki erleri yetişmiştir ananın, ilkokula başlamış iki oğlu vardır, okuldan kalan zamanda yardım edecektirler analarına. Bir abla iki kız kardeşleri daha vardır bebe erlerin, onlarda okul dışında evişlerini yapacaklardır. Ana biraz yükten kurtulmuştur.
Köylerde çok çocuk yapan analar ilkokul çağına gelen bebeleri sayesinde rahata ererler. Çocuklar büyümüşlerdir artık, her işe koşmaları çok doğaldır.
Bu iki kardeş de köy işlerine koşturulurlar. Okuldan kalan zamanlarında hayvanlarını otlatmaya götürürler, bostan sularlar, hayvanlarına kışlık ot hazırlarlar. Gece de gaz lambasında ders çalışırlar. Yazlarını köylerinde geçiren bir öğretmenden okumanın şehre giden yol olduğunu öğrenmişlerdir. Okul yolunu umut yolu bellerler.
Hayvanları otlatmak en sevdiği iştir küçük kardeşin çünkü kaçamakları vardır. Kırlara, dağlara çıkmak köyden kaçmaktır birnebze. Ağaç dalından yaptığı kavalını kullanabiliyordur hayvanlarını otlatırken, ıslığını çalıyor, köpeğinle oynaşıyordur. Köye ne kadar geç dönse o kadar iyidir onun için, bostan sulamak, ekin biçmek ağır geliyordur ufacık bedenine.
Çocuk olmayan, çocukluk yapamıyan iki kardeş büyük olma düşleri kurarak büyürler...

Çok sonraları tanıdım bu kardeşleri, sıradan her köy çocuğu gibiydi yaşamları. Çok yüksek olmasa da kendilerine yetecek kadar okumuş, kendilerini yetiştirmiş, şehre gelmiş evlenmiş ve çocukları olmuştu.
Arkadaşım olan küçük kardeşin eşinden dinledim hikayelerini. Mutlu denecek bir evliliği var arkadaşımın ama zaman zaman yakınır kocasından. 'Çocuklarımı büyüttüm ama babalarını büyütemiyorum çünkü o büyümek istemiyor' der hep.
Evet maalesef! çocuk olmayan, çocukluk yapamıyanların duyguları büyüme ve olgunlaşma çağında kırılma noktası yaratıyor.

Top oynamak yerine mendil satan,
Misket oynamak yerine sokaklarda araba camı silen,
Bisiklet yerine koluna boya sandığı verilen,
Yaylı yatakda zıplama yerine sokakta yatan,
Tatlı çaldı diye hapse atılan,
Isınamayan, doymayan, giyinemeyen sağlıksız çocuklarımızdan yarın için ne bekleyebiliriz ki?

Bizi yarınlara taşıyacak tüm çocukların, çocuk olmaları ve çocukluk yapabilmesi dileğiyle.

Cuma, Ocak 18, 2008

DÜŞLERİMDEN

Bir dünya düşlüyorum mavi, yeşil
Mavisi sonsuz, yeşili doyumsuz.
Birazda pembe olsun, hayallerimiz için.

Gelinliklerde kalsın beyaz,
Kirletmesin ne bir söz ne bir pas.
Taze papatyalarla örülsün taçlar,
Duvaklar umut taşısın.

Rüzgarında sevgi biriksin, estikçe savrulsun.
Pınarları olsun, hüzünleri yıkayan.
Çok şey mi istiyorum bu dünyadan...

Bu dünyanın kırmızısı, siyahı, sarısı olmasın!
Toprağına kan düşmesin, ağıt nedir bilmesin.
Gecesini aydınlatsın yıldızlar.
Solmasın bebekler, ağlamasın çocuklar.

Saklasın bağrında tüm yürekleri
Ekmek gibi yumuşacık,
Kaya gibi sapasağlam.
Çok şey mi istiyorum bu dünyadan...

Salı, Ocak 15, 2008

KELİME OYUNLARI-EVLİLİK

Kelime oyununda evlilik dendi, nedendir bilmem çoktandır unutmuş olduğum çocukluğumdaki bir oyun geldi aklıma.
İlkokul yıllarımızda, (bizim çocukluğumuzda oyunlarımızda araç pek bulunmaz yaratıcı gücümüzle düzmece oyunlar oynanırdı) birkaç arkadaş biraraya geldiğimizde çok sevdiğimiz, nereden öğrendiğimizi de bilmediğimiz, adına da nişanlı koyduğumuz oyunumuzu oynardık. Aramızdan bir kişi ebe (ebe olmak için de can atardık) olur ortaya yere oturur, etrafına daire yapılırdı. Ebe el hareketleri ve yüz mimikleri yaparak oyuna başlardı.

''Bir sarı yılan kovaladı beni, on yedi yerimden yaraladı beni, çağırın benim güzel babacığımı alsın yılanı sarsın koluna....''

Mâkamı da vardı bu söylemin, nakarat yaparak devam edilirdi. Baba olan zoraki tavırlar takınarak gelir yanına... yine el hareketi, yüz mimikleri...

''Alamam yılanı saramam koluma, sensiz kalırım kolsuz kalamam.''

Sonra sıra anneye, abiye, ablaya ve en son nişanlıya gelirdi. Tabi nişanlının tavrı değişik, koşa koşa gelir,

''Alırım yılanı sararım koluma, kolsuz kalırım sensiz kalamam.'' derdi.

Oyunumuz nişanlıların sarılması ile sona ererdi. Oyuna katılanların hepsi bir kere ebe olur, oyunun tadına varılırdı.
Çocukluk, evlilik, hayaller...
Genç kızlıkta evlilik, beyaz gelinlik ve bir yuva olsa gerek. Ben bu hayali hiç yaşamadım. Amaçlarım çok değişikti, bakmam gereken bir ailem vardı ve hiç evlilik yapmadan kardeşlerime, babama bakacak, okuyacak, kariyer yapacak, iş sahibi olacaktım.
Ama yaşamı ben yönetemiyordum ki.
Eşimle tanışma, nişan, hazırlık ve evlilik tam beş ay içinde oldu bitti. Nasıl oldu, ne oldu anlamamıştım ve halen otuz altı yıl bunu anlamaya çalışıyorum. Hiç evlenmeyecek olan ben buraya gelmiştim işte.
EVLİLİK!
Gelenekleri, görenekleri, yaşamları, aileleri, zevkleri, istekleri, sevdikleri, sevmedikleri, düşünceleri, hayalleri, yapıları ve karekterleri ayrı ayrı olan iki kişinin bir arada yaşamaya mahküm edilmesidir. Güçlü olan koğuş ağası olur, herşeylerine karışan gardiyanlarda dışarıdaki ailelerdir.
EVLİLİK!
Saygı, sevgi, anlayış, dostluk, arkadaşlık ve en önemliside fedakarlıktır.
EVLİLİK!
Dünyanın yaşanılan en doyumsuz duygusu olan, yavrulara sahip olmaktır.
EVLİLİK!
Kazançları, kayıpları listelemek, zorluklarına karşın güzelliklerini bulup çıkarmak, akıl terazisi yapıp 'devam mı, tamam mı?' diye karar vermektir.
EVLİLİK!
Üşüyünce sarılabileceğin, sıkılınca bağırabileceğin, hasta olunca elini tutabileceğin her daim yanında olan biri demektir.
EVLİLİK!
Bitirilmesi gerektiğinde, 'onsuz yaşamaya hazır mıyım? onunla yaşamaya dayanmalı mıyım?' diye düşünülmesi gereken, eğer beyinde bittiyse, daha fazla yara almadan, yıpratılmadan sona erdirilmesi gereken bir süreçtir.
EVLİLİK!
Toplumumuzda kadınlara ev hanımı, erkeklere evin reisi denmesidir. Yani kadınlara ceza, erkeklere sefadır.
EVLİLİK!
Şarkılardaki gibi, ne seninle ne sensizdir.

Yaşamın kıyısında'n evlenecek olanlara, evlilere, evliliklerini bitirenlere gönlünce yaşam dileğiyle

Cuma, Ocak 11, 2008

ÖYLESİNE

Yaşam,
Nedir ve neyle sınırlıdır? İçine istediklerimizi alıp istemediklerimizi yok edebiliyor muyuz? Ya da bu yolda kaybolmadan yürüyebiliyor muyuz? İleriye yönelik hayaller kurarken, geçmişi sorguluyabiliyor muyuz? Bilmece çözmeyi seven bizler, yaşam bilmecesine niye hiç dokunmayız? Nedenler, niçinler, nasıllar tüm bu bilmecenin içinde olmasına karşın, hep kaçtığımız nedir? Yaşam bir yol mu yoksa bir çember midir? İyi veya kötü olan yaşadıklarımızı 'unutmak istiyorum' diyerek yok sayabiliyor muyuz? Hep uğraşılarımız yaşantımızı yönlendirmek için değil midir? Yine de yaşantımızı yönlendirebiliyor muyuz? Yaşamın bize sunduklarını 'bunu isterim, şunu istemem, şöyle bir şey de olsa' diyerek ayırt edebiliyor muyuz? Niye yaşamda bizim sandığımız çoğu şeyin aslında bizim olmadığını düşünmeyiz?
Doğmak istediğimiz tarih bize sorulmaz,
Cinsiyetimiz bize sorulmaz,
Saç rengi, göz rengi, boy, endam v.s. bize sorulmaz.
Hepsinden vazgeçtim, yaşam boyu seslenişler için koyulan isim de bize sorulmaz. Yaşam benim ise neden benim istediklerim olmaz?
Anne, baba, kardeş ya da yaşadığımız yer acaba istediklerimizden midir? Kaç kişi yaşantısını 'her şey çok mükemmel, ben böyle bir yaşam istedim oldu' der ki? Dünya tüm insanların yaşamaları içinse neden tüm insanlar aynı haklara sahip olamazlar? Giyim tercihimiz, saçımızı uzatmamız veya kestirmemiz, rengini değiştirmemiz, alımlarımız, zevkimiz diye benimsediklerimiz ve bir sürü uğraşılarımız yaşamımızı biçimlendirmek için değil midir?
Sağlığımız yerinde iken neden saçma sapan bir kaza yaşamı bitirir? Yarını, hatta bir an sonrasını bilmeden yaşadığımızı niye hiç düşünmeyiz de, önümüzdeki buğuyu silmek ister gibi planlar yaparız?
İstediğimiz kadar nedenler, niçinler uzatılabilir. Ve cevap verilecebilecek sorular da vardır bunların içinde ama gerçek midir, düşünce midir? Her kişinin doğruları kendine göre ise düşünceleri de kendine doğrudur.
Yaşamı ilk sorguladığımda bir yol olarak düşündüm hep. Başı ve sonu olan bir yol.
- Bu yol senin hadi yürü !
- Nereye kadar?
- E bir sonu var tabii, oraya kadar.
- Ne kadar sürer bu yol? Sonu nerede ?
- Hele bir yürü, sonunu gelince görürsün.
- Önümü göremiyorum nasıl gideceğim?
- Her adım atışını gör, gerisi gelir.
- Zor gibi geldi ben döneyim bari.
- Dönüşü de yok bu yolun, unut onu!
Yaşamın ne yarını vardı ne de dünü. Sahip olduğumuz şey sadece yaşadığımız andı. Ben yaşadığım anı diri tutmak istercesine sahipleniyordum, biçim vermeye çalışıyor, istediğim gibi olması için çaba gösteriyordum. Yaşamım benimdi ve istediğim gibi olmalıydı.
Çok sonraları evrim değiştirdi düşüncem, yol tamam da bir de çember çıkardım kendi kendime. İçi gelişigüzel yaşamlar doldurulmuş, herkese ayrı ayrı sunulan bir çember. Bu çemberin içinde sana ait olanlarla yaşayacağın, asla kıramadığın, dışına çıkamıyacağın, içinden istemediklerini dışına atamıyacağın bir çember.
Sunulanı kabullenip iyisi de benim kötüsü de, bu benim yaşamım diyebilecek yürekliliği gösterip, çemberi kabul edersen bir o kadar kolay gibidir yaşam, bir o kadar zor olmasına karşın.
Bunlar sadece kendime ait düşündüklerimdir. Eğrisiyle, doğrusuyla yaşam benimse, düşünce de benim, der yaşamın kıyısında...

Pazar, Ocak 06, 2008

KELİME OYUNLARI- KAR

Sevgili Yıldız Yağmurlarının kelime oyununa katılmamı önerisine cevaben.


En nihayet!

Günlerdir hava tahmini yapanların geldi geliyor dedikleri kar bizlerede kendini gösterdi. Her defasının aksine süpriz yapmak istememiş gibi gece değilde günün ilk saatlerinde buluştu bizlerle. Doyumsuz bir manzaraydı yine, seyretmeyi biraz ertelemeliyim diye düşündüm. Prensesimi yuvadan almaya gidecektim, daha zaman vardı ama yolların kapanma olasılığı yuvaya yakın olan evlerine gitmem gerekliliğini gösteriyordu. Hem düşünüyor, hem hazırlanıyordum ki içimde hiç büyümeyen çocuk şöyle bir kıpırdadı. Ya devam etmesse diye geçirdim aklımdam.

" Hayallerini süslemek, anılarını tazelemek için devam ediyorum" dercesine yağıyor, her tarafı temizlemek istercesine beyaza boyuyordu.
Gökten, son buluşacakları yere kadar asla birbirlerine değmeyen o ufacık kıristallerin (dört yapraklı yoncayı arayanlar gibi) belki yolunu şaşıran birtanesi birbaşka yolunu şaşıranla çarpışırda görürüm hayaliyle yağışını seyrediyordum. Çocukluğumdan beri her kar yağışında en sevdiğim oyundu bu ama hiç yakalıyamamıştım.

Bu küçücük beyaz kelebeklerin dans edercesine süzülmeleri, sergilediği güzelliğin yanında bir o kadar acımasız olmalarını kabullenemem birtürlü, güzel ve acımasız.

Güzelliğine doyamadığımız, acımasızlığını engelliyemediğimiz DOĞA
Kar devam ediyordu;
Gelinlik giymişcesine süsleniyordu ağaçlar. Umutları vardı herbirinin, dallarındaki bu güzellik gövdesine, oradan köklerine inecek, baharla birlikte yeni filizler verecek, ailelerini genişleteceklerdi.
Kar devam ediyordu çocuklar dışarı koşmuşlardı bile. Onlar için kış oyunudur kar. Kartopu oynarken ellerinin üşüdüklerini hiç anlamazlar, kızaran kendi burunlarını göremezken arkadaşların burununa gülen, neşe içinde yerlerde yuvarlanan, kızak kaymaya hazırlanan çocuklar. Üşüdüklerinde dönebilecekleri birde sıcak yuvaları varsa keyfinemi doyulur bu beyaz serginin.
Kar ile anılarım da gelir aklıma.
Halacığımı birbaşka hatırlarım kar yağdığında.
İlk bebesini Sarıkamış'da askere gönderişini. Başından iki yanına doğru sarkan tülbentine gözünden akan küçük boncuk tanelerini silişini, içine akıttığı yaşların dışa akıttığından daha yoğun olduğunu hatırlarım. Çocuk aklımla özlem, ayrılık olarak düşünürdüm hep. Kışın, karyağışının bu özlemi niye arttırdığınıda anlamazdım ben.
Oysa SARIKAMIŞ SOĞUK VE KAR
Çok sonraları anladım halacığımın içindeki fırtınayı. Ben bebemi Sarıkamışa, soğuğa göndermemiştim ama, ilk ayrılıştı benimki de.

Geçicide olsa, günle sınırlıda olsa önümde yavrumu göremiyeceğim geceler başlamıştı, gözyaşlarımla yastığımın biryüzü ıslandığında öbür yüzünü çevirdiğim geceler ve dışarıda kar yağıyordu.

Kar güzeldir, kar beyazdır
Kimine göre neşe, kimine seyirlik keyiftir.
Camın dışındaysan eğer acımasızlığını gösterir
Umutları tüketir.

Yaşamın kıyısı böyle düşünür de yinede kar ve beyazı çok sever.

Salı, Ocak 01, 2008

CANLARIMIN CANLARINA

Bu gece yıldızları topladım tek tek, size ışık olsun istedim
Karanlıkta kalmayın diye gündoğumunu bekledim.
Bu gece yeni bir sayfa açıyor takvimler çizilmemiş, yırtılmamış, tertemiz
Dokunamadım hiçbir köşesine kirlenmesin diye size temiz devredim.
İçimdeki bu duru coşku, sizmisiniz annenizmi bilemedim.
Karmakarışık tüm duygularım, içimde bir yumaksınız çözemedim.
Ben bebeklerimi geride bıraktım, sizde arar gibiyim,
İçimdeki bu sonsuz sevgi, sizmisiniz annenizmi bilemedim.
Geçmişimi, gençliğimi, anılarımı, hatıralarımı
Size yüklemek haksızlık, ama sizsiniz geleceğim.
Yaşam denen bu yolda önümü göremiyor, geriye dönemiyorum
Kayboldum yaşadığım an içinde, size tutunuyorum.
Bana sarılışlarınız huzur, size dokunabilmek mutluluk veriyor.
Tek tek öptüğüm parmaklarınız, saçınızda gezinen nefesim,
Işıl ışıl bakan gülen gözleriniz daim olsun,
Size sevgi serilmiş bir yol verdik, gönlünüzce yürüyün bebeklerim.

Yaşamın kıyısındaki anneanneden torunlarına
01.01.2008 ilk saatlerinde unutulmamak dileğiyle bir hatıra.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...