Cuma, Aralık 30, 2011

GÜLE GÜLE 2011


Koşmayın! yavaşlayın biraz, bir yılı daha tarihe yazmamıza az kaldı. Yaşayın doyasıya bir daha dönemeyeceğiniz 2011'e ait son saatlerini.
Yeni bir yılı umutla beklerken düşünün biraz geride bırakacağımız yılıda ne umutlarla beklediğimizi, gelirken bize getirdiklerini, giderken neler bıraktığını...


Ne güzel ilkbaharı olmuştu, papatyalarla dolmuştu her taraf. Kışın kar yağmadı diye üzülürken göstermelikte olsa etrafı bembeyaza çevirmişti ya! ne süprizdi ama. Az kaldı diye üzülmemiştik bile, soğukta kalanları düşündüğümüzden...

Hani birgün denizin kenarındaki çay bahçesine oturmuş sohbet ederken, hiç ummadığınız bir dostunuza rastlamış ne kadar sevinmiştiniz! o günü düşünsenize ne güzeldi.
Bir yaş daha aldın diye hafiften sitemler ederken doğum gününde aldığın o güzel hediyeye ne heyecanlanmiştın hatırlasana.

Sen anne olmuştun ilk defa, kucağına koymuşlardı o muhteşem varlığı, hani sende evlenmiş mutlu bir yuva kurmuştun.





Aaaa sen!! gözbebeğinin düğününde nasılda gururlanmıştın.

O gün çok ağlamıştın biliyorum, gözyaşlarını topluyordun bir mendil içine sadece sana ait olsun diye, acın büyüktü, kabullenmek zordu. Zoru kabullendin sabırla... Ama biliyormusun? acılarda sevinçler gibi bizim, ızdırap bile verse unutmamak için tarih koyarsın yüreğinin en değerli köşesine.

Hatırlasana!!! Nasıl birlik olmuştuk? haksızlığa karşı, kalleşliğe karşı, doğa felaketlerine karşı. Acıları hep birlikte göğüslemiş, paylaşmıştık. Sonra gurur kaplamıştı içimizi... "Acı günde birlik olma duygusu halen yüreklerde kaybolmamış" diye ne çok sevinmiştik...





İşte ben-sen-bizler-sizler bir yılı da koşar adımlarla bitirdik.

Olmayan dileklerimizi, hayallerimizi, isteklerimizi, umutlarımızı, adaletimizi (yeni bir yıla yüklemek için) çekip aldık, geride bırakacağımız yıldan, son mahkemesi var iki gün sonra beraatini kutlayacak.

Güle güle 2011
Hepimiz sayfana mutlu gün de yazdık, acı gün de yazdık. Sonuçta hiç kimse seni unutmayacaktır...



2012 DÜNYAMIZA, BARIŞ-KARDEŞLİK-SEVGİ-SAYGI-PAYLAŞIM-HUZUR VE MUTLULUK GETİRMESİNİ DİLERİM...

TÜM DOSTLARIMIN, BLOGUMDAN GEÇEN YOLCULARIN VE TÜM DÜNYANIN YENİ YILINI EN İÇTEN DİLEKLERİMLE KUTLARIM...


Pazar, Aralık 25, 2011

YILBAŞI YADA YENİ BİR YIL




Yeni bir yıl mı? Yoksa tepe tepe, hiç acımadan kullanacağımız 365 gün mü?
Ne dersek diyelim zaman akıp gidiyor, azıcık ucundan tutmanın imkanı yok...

Yeni bir 365 gün mü? yoksa! eğlencenin doruğuna varmak için bir geceye odaklanıp mutlu hayallerle acımasızca katlettiğimiz en zavallı Aralık ayı mı?

Bize istediğimizi kolayca getirmesini düşündüğümüz, çok şey beklediğimiz yeni bir yıl mı? yoksa! planlarımızı, hayallerimizi gerçeğe dönüştürmek için çalışacağımız ve her günü kendine ait her an'ını değerlendirme çabasında olacağımız 365 gün mü?

Neyse ne!!! Yılbaşı yada yeni yıl...

Yeni bir yıla başlamak için yılbaşınının heyecanı çok güzel!
Birlikte olmak, hediye vermek, hediye almak, hatırlanmak, hatırlamak. Eğlenmek, mutlu olmak için güzelliklere göz açmak, gönül açmak. Sarılmak, sarmalanmak, iyi dilekler, temenniler... Bunlara insanoğlunun çok ihtiyacı var ve hatta bu tür özel günlerin yaşamdan, yaşanılanlardan tad almak için olması da gerekli...

Bu arada tüketim çılgınlığına hiç değinmeyeceğim, biz zaten çok zengin bir ülke olduğumuzdan bunun çok da bir önemi yok! Biz bilemeyiz; sevginin, temenilerin, dileklerin, yürekten yazılmış bir kartla, içten bir sarılmayla, severek alınan bir çiçekle, paylaşmanın huzurunu bulacağımız bir kitapla... Daha değerli olacağını. Bloglar, blog dostlarım; unutulmuş, eskiye hapsedilmiş bu güzel ufak ama çok değerli etkinliklerle yeniden yapılandırmaya çalışıyorlar, ne güzel!

Yazımızın başına dönersek; bir yılı bir geceye sığdırma düşüncemden vazgeçmiş değilim. Yeni bir yıl, gitmeye hazırlanan yılın can çekişen ayı olarak bilinen Aralık ayının son gününün son saatlerinle başlar ve yeni bir yılın ilk günü daha gün doğmadan tükenir. Sonrasında ???
Canım arkadaşım bir yazı yazmış çok hoşuma gitti:)) dediği gibi eskisini bitirdim yenisini getirin.

Yılbaşı ile karışan yeni yıl ile ilgili bir anımda vardır benim bu düşüncemi destekleyen.
Hangi yıl tam aklımda kalmış değil ama 80 li yıllardı. O yıllarda çalıştığım şirkette her yılın son günü geç vakitlere kadar çalışıp hesap kapattığımızdan bize ödül niyetine olsa gerek koktey verilirdi. Dilekler, hediyeleşme falan... Gözlerinin içine bakardım "koktey mi ne bitsede evime, çocuklarımın yanına gitsem" diye. Tüm patronların ve müdürlerin bir arada bir saat geçirmesi tabi ki güzeldi, birlik beraberlik mesajı gibi. İşte o 80 li yılların birinde Finansman Müdürü yeni yılına girme gecesini (Yılbaşını) memleketinde geçirdiğinden aramızda yoktu.
Yeni bir yılının ikinci günü döndüğünde elinde memleketine ait birer kutu cezerye paketleri ile servisimize geldi ve " hepinizin geçmiş yeni yılınızı kutlarım" dedi:))


Yinede yeni bir yılı getiren yılbaşı gecesi özeldir, güzeldir. Herkes için! ne derler? Karınca kararınca...

Dilerim yeni bir yıl tüm dünyaya barış,sevgi,kardeşlik,huzur ve aydınlık günleri beraberinde getirsin...




Cuma, Aralık 23, 2011

BEN Mİ? SADECE YEDİ MİLYARDAN BİRİYİM

Yedi maddeyle BEN!
Sevgili blog dostumuz
Mehmet Beye teşekkür ederim ve yedi maddeyle ilginç yanlarımı ve yedi gerçekle kendimi tanıtmam konusunda bir mim göndermiş.
İnsanın kendisini tanımlaması zordur, şimdi! iyi ve güzel gerçeklerimiz dururken iyi ve güzel olmayan gerçeklerimizi yazmayacağımıza göre:)
Zaten iyi olmayan gerçeklerimizi ne zaman görmüşüz ki!!!
Bizim kendimiz için bildiğimiz gerçeklerimiz hep doğrudur:))

Daha önce iki sefer bu mim dolaşmıştı ve banada değmişti, şimdi o yazılarımdan biraz kopya biraz ilave ile kendim hakkında gerçekleri yazarak blog dostuma vazifemi yerine getireceğim.

1- Tipik bir oğlan burcuyum ve hemen hemen tüm özelliklerini taşırım. Yanlız asla inatçı biri değilimdir. Kim olursa olsun, beyaza siyah dese " sanırım beyaz" derim, yok karşımdaki "hayır siyah" dese asla itiraz etmeden "tamam siyah" derim. Kendisinin yanılgısını anlamasını tercih ederim.

2- Ben hiç bir canlıyı üzemem, kıramam ve asla eziyet edemem. Sözlerime öyle dikkat ederim ki, konuşmakta bocalarım. Ve hatta cansız varlıkları bile, gerek ev eşyası, gerek giysileri bile sever okşar, oradan oraya atamam. Bir örümcek bile görsem severek elime alır ait olduğu yere bırakırım. En büyük fobim faredir, çok korkarım ve tiksinirim, yolda ölüsüne rastlasam yolumu değiştirir ama yine de çok üzülürüm. Yolda ayak altında öldü diye. Kavgayı bilmem, zaten edememde, pısırık ve aynı zamanda da akıllı geçinen aptalımdır.

3- En zayıf tarafım çocuklardır. Ne için ağlarlarsa ağlasınlar onlarla birlikte ağlarım, seyretmeye doyamam daha hiç bir kire bulaşmamış masum yüzlerini ve çok iyi anlaşırım sokakta bile rastladığım hiç tanımadığım çocuklarla. Bana göre canlı varlıklarda çocukların ayrı bir yeri vardır. Çocuklar 10-12 yaşına kadar melek sonrasında insan olduğunu düşünürüm.

4- Eğri-yamuk-kaymış-sırası bozulmuş hiç bir şeye tahammülüm yoktur. Simetrik olmalıdır herşey. Nerede olursa olsun düzeltmek için elim gider. Çok yorgun olsam bile oturduğum yerden kalkar, gözüme takılan milimlik eğriliği düzeltirim. Komşu kapısı paspasların benden çektiği çoktur da sokağımızdaki park eden arabalara bir şey yapamıyorum.

5- Uykum gelse bile (genelde kolay gelmez.) uyumamak için mücaadele veririm. Uykunun yaşamdan çalınan zaman olduğunu düşünürüm. Ne kadar az uyursam o kadar çok yaşadığımı ve bir o kadar da zaman tasarrufu yaptığımı kendime inandırmaya çalışırım.

6- Diplere, köşelere, hemen kalkamayacağım yerlerde oturamam. Her an kalkacak gibi uçlara oturur, hareket halinde olmayı tercih ederim. Kapalı yerleride hiç sevmem, sokak kapısı hariç kapalı kapılar beni çok rahatsız eder, heran havayla temas halinde olmayı tercih ederim.

7- Sabır benden korkar, ismine leke getiricem diye:) bendeki sabrın ne sonu var nede sonu gelecek gibi. Hoşgörüm ise karşımdakilerini bezdirecek aşamasına gelmiş durumda ve her zaman tüm olumsuzluklarda kendimi sınarım ve karşımdakinin durumunu "acaba" larla yok etmeye çalışırım. (Bu madde en acı hiç sevmediğim ama gerçekten hiç sevmediğim gerçeklerim de! elimde değil can çıkmayınca huy çıkmazmış.)



Geldiniz, okudunuz ve beni tanır gibi oldunuz. Şimdi sıra sizde, yazın bende sizlerin gerçeklerini okuyayım:)
Sevgilerimle...

Cumartesi, Aralık 17, 2011

UNUTMAMAK İÇİN GÖRMEK GEREK


Şipşirin, ufacık bir kız çocuğuydu,annesinin (tahminim) elinden tutmuş gitmeye direnir halde önümden yürüyorlardı. Biraz yaklaştığımda annesinin "olmaz, göremezsin, hayır" diyerek yürümesini istercesine elinden sıkıca tutarak inadını kırmaya çalışıyordu. Tam yanlarına geldiğimde şirin meleğin "ama görmem gerek, unutmamak için görmem gerek" dediğini duydum. Gülümseyerek baktım kafasını kaldırıp bana doğru bakan simsiyah bir çift göze ve yoluma devam ettim...
Ah çocuklar aah! bunlar çağın çocukları, öyle laflar ediyorlar ki içine düşüyorsun, sonrada çık çıkabilirsen.

"Unutmamak için görmek gerek." Yaşadığımız sürece o kadar çok şey görüyoruzki, unutmamak için gördüklerimiz nelerdi? diye düşünmeden edemedim yoluma devam ederken ve tabi küçük meleğin bana hatırlattığı benim meleklerim geldi aklıma, yavrularım, canlarım. Yıllarımızı geçirmiştik-geçiriyoruz birlikte, ne unutulmaz günlerimiz, gecelerimiz, an'larımız, anılarımız var saymakla bitmez, bitmezde yaşanan günlerin hepsi hatırlanmasa bile hatırlananlar bile bazen silik bir anı olarak kalırlar. Ama öyle anılar vardır ki işte onlar unutulmamak için görmek gerekenlerdir.


Yavrularım; bebeklikten çocukluğa geçtikten genç kızlığa adım atışları arası, yani tüm çocukluk yıllarını her çocuğa nasip olmayan bahçe içinde iki katlı bir evde geçirdiler.

Bu ev; çıkmaz bir yokuşun sonunda, yüksek duvarların üzerine kurulu,

Boğazın mavi suları karşısındaki yemyeşil bahçesinde meyve (ceviz,nar,ayva,dut,üzüm,kiraz,kızılcık,hurma,eriğin bütün türleri) ağaçları, rengarenk (gül,nergis,lale,leylak,ortanca,hanımeli,karanfil,akasya,gelincik) çiçekleri, bülbülleri, böcekleri, dost (köpek,kediler,kaplumbağa,kirpi) hayvanları ile bütünleşen doğanın tam ortasında iki katlı bir evdi.


Babaneye teslim edildiğinde beş yaşındaydı küçük yavrum. Sabah götürüp akşam alınamayacak uzaklıkta olmasından haftalık teslimdi bu. Pazartesi sabahı teslim edip Cuma akşamları alıp eve geliyorduk, çaresizliğin zorluğu yavruma düşmüştü kabullenmek. Hiç aksatmadan gidip gelmelerimiz bir gün geldi aksadı. Yıl sonu iş yoğunluğu babayı ve beni Cuma akşamı gitmemizi engelledi. C.tesi sabahı ilk işimiz yavrumu almaya gitmekti, gittiğimizde ağlamaklı bir yüzle sarıldı ve "bugün oldu gelmediniz, niye bugün gelmediniz" diyerek baş parmağını gösteriyordu.
Sonradan çözdüğümüz parmak olayı bizi hem güldürdü hem de yüreğimizi çok sızlattı. Meğer yavrum Pazartesinden başlayarak bir elinin parmaklarını tek tek içe kapatıp gün hesabı yapar, beşinci parmağına sıra geldiğinde bizi beklermiş.

Karşımızda oturan baba yarım halamın oğlu abim ile anne yarım yengem, büyük kızımın bakımını 3.5 yaşından bu yana üstlenmişlerdi. Birinci sınıfa giden yavrum okuluna, babaneye giden küçük yavrum okula ay sayarak geçirilen bir kışın üzerine, okulların kapanışına yakın, biz kocaman büyüklere iki küçücük miniklerden "biz artık evde yanlız kalmak istiyoruz" teklifi geldi. Şaşırmış,üzülmüş,sevinmiş,düşünmüştük.
"ben yanlız bile kalır ablamı bekler, okuldan gelincede ona bakarım" demişti küçücük bebeğim benim.

Okulların kapanmasına bir hafta kala bıraktık!!! evet bıraktık. Caresizlik mi? Güven mi? Cahillik mi? bilmiyorum ama şimdi olsa asla böyle birşeye razı olmam,olmayız. Gerçi tam karşımızda oturan büyüklerimiz ve çok değerli, beni doğduğum günden beri tanıyan komşularımızın güvenine sığınmamız da bu durumda çok önemliydi.

Evde geçirdikleri ilk günü unutmam mümkün değil, çalışırken bir elimde kalem bir elimde telefon vardı, nasıl akşam olmuştu o gün nasıl!!! Akşam eve geldiğimizde bir de süprizleri vardı , mutfağa girdiğimde bir süzgeç içinde birbirine yapışmış ve kalıp şekline dönüşmüş bir makarna bekliyordu bizi. Tabiri caizse aklım başımdam gitmişti, ocak,kaynar su, küçücük ellere koca tencere (akıllı yavrularım benim) of ooof.

Hayatımızda yediğimiz en güzel makarnaydı ama. Daha sonrasında büyük bir süpriz daha bekliyordu beni (dolap ve çekmecelerim her zaman çok intizamlıdır, vaktimin darlığı bile beni bu düzenden alakoyamaz) evde ne kadar çekmece ve dolap varsa ki buna mutfak dolapları ve buzdolabı da dahil altı üstüne gelmişti "ne bu, ne oldu buralara" diye sorduğumda içimi sıkıştıran, boğazımı düğümleyen bir cevap geldi.
"Ben bu evde olmadığım için nerede ne var hiç bilmiyorum, öğrenmek için baktım diyen küçük kızıma ağlayarak sarıldım.


İki minik kız kardeş, iki büyük gibi yaz boyunca evde yanlız kaldılar, alıştılar,alıştırdılar. Kış gelince okula gittiler, babalarının sabahtan hazırlayıp bıraktığı sobayı bir kibriyle tutuşturup sönmemesi için odun takviyesi yaptılar, odalarının camını buzlu cama dönmüş şekilde sildiler, okul dönüşü masa üstünde hazırlanan yemeklerini ısıtıp yediler, ödevlerini yaptılar ve hayata hazırlandılar.

Önceleri okula götürüp bırakırken işe bir saat geç gitmemin çözümünü yine onlar buldular.
"Biz okula yanlız gidebiliriz artık"
Sabahları kahvaltı sonrası giydirip saçlarını tarıyordum ve işime gidiyordum, onlarda saatleri gelince kapıyı kilitleyip okullarına gidiyorlardı. Yavrularıma yokuşun bitimine kadar minnoş (kedileri) eşlik ediyordu, "hadi dön minnoş" dediklerinde minnoş bahçeye dönüyordu.
Bir anahtar sahibiydi yavrularım, tabi bu arada kaybolan anahtarın ve koşa koşa işten yeniden yaptırılmış anahtarlarla gelmemin sayısını hatırlamıyorum.

O bahçede, çaresizliğin ortasında sadece sevgiye dayanarak geçen güzel günlerin, yılların anıları bununla biter mi? Daha yazılacak onca güzel günler varken.
Ama çok yoruldum, yorulan parmaklarım değil de yüreğim. Anıların içinde kaybolurken, içinden çekip çıkardıklarıma isyan eden anıların kavgası yordu yüreğimi.

Bu mu acaba? unutmamak için görmek gerekenler.




Perşembe, Aralık 08, 2011

ÇİN AŞURESİ




Aşuremizi yaptık, dualarını okuduk, yerlerine ulaştırdık eh birazda ucundan tatdık. Yani şimdilik, dahası sonra çoluk-çocuk-torun-torba hep birlikte yemeğe devam. Aslında ben aşureyi ılık severim onun için kaptım bir tane akşam yemeği niyetine.

Madem aşuremizi yaptık, bari yazalım dedik. İyi de aşureyle ilgili çok önemli anımız yok ki! ne yazalım. Yerde kiprit çöpü bulsam anısı çıkar karşıma da ama zamanı gelince yapmaktan başka aşureyle ilgili hiç önemli bir anım yok.
Burasını ileride torunlarım okur da geçmişlerinden bir parça bulur diye yazmaya başlamadık mı? Demezler mi? ileride eeee anane aşure yapmışsın her yılki gibi günün birinde, bunu niye yazdın şimdi???

Evet efendim aşuremizi yaptık, yaptık da yazmaya ne gerek derken Tontişim-meleğim-canımıniçi-kuzumun kuzusu duydu içimden geçenleri, al anane sana bir anı, şimdi yazarsın sonra da ben okurum dercesine her zamanki parlak zekasını koydu önüme.

(Çok da güzel kek yapar tontişim)


- Anne, bugün okulda Çin yemeği verdiler.
- Neymiş oğlum o Çin yemeği? nasıl birşey?


- Çin yemeği işte.
- İçinde neler var?
- Üstünde narları olan içinde bir sürü......:))

Canım benim, geçen yıldan beri unutmuş aşureyi, hemde sevmediğini. Çocuk hayalleri ne kadar geniş oluyor, Çin'e kadar gitmiş, bulmuş kendince bir isim.



Aşureyi nedense yılda bir kez yapıyoruz, aklımıza (işimize) gelmediğinden zahir. Oysa ne bereketlidir ve içinde bağışıklık sistemimize yardımcı her türlü besinler varken.
Tatlı niyetine, yemek niyetine, kilo niyetine:))

Bütün evlerde bütün sofraların bereketli olması dileğimle sevgiler...


Aşure nasıl pişirilir? tarifi aşağıdadır:))

Kullanılan malzeme:
3 tencere
1 Clipso
3 büyük kase
2 tabak
2 süzgeç
1 Kepçe
2 tahta kaşık
1 rende
1 havan
1 çay süzgeci

Yapılışı:
Önce tüm malzemeleri kirletilip,
ortalığı yangın yerine çevirilip,
sonrasında oflaya puflaya temizlenir.


Pazar, Aralık 04, 2011

SENİ ÇOK SEVİYORUM








Tam önümüzden geçen, çivi topuk diye tabir ettiğimiz yüksek ökçeli ayakkabısıyla şık bir bayanın arkasından uzun uzun baktı. Bakışları giysiden ziyade yüksek ökçeli ayakkabılardaydı, gözlerinin buğulandığını farkettim elini sıktım "burdayım dercesine."
Bir yakınımızın nikah törenindeydik ve protokol gereği en ön sıradaydık, yer bulma telaşıyla önümüzden geçenleri "bu kim, bu yabancı erkek tarafı herhalde, çok şık" gibi söylemlerle merasimin başlamasına kadar gülerek vakit geçiriyorduk... ta ki duraksadığı o ana kadar.
Yavaşca eğildi kulağıma " her şey çok içimde kaldı kalmasına ama bir kere olsun böyle bir ayakkabı giyememek var ya! işte canımı en çok bu acıtıyor" dedi. İçime bir yumruk oturdu derler ya, işte benimde içimde en acısından bir yumruk oluştu. Hiç böyle bir şey aklıma gelmezdi, boğazımdaki düğümlerden zor nefes alarak "amaaaan boşver ne yapalım bende sırma gibi belime kadar uzun saçlara sahip olmak isterdim ama omuzlarımdan aşağı hiç indiğini görmedim" dedim ve ona sıkıca sarıldım. Tabi aynı şey değildi, bunu o da ben de çok iyi biliyorduk.
Oysa ısmarlama özel ayakkabısını almaya gittiğimizde ne kadar mutluydu, "yeni cicilerimin rengide deriside eskisinden daha güzel hem de daha hafif, bir öncekiler daha ağır taşıması zor oluyor" diyerek kullanmak zorunda olduğu özel ayakkabısının sevincini paylaşıyordu.
Bir yıla yaklaştı bu konuşmanın üzerinden geçen zaman ama benim içimde halen acısı taptaze. Belki hiç böyle bir şey düşünmediğimden bir taşa çarpmış tökezlenmiş gibi her telefon konuşmamızda yada onu gittiğimde söylediği bu sözlerin acısı boğazımı çok yakıyor. Sanırım son nefesime kadar da acısını unutamayacağım.


Biz onu öyle tanıdık öyle sevdik, bizim için o doğal, olduğu gibi. Bize ayrıcalıklı gelen bir durumu yok, tek bildiğimiz, zaman zaman yardıma ihtiyacı olduğu. Hem o evimizin, ailemizin en özel bireyiydi, gidenlerden geri kalanlar için o halen en özel birey. O bizim kardeşimiz ve benim tek kız kardeşim. Seni çok seviyorum canım....

Ağabeyim ve ben evde ebe ile dünyaya gelmişiz. Doğum zamanı geldiği halde inatla dünyaya gelmemek için direnen ben ve benden sonra ölü doğan bir kız bebeğin ardından yeni bir bebek bekleyen annem artık evde değil hastahanede doğum yapmak istemiş. Ve kız kardeşim Süleymaniye Doğum Evinde, kısa bir süre sonra kaderinin ona acı bir oyun oynayacağını bilemeden dünyaya gözlerini açmış.

Onu annemin kollarından ateşler içinde almışlar, hastahaneden aldığı enfeksiyonla hastalanan kardeşimin tedavisi yapılırken bir hemşire tarafından küçücük bedene kalçadan yapılan iğnenin kaslarına isabet etmesinin sonucunda bir ömür boyu bedeninde taşıyacağı engelle ve bir ömür boyu ruhunda taşıyacağı yarayla yaşama merhaba demiş.


3 Aralık dünya engelliler günü kutlamaları, etkinlikleri gün boyu devam etti. Oysa onların kutlamalara, kutlama mesajlarına, etkinliklere ihtiyacı yok. Bu gün kutlama için değil de onların hakları, kazanımları ve yaşam standartlarının geliştirilmesi açısından dikkat çekilmesi ve bu dünyada onlarında var olduğunu toplum bilincine yerleşmesi için var.

Gördüğümüz her engelli kazanılması gereken bir bireydir. Onlar sadece ellerinde olamayan sebeplerden dolayı yaşamın acımasız kurallarına karşı yaşama savaşı vermekteler. Onlara acıyarak değil yaşamlarını kolaylaştıracak dost elimizi uzatarak yardım edebiliriz.

Bir gün bizim de sakat kalabileceğimizi aklımızdan çıkarmadan, onlara yardımcı olalım.
Yaşadığımız sürece hepimiz birer engelli adayıyız.

Hepinize kazasız ve sağlıklı günler, mutlu bir ömür diliyorum.




Perşembe, Kasım 24, 2011

GÜZEL BİR DÜNYA İÇİN ELELE

Sizler yani yeni Türkiye’nin genç evlatları!
Yorulsanız dahi beni takip edeceksi...niz…
Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler,asla ve asla yorulmazlar.
Türk Gençliği gayeye,bizim yüksek ideallerimize durmadan,yorulmadan yürüyecektir.
BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Fotoğrafdaki benim ilkokul öğretmenim, internetten buldum biraz önce ve çok sevindim. Benden bir dönem öncesi öğrencileri ile. MEDİHA KIRAN, nurlar içinde yat öğretmenim, bana öğrettiğin her bilgiyi gururla taşıyorum...



Tüm öğretmen çok değerlidir ama ilkokul öğretmeninin yeri çok, çok ayrıdır. Annenin sıcak kucağından ayrıldığında sıcak bir öğretmen kucağı bulmak çocuklar için gelecekteki başarılarının temelidir.
Onlara çok şey borçluyuz, bu borcu karşılıksız bırakmamak için aldığımız eğitimi ışığa çevirmekle çevremizi aydınlatmaktır.

Benim ilkokul öğretmenim tüm öğretmenler gibi çok değerli bir eğitmendi, küçücük sıralarımıza, yanımıza oturup kirlenen elimizi, yüzümüzü cebinden çıkardığı poplin mendillerle silecek kadar da müşfik... Ne çok mendil taşırdı önlüğünün cebinde, o zamanlar bunun farkında değildik ama daha sonraları aklımız erdiğinde sebebini öğrenmiştik.


Siyah veya beyaz önlük giyerdi bizim öğretmenlerimiz ve siyah alçak topuklu ayakkabılar...
Onları müsamere günlerinde şık giyimleriyle görmek şaşırtırdı bizleri. Okulumuzun koskoca salonunda ve bahçesinde müsamere günleri, resmi bayramlar çocukların ve öğretmenlerin rengarenk kıyafetleri diğer günlerdeki siyah-beyazlığı alıp götürürdü...
İlkokul ve beş yıl, çok kısa geçen, yaşamımın en güzel zamanı, en güzel öğrencilik yıllarım...



24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ
BAŞÖĞRETMENİMİZ ATATÜRK'ÜN YOLUNDA YÜRÜYEREK KARANLIKLARA IŞIK
TUTAN EĞİTİM GÖNÜLLÜSÜ ÖĞRETMEN ORDUSUNA KUTLU OLSUN...


Pazar, Kasım 20, 2011

BUGÜN ONLARIN HAKLARININ VERİLDİĞİ GÜN

BU BİR BASIN BİLDİRİSİDİR-DUYURALIM,ÇOĞALALIM





DEPREM BÖLGESİNDEKİ 300.000 ÇOCUĞUN YAŞAMI RİSK ALTINDA


Van-Erciş Bölgesindeki çocukların yaşamını korumak için herkesi ivedilikle harekete geçmeye çağırıyoruz!


Van Erciş bölgesinde 23 Ekim’de meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin yıkımının ardından kış koşulları da bölgede yaşamı zorlaştırmaya devam ediyor. 2309 binanın yıkıldığı, 11847 binanın ağır hasarlı, 17923 binanın orta hasarlı olduğu bölgede süregiden 5 ve üzeri büyüklükteki artçı depremler sebebiyle bölge halkı yaşamını dışarda, edinebiliyorlarsa çadırlarda yoksa derme çatma barakalarda geçirmeye çalışıyor. Bir milyonu geçen bölge nüfusuna rağmen devlet tarafından kurulan çadırkent, mevlana kent, konteryner kentlerde barınan nüfusun toplamı yirmi bini geçmiyor.

Kar yağışının başlaması ile barınmaya ilişkin sorunlar had safaya ulaştı. İmkanı bulunanların yanında ve devlet olanakları ile bölgeden hızlı bir göç yaşanıyor. Ancak halen bölgede 600.000’den fazla insanın depremin ve kışın etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.

Her zaman olduğu gibi bu afette de çocuklar öncelikle ve daha fazla zarar görüyor. Depremin etkilediği bölgede göçün ardından geride kalan 300.000 çocuk bulunduğu tahmin ediliyor. Yoğun kar yağışının başladığı 11 Kasım tarihi ardından -15 dereceleri bulan soğuk hava ile birlikte ilk üç günde 300 çocuğun zature teşhisi ile hastanalerde tedavi altına aldındığı bildiriliyor. Basına yansıyan bu rakamın çok daha ötesinde sayıda çocuğun soğuk kaynaklı hastalıklarla yüzyüze olduğu tahmin ediliyor. Şimdiye kadar resmi rakamlarla Erciş'in Çelebibağ Beldesinde 1 çocuk donarak, önceki gün ise Van’ın Karpuzalan köyünde çadırda çıkan yangında 6 ve 12 yaşlarında iki çocuk yaşamını yitirdi, iki çocuk ağır yaralandı. Tedbir alınmadığı taktirde, çocuk ölümlerinin devam etmesinden endişe ediyoruz.

Türkiye 2011 yılında, 20 Kasım Çocuk hakları Günü’nü bu kara tablo ile karşılıyor. Bölgedeki 300.000 çocuğun yaşamı ciddi risk altında. Koordinasyondan uzak, dağınık, işlevsiz, mağduriyeti arttıran çalışmalar ve göstermelik önlemler ile deprem bölgesi dışındaki toplum kesimlerini ikna çabası bir yana bırakılıp durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Daha fazla gecikmeden çocukların yaşamını koruyacak etkin önlemler alınmalıdır.


Bu çerçevede:

- Her türlü iç ve dış olanaklar bir ön önce bu amaç doğrultusunda seferber edilmeli, bölge sivil toplumun, ulusal ve uluslararası yardım kurumlarının etkinliklerine açılmalıdır.


- Yardım dağıtımları düzenli olarak ve çadırkentlerde olmasalar dahi tüm ihtiyaç sahiplerini kapsayacak şekilde yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin yardıma değil yardımın ihtiyaç sahibine ulaştığı bir sisteme geçilmelidir.


- Devlet bölge halkına tam olarak ulaşamamaktadır. Bölgede sosyal hizmet altyapısı yoktur. Çocukların durumunun tespiti ve yerinde destek verilebilmesi için sosyal hizmet altyapısı hızla kurulmalıdır. Bu hizmetin sağlanması için ulusal ve uluslararası sivil toplumdan gelen destek talepleri hızla değerlendirilmeli ve sonuçlandırılmalıdır.


- Sivil toplum örgütleri için işletilen “akreditasyon” sistemi bölgede çalışma konusunda izin almayı haftalara yayan bir bürokrasiye dönüşmüştür. Akreditasyon ile ilgili kalıcı muattap belirlenmeli ve süreç tüm sivil toplum kuruluşları için açık, adil ve hızlı bir şekilde işletilmelidir.


- Kızılay çadırları yerine biran önce kış koşullarına uygun konteynerler, pünomatik ve/veya prefabrik yapılar kurulmalıdır. Bu yapıların sayıları sembolik olmaktan çıkarılmalıdır.


- Çadırkentte yaşamak yardım almanın şartı olmaktan çıkarılmalıdır. Evlerinin bahçelerinde ya da civarında barınmak zorunda olan ailelere de koşulsuz, yerinde, geçici barınak, gıda ve sağlık desteği verilmelidir.


1995’ten bu yana BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin tarafı olan Türkiye sözleşmenin 6. Maddesinde belirtildiği üzere öncelikle çocukların yaşam hakkını korumakla yükümlüdür.

Bu yükümlülüğün ve bölgedeki durumun gereği tüm kamuoyunu, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşları İVEDİLİKLE, bölgedeki çocukların yaşamını korumak için harekete geçmeye çağırıyoruz.


BASININ SAYGIDEĞER EMEKÇİLERİNE DUYRULUR

Gündem: Çocuk!, her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan bir sivil toplum örgütüdür. Çalışmalarını çocuk hakları alanında yaşanan sorunların temelindeki paradigmanın değişmesi, savunuculuk, ağ çalışmaları ve katılım programları altında, öncelikli çalışma arkadaşları olan çocuklarla birlikte sürdürür.




Gündem:Çocuk!


Çocuk hakları, Tanıtma,Yaygınlaştırma,Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği
Tunalı Hilmi Caddesi No:54/8


Kavaklıdere/ANKARA


Tel/Faks 0312 437 76 41



http://www.gundemcocuk.org/ - info@gundemcocuk.org



Perşembe, Kasım 10, 2011

SONSUZA DEK...




UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ



BİZE MİRASIN EN DEĞERLİ ESERİN CUMHURİYETİN ASKERLERİYİZ, RAHAT UYU...

Salı, Kasım 08, 2011

KEŞKE KENDİNİ BIRAKIP GİDEBİLSE İNSAN




Ben bir şey yazmıyorum, koca usta herşeyi benim yerime anlatıyor...



GİTMEK

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok..
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.
"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.



CAN YÜCEL


Cumartesi, Kasım 05, 2011

BAYRAMLIK...





BAYRAMLIK

Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış
CAN YÜCEL


Bayramlar berekettir, umuttur, özlemdir, barıştır.

Çok sevgili
dostlarımın, yolu blogumdan geçerken uğrayanların ve tüm islam aleminin, birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik ve dostluğumuzu, barış içinde ve en sıcak şekilde hissedeceğimiz mübarek Kurban Bayramınızı kutlarım.

İyi bayramlar....







Perşembe, Kasım 03, 2011

MUTSUZMUYUM?






Çocukluğumda çok oyuncağım olmamıştı, o zamanlar hiçbir çocuğun çok oyuncağı yoktu zaten. Topaç, çember, misket, hulahop, lastik top, bebek.
Rengarenk, çeşit çeşit oyuncakları olmayan mutlu çocuklardık bizler...

İki tane bebeğim vardı, çıplak, giyimleri bana ait. Küçücüktüler, avuç içine sığacak kadar küçük, kolları bacakları çıkarılıp takılabilen, yumuşacık.
Ben sakin, sessiz bir çocuktum konuşmayı fazla sevmeyen, elime ne alırsam saatlerce oyalanabilen, bana sorulan beş soruyu birleştirip bir kerede cevap veren, kimsenin dünyasına karışmadan kendi dünyamda yaşamayı bilen. İşte benim en çok mutlu olduğum zamanlardaki dünyam o küçücük iki bebekti...

Annem dikiş dikerdi, herşeyimizi. Gecelik, pijama, elbise, perde, divan örtüsü yastık, çarşaf gibi bugün hazır satımı olan herşeyi. Makinesinin yanına astığı bir bez torbası vardı içinde artık kumaşları toplayan. Bana bebeklerimi giydirmek için ne gerekliyse orada bulabiliyordum. Önceleri bez parçacıklarını katlayıp yorgan, yastık, yatak yapardım. Babamın oyarak yaptığı tahta kutunun karyola düşüncesine dönüşmüş halinin içinde geçerdi zaman, bebeklerimi yatırıp kaldırmakla, bez parçacıklarına sarıp sarmalamakla. Bana ait iki bebekti onlar, itirazları olmayan, her yaptığıma çaresizce katlanan, yatırınca yatan kaldırınca kalkan. Onlar dünyadan habersiz benimse dünyadan tek haberim onlar...

Daha sonraları iğne, iplik, makas girdi pez parçacıklarının yanına. Artık bebeklerimi bez parçacıklarına sarmıyor, çeşit çeşit giysi dikiyordum. Beni üzen ne olursa olsun her üzüldüğümde onlara sığınarak, görmeden, duymadan, hissetmemeye çalışarak rengaren kumaşların birleştiği küçücük elbiseler diker diker dikerdim. Daha sonrada küçücük kollarımdan dışarı yarısından fazlası taşan şişler ve artmış yünlerle örmek ve dikmek dünyasının içinde buldum kendimi.

Zor oluyordu küçücük bebekleri giydirmek, küçücük bedenlerine giysi dikmek. Kollarını-bacaklarını çıkarmadan hiçbir giysi provası olmuyor giydirip soyunmuyordu ama benimde yapacak başka işim yoktu, bana verdikleri mutlu dünya karşılığında mutluluğu zamana yaymaktan başka...


Büyüdüm, çok büyüdüm, çok çok büyüdüm ve yılların bana unutturamadığı iki küçük bebek zaman zaman içimi yakarcasına düşerdi aklıma. Onları aradığımda, onlarla birlikte onların dünyasında kaybolmak istediğimde ve her aklıma içimi yakarcasına düştüğünde anlardım ki mutsuzdum!

Son günlerde ben yine bebeklerimi arıyorum, görmeden, duymadan hissizleşerek onların dünyasına girip kumaş parçacıklarının içinde kaybolmak istiyorum. Dış dünyaya kapanıp kendimle kalmak istiyorum.

Acaba mutsuzmuyum???




Fotoğraf:
aytaccrafts parmakbebekler blogundan alıntıdır...

Cumartesi, Ekim 29, 2011

ÖZGÜRLÜĞÜN ADI CUMHURİYET


Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.



CUMHURİYET BAYRAMIMIZ TÜM ULUSUMUZA KUTLU OLSUN, SONSUZA KADAR KUTLANMAK DİLEĞİYLE

Cuma, Ekim 28, 2011

DEPREM GERÇEĞİ







Türkiyenin korkunç gerçeği,doğal afeti,kaçınılmazımız,habersiz bir gece yatağımıza kadar girebilen, savunmasızları ansızın yerle bir eden DEPREM!

Son yaşanılan Van depreminin ardından gazeteler,köşe yazarları,bilim adamları, herkes yazdı-çizdi. Görsel medya aynı kareleri döne döne ekrana getirdi. Yeni yeni öyküler yazıldı, insanların acılarını reytingler uğruna araya sıkıştırılan imgelerle naklettirdiler. Gerçekten acıydı yaşananlar, çok acıydı ama acı çekenlerin dışında bilmem kaç gün sonra güncelliğini yitirecek bu acıdan nemalananlar yeni nemalara kapılıp bu acıyada birer nokta koyacaklar.
Bizler ise 12 yıl evvel seyrettiğimiz bir filmi başa sarıp yeniden izler gibiyiz. Ne bir eksik ne bir fazla aynı acı,aynı şaşkınlık,aynı söylemler, aynı kargaşa aynı aynı...

Ben ne yazarım ne çizerim ne de bilim adamıyım, aklım da fazla ermez ama yinede aklıma takılanları yazmak istedim.

Gölcük depremi aslında geliyorum dedi, tüm depremler gibi saatini söylemeden ama zamanının geldiğini söyledi. Öncesinde Kocaeli yerel televizyonları bu konu üzerinde konuşma yaptılar, sivil savunma kuruluşları sokaklarda el ilanı dağıttı, belediyeler uyarıldı, vatandaşların kulağına fısıldandı.
Orada yaşamadığım için bunları daha sonra onlar için Şekerpınarda yaptırılan deprem konutlarına taşınanlardan öğrendim. ''Çaremiz yoktu, evimizdi, barınağımızdı, biz aslında baktırmıştık'' gibi itiraflarını da dinledim. İki battaniye, iki yatak, bir piknik tüpüydü sahip oldukları.

Sonuç ortadaydı, bilanço çooook çok ağırdı, o gece yaşadığım 45 saniyeyi asla unutamayacağım ki! inşallah da unutmam.

Yerle bir olan binlerce bina içerisinde barındırdıklarını toprağa,denize gömdü. Yaşayanlar ise korkunç bir travma altına girdiler. Aileler dağıldı, yuvalar yok oldu.
İnşaatı harç ve tuğladan ibaret görenlerin bedeliydi yaşananlar.

Sonrasında işte hepimizin bildiği gibi yardımlar, toplanan paralar, hastaların ilk yardım bakımı, prefabrik konutlar ve artık bizden bu kadar siz tamamlayınlar...

Bugün de Van

Bir emekli öğretmen arkadaşımdan dinlemiştim eski Van'ı, yemyeşil ovaların ve binbir çeşit meyve ağaçlarının tek katlı kerpiç evlerinle bütünleştiğinin güzelliğini anlatmıştı. İçmeye doyulmayan sularını, berrak gölünü. Okuldaki çocuklarını anlatırdı dil takıntısına güle güle öğrenme mücaadelesi veren ışıl ışıl gözleri. Daha sonraki yıllarda kendinle aynı kaderi paylaşan öğretmen yeğenini ziyarete gittiğinde Van'ı tanıyamadığını söyledi. ''Kar hırsı ve hiç bir ilacı olmayan betonlaşma hastalığı Van'a da bulaşmış'' dedi.

Van veya Kütahya veya Elazığ veya Dinar Veya İstanbul... Deprem gerçeği Türkiyenin gerçeği.


Eeee peki böyle bir gerçeğimiz varsa ki! var

Bu gerçeği görmemiz için illa deprem olması mı gerek?
Neden toprağın kaldıramayacağı binaların dikilmesine göz yumuyoruz?
Niye yaptığımız derme çatma gecekonduların üzerine çocuklarımıza kat çıkıyoruz?
Bizim bunca sorunumuz varken niye duble yolların kavgasını yapıyoruz?
Çok seyredilen dizilerin arasında iki satır deprem gerçeğini neden hatırlatmıyoruz?
Madem bir şehri yeniden kurabilecek yardım toplayabiliyoruz da bunu neden depremden önce yapmıyoruz?
Yardım toplamak, binaları yeniden yapılandırmak için Yunusların, Serhatların cansız bedenlerini çiğnemek mi gerek?


Birlik, beraberlik kurabiliyorsak bunun için illa bir felaket olmasımı gerek?
Bizim tüm duygularımızı, gözyaşlarımızı,acılarımızı,sevinçlerimizi,isyanlarımızı yöneten en büyük patron görsel medya neden daha çok yeni olan Kütahya depreminin sonuçlarını görmek için görselliğini kullanmıyor?


Bu saate benim aklıma bu kadarı geldi, bu sorular o kadar çoğaltılabilinir ki!

Depremle birlikte ortaya çıkan bir sürü gerçek de bir süre sonra nedense unutuluyor. Bilim adamları avaz avaz bağırıyor, biz onları deprem olduğunda dinliyoruz. Sivil toplum kuruluşları bu felaketlerde can damarımız oluyor ama nedense onlar da depremin acısı geçince unutuluyor. Akut gibi çok değerli arama kurtarma kuruluşları kendi imkanlarınla ayakta durmaya çalışırken onlara yardım etmeği hiç aklımıza getirmiyoruz...

Bugün Van depreminden kurtulan kardeşlerimiz korkunç acı içinde, aç,açık ve soğukla yaşam savaşı verirken bir yandan da kaybettiklerinin acısınla yanıyorlar.


Çadırlara, yardım konvoylarına tabiri caizse söylendiği gibi saldırmaları o kadar doğal ki! bunu o acıyı yaşamayanların bilmeleri imkansız. Bu yıkımın ardından ruhsal dengesini yitirmemiş kimsenin olacağını düşünülmez.


İşte buda deprem sonrasının en acı gerçeği; iletişimsizlik, plansızlık, vurdum duymazlık, beceriksizlik...

Ne yazık ki!!! önümüzde bir de İstanbul depremi var, yıkımın korkuçluğu asıl burada. Onmilyonu geçmiş bir nüfus ve çarpık yapılaşmasıyla. Düşünmesi bile hafızaya sığmaz. Gölcük depremi sonrasında Güneri Civaoğlu bir haber sonrası ağzından kaçırdı, yok etmeye,kapamaya çalıştılar ama olan olmuş ortaya çıkmıştı bir kere. Bilim adamları günlerce tartışmıştı, zaten tüm deprem uzmanlarını bu sayede tanıdık. Ara ara unutulsa bile sonrasında dünyanın neresinde olursa olsun en ufacık bir deprem sonrası tartışmaya başlandı. Ve artık ilkokul öğrencileri dahil bu gerçeği biliyoruz.
Peki ne yapıyoruz, ben dahil koca bir hiiiiç.

Deprem olsun sonra düşünürüz, öyle ya ölen ölür kalan sağlar bizimdir...


Pazartesi, Ekim 24, 2011

CANIM ACIYOR





Vah Ülkem Vah!!!
Uyumak istemiyorum, yarınlardan korkar oldum.
Susmak istiyorum, bağıra bağıra susmak.
Kulplara isyanım var, tüm kupaların-fincanların kulplarını kırmak istiyorum.


İnişteyiz ülkece, yumuşatarak, yumuşacık farkında (!) olmadan.
Teröris değil Gerilla alıyor gencecik fidanların canlarını.
Sürücü katil değil, adı trafik kazası.
Yapının, yapanın ne suçu var depremde ölen kader kurbanı.



Cuma, Ekim 14, 2011

BURAYIDA ÖZLEMİŞİM

Döndüm,
evimi,eşimi,yavrularımı,torunlarımı özlemişim.
Yaşamak nefes alıp vermekse nerede olursak olalım eğer nefes alabiliyorsak yaşıyoruz demektir amma yaşantımıza anlam veren sevgilerin eksikliği her nefes alışda özleme dönüşüyor işte...

Özlem turlarına tam konsantre olmuşken, yaptığım hava değişikliği, havanın kendi ekseninde yaptığı değişiklikle hiç özlemediğim müzminlerimle karşı karşıya kalınca hafta başında geldiğim evimde sersem sersem dolaşmakta buldum kendimi...




Dost yanında oldukça dinlendim. Konuştum, konuştum. Dinledim, dinledim...



Saatlerce narenciye bahçeleri ile süslü yollarda yürüdüm.





Likyalıların kral mezarlıklarını yeniden, yeniden inceledim.

Kaunos antik kentini ziyaret edip, kalelerini fethettim.





Folluktan bu şirin ikilinin yumurtalarını aşırdım.


Bu dikenli meyveleri yiyeceğim diye tutturup ellerimi kanattım.



Köyceğiz gölünün muhteşem manzarasını yeniden doya doya seyrettim.




Fethiye turu yapıp Gülenime ziyarete gittim.



Gelirken de Akdeniz ve Egeyi saran rüzgarı , fırtınayı, yağmuru getirdim...


Cumartesi, Eylül 24, 2011

MUĞLA YOLLARI








Elimde bavulum, içine alelacele tıkıştırdığım bir iki giysinin yanına sevinçlerimi, acılarımı, sıkıntılarımı da sıkıştırdım gidiyorum. Haa birde fotoğraf makinamı aldım, gezdiğim-gördüğüm güzellikleri, birlikteliğimizi fotoğraflamak için.

Bir yılı geride bıraktık, üzerinede üç ay ilave ettik, çok şey birikti paylaşmak adına.
Gün boyu gezmek, bütün gece dertleşmek, saatlere bağlı kalmadan özgürcene yaşamak için.


''Sana özlem birikti içimde, dağıtmaya geliyorum arkadaşım.''




Pazar, Eylül 18, 2011

İNSAN OLMAK VE İNSANLIK DAİMA VAROLSUN



Blog dünyasının yaşamımıza girmesi kaybettiğimizi sandığımız bir sürü değerleri bize yeniden kazandırdı. Bir sürü dostluklar edinmemizin yanında bilmediğimiz bir sürü yaşamlarada ortak olduk, acılarımızı paylaştık, sevinçlerimize birlikte sevindik.


Artan blog sayısı her birimize geniş bir çevre ile geniş görüş imkanları sundu...


Alışkanlıklarımız oluştu ve şu beyaz camı açtığımızda görmek istediğimiz dostlarımızın yazılarını arar olduk. Dostlarımızın her satırı kışın içimizi ısıtırken yazın da yüreğimizi ferahlattı...

Ayrılan-bloglarını kapatan blog dostlarımızı, kazandığımız zaman ne kadar sevindikse ayrıldıklarında da katbekat üzüntüsünü hissettik...

Şimdi aramızdan ayrılmayı, çok daha kötüsü döne döne okunası yazılarını bir daha bulamayacağımız bir dostumuz blogunu tamamen kapamayı düşünüyor.Bu benim canım Arkadaşım , buradan ona seslenerek acizane tavsiyede bulunarak bu düşüncesinden vazgeçirmek umudundayım...


Sevgili Asuman'cım, canım arkadaşım, değerli dostum. (Yani daha yazarımda:)
Bir karar vermişsin, bu kararına saygılıyım (saygılıyız). Sana seslenişim acizane kendi düşüncelerim.

Belki ileride ihtiyaç duyacağın, belkide pişman olacağın ''bu benim işte'' dediğimiz kendimizi kendimize ifade ettiğimiz, kendime ait bir oda olarak gördüğümüz blogunu kapatma derim.

Kepenkleri kapama arkadaşım. Bilirsin, eskiden bakkallar kapılarına ''bir saat sonra gelicem'' levhasını asar giderlerdi. Ne zaman gidersen git kapıdaki levhaya göre bir saat sonrasında geleceğini düşünürdün. Sende öyle yap arkadaşım...

Yorulmuşsundur yada geçici bir yılgınlık yaşıyorsundur, çok doğal. Yakında bir tatil yapacağını biliyorum, git, gez, düşün ve dön. Geldiğinde biz seni burada bekler olacağız, Döndüğünde yüreğin nerede gezinirse satırlarında orada buluş. Haftada bir olur, üç günde, beş günde. Yağmur gibi ol arkadaşım, bazen üstüste bazen arada bir. Ama damlaların eksilmesin şu sanal alemde...

Yine de son kararına dediğim gibi saygılıyım, son söz senin. Eğer yazıma cevap vermek istersen, blogunda ''bir saat sonra gelicem'' levhasını as yada hiç cevap vermeden kepenklerini kapa. (yani kepenk işinide için elverirse yap bakalım:)))



Dostluk adına...

Cumartesi, Eylül 17, 2011

SARGIN










Eylül en sevdiğim aydır
ama sen gitmek için Eylül'ü seçtin.

Okulların açıldığı ilk gün ne çok sevinirdim
ama sen gitmek için o günü seçtin.

Doğduğun günü tam bilmez
''Eylül'ün bir günü işte'' derdin.

Ben kırkdokuz yılın 17 Eylül gününü
takvimlerden sildim
''Eylül'ün bir günü işte diyorum.

Şimdi nerdesin bilmiyorum
ama beni duyduğunu biliyorum.

Bak haykırıyorum duy sesimi duy annem
seni çok seviyorum...

Perşembe, Eylül 08, 2011

ULAŞIMI EN YAKIN KAPIDIR KOMŞU KAPISI !!!

Geride bıraktığımız hafta sonu davul-zurna eşliğinde iki gelin bir asker uğurladık sokağımızdan. Gelinlerimize bir ömür boyu mutluluklar, askere giden oğlumuza da hayırlı tezkereler diledik.
Kendi kendimize, yani eşimle ben, otuduğumuz yerden.

Davul-zurna sesine çıktık cama, gelinleri gördük bembeyaz gelinlikleri içinde. İlk gün bir gelinimiz yanımızdaki binadan, ertesi gün giden gelinimiz ise karşımızdaki binadan çıktı. Gelinleri almaya gelen damatlar ve yakınları eşliğinde süslü gelin arabalarına binip gittiler.

Askerimiz çaprazımızdaki binanın delikanlısı, (olmalı ki) bayraklarla arkadaşları gelip aldı, arkasından davul-zurna çalındı, yakınlarının ellerinde mendiller, gözlerinde yaşlar vardı. Anacığıydı en çok ağlayan, iki koluna girenler teselli etmeye çalışıyorlardı.

''En büyük asker bizim asker'' sesleri de gelin arabalarının ''geldik aldık, götürüyoruz'' diyen kornaları gibi gittikçe uzaklaştı. Sonra sokağımız da eskisi gibi geçen arabaların gürültülü sessizliğine döndü.

Camlara çıkanlar içeri girdi, kimisi televizyonun karşısına, kimisi yarım bıraltığı işinin devamına, kimisi de benim gibi bilgisayarın başına geçti...



Altı yaşlarındaydım sanırım, karşı komşumuz Emin amca felç geçirmişti. Felç nedir o zamanlar bilmiyorduk ki, biz çocuklar için Emin amca hastalanmıştı. Sokağımızın Emin amcası eşi Asiye teyze ile yanlız yaşarlardı ama o zamanlar hiç kimse yanlız değildi. Emin amcanın hastalandığında bütün sokağımız o evde ve Asiye teyzenin yanındaydı. Hiç yanlız kalmadılar ne o gün ne de sonraki günler. Günlerce evlerimizde radyolar açılmadı, biz çocuklara sokakta oynarken sessiz olmamız için sıkı sıkı tembih edildi.
Her gün çağrılmadan semtimizin doktoru elindeki siyah çantayla geliyor, iğneci uğrayarak iğnesini yapıyordu. Emin amcanın devamlı oturduğu camın önünde tekrar görünmesine kadar evlerinin kapısı hiç kapanmadı.

Daha sonraki yıllarda Ayten ablanın annesi camdan düştüğünde sokağımız yine bir ev gibi olmuştu. Köşe başındaki ahşap evde otururlardı Ayten abla ile annesi. Semtimizin en güzel kızı Ayten ablanın camdaki sardunyalarına su veren annesi ahşap çerçeve ve sardunyalarla birlikte ikinci kattan yere düşmüştü. Hastahane, ambulans, doktor olmuşmuydu şu anda hiç hatırlamıyorum da çok iyi hatırladığım tüm sokak sakinleri tanıdık imkanlarını kullanmış, en iyi kırıkçıyı bulmuşlardı. Bizim zamanımızda kırılan kemikleri alçıya alma işlemine güvenilmez kırıkçılara emanet edilirdi. Kırıkçılar incecik çıraları ve sargı bezi yerine geçen eski çarşafları kullanırlardı kırıkların tedavisinde. Asiye teyzeynin tüm kırıklarını bu durumda sarıp sarmalamışlar yatağına yatırmışlardı. Geceleri yada uyku esnasında bilinçsiz kıpırdama olmasın diye nöbet tutuldu, bu nöbetleri değiştire değiştire tutan yine komşularımızdı. Asiye teyzenin de kapısı aylarca açık kaldı ve Ayten abla hiç yanlız olmadı.

Annemin aylarca çektiği acıyı geceyse yanan ışıkları ile, kapımızın her an çalınışıyla acıya iştirak vardı. Annem bizleri erken terkettiğinde tüm sokağın kapıları yine açıktı. Günlerce evimize tepsilerle yemekler geldi, öyle ki yemek yemek ızdırap olan evde gelen yemekleri geri çevirmek ayıp olur diye evdeki yakınlarımız komşularımıza birlikte yemeği teklif etmeye başladılar. Tüm sokağımız öksüzlüğümüzü paylaşmak için hep evimizdelerdi.

Arkadaşım Hatice'nin ablasının düğün öncesi çeyizleri tüm evlerde yıkandı, sokağımızın tüm bahçeleri misler gibi sabun kokan patiska çarşaflar, incecik dantellerle dolmuştu. Yine tüm bu çeyizler her evde ayrı ayrı ütülendi, bohçalandı, kurele bağlanarak gelin evine gönderildi.

Arka sokağımızda başlayan yangın onbir ahşap evi kül ettiğinde de tüm kapılar yine açıktı. Mağdur olan hiç bir komşumuz afet çadırlarına muhtaç olmadan yeni düzenlerini komşu desteklerinle yeniden kurdu...



Yeni kurulan aile hekimliği yürürlüğe girdiği zaman ilaç yazdırmaya gittiğimizde kaydımızın bir düzensizlik sonucunda kayıtlara geçmediğini öğrendik. Bilgisayarlarda kopmalar olduğunu söyleyen doktorumuz bizden adres istedi. Adres ve kimliklerimizin ibrazı ile ''bu kayıtlar bizde yok, bir yanlışlık var'' dendi.
iki yılan fazladır oturduğumuz evimizde muhtar kayıtlarımız tabi ki vardı ve bu belgeler ile yeni kayıt yapılacaktı. Kayıt yapacak bayan doktorumuz yine bir yanlışlık olmasın diye bizden komşularımızın isim ve soyadlarını istedi. Tek verebildiğimiz bina görevlisinin adı ile kaçıncı katta oturduğunu bilmediğimiz bir isimdi. Eşimle birbirimize baktık ve yalan beyan ediyormuş gibi çok utandık, duyduğumuz bir iki isim daha geveledik, sağlıksızca...

Aslında utandığımız ne doktordu ne de yardımcısıydı, biz insanlığımızdan, insanlıktan, dostlukta-komşulukta geldiğimiz yerden utandık.

Çok acıdır ki asansörde veya kapı sahanlığında verdiğimiz selam haricinde komşuluk ilişkisi kalmamış olduğunu bir kez daha anladık.

Kimsenin kimseye bir kahveye bile gitmediği binada tek komşuluk üst kata oturan Ayşe Hanımın bana ulaşan ayak sesleri. Ulaşabileceğim en yakın kapı olan yan dairemin tek komşuluğu kapı anahtarının sesi.
Komşularımı tanıma açısından tek yapabildiğim ise girişteki ilan panosundaki aidat listesi...







Cumartesi, Eylül 03, 2011

HAYAT HEP SONBAHAR OLSA








En güzel mevsimdir sonbahar, en güzel aydır eylül. Aslında her mevsimin, her ayın kendine özgü güzelliği vardır da, sonbahar ve ilk ayı olan eylül çoğumuz için bir başka güzellik taşır. Tatlı bir hüznü vardır sonbaharın, yazın bunaltıcı sıcakları sonrası tatlı bir serinliğe kavuşmanın rahatlatıcı duygusu, rüzgarların hafiften kendini göstermesinin huzuru çok güzeldir...

Doğanın kışa hazırlanışını gözlemlemek ayrı bir zevkdir, doğanın bizlere sunduğu renk cümbüşü gözlerimizi kamaştırır. Ağaçların, kışın bedeninde besleyeceği yeni fideleri için dallarında temizlik yapmasının burukluğunu yaşasak da doğanın muhteşemliğini yaşarız Sonbaharda...

Eylül ayı sanki hayatımızı düzene sokmak için vardır, yeni başlangıçlardır. Her çocuk eylül ayında bir yaş daha büyür, yeni bir ders yılı yeni bir yaştır onlar için. Öğretmenlerde yeni bir dönem için hazırlanırlar, iş hayatımızda, yaz başında gevşeyen işlerimizi daha sağlıklı bir şekilde topladığımız aydır Eylül, evlerde yapılan kış temizliği zevk vermese de çıkardığımız sonbahar giysilerimizi özlediğimizi görürüz. Benim için her şeyden önce balık mevsiminin başlamasıdır. Yeni yayın dönemidir, Tv.lerde bayat programların yenilenmesidir. Özlenen dost sohbetleridir, yazın aranan soğuk içeceklerin yerine ikindi çaylarıdır. Yaz tatili telaşının bitmesi, toplanan enerjinin yayılmasıdır. Tiyatro, sinema, kültür zamanıdır, yağmur olmaya hazırlanan bembeyaz bulutlardır, gökyüzünü süsleyen rengarenk uçurtmalardır...

Bitmeye hazırlanan bir yılın son mevsimidir, yakalamaya çalıştığımız son yaşanmışlıklardır...

Yaşamda öyle değil midir?
İlkbaharın coşkusunu geride bırakmış, yazın telaşını bitirmiş ''unumu eledim, eleğimi astım'' misali gibidir yaşamın Sonbaharı'da.
Tatlı hüznü yanında tatlı başlangıçları vardır. Özgürlük bir başka yaşanır, daha çok zamana sahip olmak yeni uğraşılara yöneltir, yaşama yeni düzen verilir. Daha duru yaşamaktır hayatı, kah bulutlarla birlikte yağmura arkadaş, kah uçurtmaların renkli coşkusuna sarılmaktır. Her mevsimini doya doya yaşadığın doğa ile iç içe olmak bütünleşmektir...

Yaşamın sonbaharı, geride kalan bebeklere bir kuşak sonrası yeniden sahip olmaktır, ailenin büyümesi-sevgilerin çoğalmasıdır, yaşanılan güzel günleri anılara depolamaktır, kaybolan canlılık-görünüm-zihinsel keskinlik-refleksler azalsa bile peşinden koşulan mutluluğu yakalamaktır...

Herkesin bu mutluluğu yakalaması dileklerimle sevgiler...



Pazartesi, Ağustos 29, 2011

ÇİFTE BAYRAMIMIZ

Bir Ağustos ayı daha bitti, bir ramazan ve bir yaz mevsimi daha. Sonbaharın ilk günleri yaşayacağımız bir bayram var önümüzde ve iki bayram arası bir sonbahar. Tüm hızınla oda gelip geçecek anlaşılan...

Gittikçe buruklaşan bayramlar her yıl daha bir arayış içinde çıkıyor karşıma. Geçmişinden kopamayan çok kişi gibi benimde birkaç yıl öncesine kadar söylediğim ''nerede o eski bayramlar'' söylemi bir yerden sonra çok anlamsız gelmeye başladı.

Ne o yani! şimdi Örtmen Feridanım Teyze bir köşesi işli poplin mendil ve içine konulmuş bir çikolata verse bayram mutluluğunu mu yakalayacağım yada kırmızı rugan ayakkabılarım, içine giydiğim ponponlu beyaz çorabım ile kabarık etekli elbisemle babamın veya annemin elinden tutmuş, seke seke bayram gezmesine gittiğim zamanındaki heyecanımı yaşayacağım.
Yada, boynu bükük bayramların gelmesine kızdığım zamanlarda en küçük kardeşime bayram coşkusu yaşatmak için kızgınlığımı bayram tatlıların içine saklladığım bayram günlerini mi arıyacağım. (Şimdi öyle bir kardeşim bile yok)

Çalıştığım günlerin gecelerinde kızlarıma hevesle dikdiğim bayram giysilerinin, bayram sabahındaki sevinçlerini nasıl toplayabilirim zamanın içinden. Bayramın sonuna gelen hafta sonunun, çocuklarımla daha fazla vakit geçirmek keyfini bulabilirmiyim? ki ''nerede o eski bayramlar'' diyebileyim.

Bayramların hiçbir suçu yok, bayramlar hep aynı eski bayramlar, değişen bizleriz, değişen zaman, değişen yaşam. Bayram mutluluğunu yaşadığın zaman içinde yakalamak belkide bütün mesele. Doya doya yaşamak, bir daha gelmeyeceğini bilerek yaşamak, anılarımıza tat bırakacak şekilde yaşamak.

Benim için şimdi bayramlar, dedelerinin torunlarımıza verdiği harçlıkların onların gülen gözlerindeki ışıdayan sevinci, onlar için kurulan bayram sofraları, onlarla hep birlikte gidilecek geziler, küçücük yüreklerine geleceğe bayram anısı bırakma duygusu, coşkuları, kahkahaları.


TÜM DOSTLARIMIN, BLOGUMA YOLU DÜŞEN YOLCULARIN VE TÜM İSLAM ALEMİNİN ŞEKER BAYRAMINI VE ''NE MUTLU TÜRKÜM'' DİYENLERİN 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZI EN İÇTEN DİLEKLERİMLE KUTLAR, MUTLULUĞU BULUNDUKLARI ZAMANIN İÇİNDE EN GÜZEL ANILARLA DOLU DOLU YAŞAMASINI TEMENNİ EDERİM. İYİ BAYRAMLAR

Sevgilerimle...



Salı, Ağustos 23, 2011

BAYRAM MENÜSÜ




Mantar çorbası





Keşkek









Zeytinyağlı biber dolması







Şakşuka








Kıymalı su böreği





Cevizli kadayıf










Fotoğraflar: Görsel alıntıdır

Fotoğrafta göründükleri gibi enfes olabilir mi? Sanırım becerebilirim...


Bayrama bir hafta var, eh benim gibi ağır biri için ancak yetişir. Önce menü yapmalıyım ki! en düşündüren tarafı da budur. Üç aşağı beş yukarı aynıdır yapılanlar ama en azından şekillenir de işin yarısı bitmiş olur:)

Geleneklerimiz özel kılar bayram yemeklerini, tadı, hazırlanması, sunumu bir başka olur. Ziyaretçilerin sevgisini saklar içinde...

Menü çekici geldiyse, buyrun beklerim. Açık adresim aşağıdadır...


Efendim! aslında konumuz ne yemek nede tarifleri. Herkes tarafından bilinen, yapılan, olmadı tarifini bir tıkla alacak binlerce site var.





Konumuz ''Keşkek''
Keşkek'le tanışmam evliliğimin ilk yıllarına rastlar. Keşkek bir yöre yemeği olduğundan, yöresiz olan ben keşkeği ne bilirdim ne de görmüştüm. Bir bayram günü tanıştım kendisinle, o bana baktı ben ona. Adı bile garip geldi ''pişman olmuş gibi birşey'' dedim. Görünümü çekmedi önceleri, israr falan yedim. Yemez olaydım, sonraları rüyama bile girmişti. Gençlik, iş güç, unutuldu gitti, ta ki bir sonraki bayrama kadar. İlk tanıştığımda kurban bayramı olması nedeniyle etli yapılmıştı, on ay sonraki ramazan bayramında bu sefer tavuklu olanınla tanıştım...

Eşimin annesi nedense sadece bayramlarda yapıyor, bayram yemeği deniyordu. Yörelerine göre bayram keşkeksiz olmazsa olmazlarıydı. ''Neden sadece bayramlarda'' soruma ''zor'' cevabını alıyordum. Kocaman kazan gibi tencereleri, tencereye uygun koca tahta kaşıkları gördükçe yapmak için yanınan bile geçemeyeceğimi düşündüm. ''Zor'' dediler ya! Çok uğraşısı varmış, altı çabuk tutarmış, devamlı karıştırmak etini buğdaya yedirmek gerekliymiş falan filan. Sevsekte bayram yemeği işte, bayramı bekle ye...

Çocuklarımda çok sevmişlerdi, önceleri onlarda bayram yemeği olarak alıştılar ama bu bana göre değildi .Çocuklarım çok sevdiyse keşkek bayram yemeği olarak kalmamalıydı. Nasıl yapıldığını az çok bilsemde tam tarif istediğimde '' zordur yapamazsın'' cevabı beni kızdırdı, ''en azından denerim'' dedim ve zorla uyduruk bir tarif aldım. O zamanlar internet yok ki bir tıkla bin tarif olsun.
Efendim, ne zor nede uğraşısı çok, tabi her yemek gibi zaman alıyor, hepsi bu.



Hem sırf bayramlarda değil canımızın istediği zamanlarda yaptım, yapıyorum.

Tanıdığımız herkesten de güzel yaptım. Ben değil eşim söylüyor:)

Tanışmayan, denemek isteyen herkese tavsiye ederim...


Adres:
Sevgi Bulvarı
Dost sokağı
Gönül apt.
7/24

Sevgilerimle...


Pazar, Ağustos 21, 2011

BUGÜN BİZİM EVDE DE KAVGA VARDI !!!











"Şunları bir araya toplayayım. Bir güzel muhabbet edelim" diye düşündüm.

Mutfak işinden de anlarım.

Donattım sofrayı.

Bayağı uğraştım.

Hepsinin ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim. Bayağı da para gitti.

Birinin yediğini öbürü yemez.

Ötekinin içtiğini beriki içmez.

Dört kişilik sofra kurdum.

Mumları da yaktım.

Bak hepsi Erick Satie severdi.

Hatırladım.

Müziği de ayarladım.

Geldiler.

20 yaşımda ben,

35 yaşımda ben,

40 yaşımda ben ve

bugünkü ben dördümüz.

Birden 20 yaşımı 35 yaşımın karşısına oturttum.

40 yaşımın karşısına da ben geçtim.

yirmi yaşım otuz beş yaşımı tutucu buldu.

Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.

Yatıştırayım dedim.

"Sen karışma moruk" dediler. Büyük hır çıktı.

Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.

Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.

Evin de içine ettiler.

Bende kabahat.

Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine ...

CAN YÜCEL

Salı, Ağustos 09, 2011

TATİLİN AÇILIMI TEMBELLİK (Mİ?)





''Tatil'' denince artık benim de düşündüğüm gerçek dinlenme olmalı diyorum, ''artık'' dememdeki sebep biz emekliler olarak zaten tatildeyiz diye düşünülür ya! yani en azından emekli olmadan önce ''oh emekli olunca 365 gün tatil ne güzel'' diye en önce ben düşünürdüm. Öyle değilmiş, şehrin göbeğinde yine de yaşamın tüm zorlukları çalışıp çalışmamayı pek farkettirmiyormuş...



GEZİ GÜNLÜĞÜ (2)
Bayan pansiyon sahibimiz bizi tüm içtenliğinle karşıladı, sarılıp öpüştük, elleriyle bavullarımızı alıp bizi odamıza yerleştirdi. Oysa üç kere telefonda rezervasyon ve bazı bilgiler için görüşmüştük. Ama karşılama dostluk çok eskiye dayanıyormuş gibiydi. Doğru yere geldiğimize hemen o zaman inandım, sonrasında tanıdıkça köyün gerçek yerlilerinin çok içten ve göründükleri gibi kişiler olduğunu anladım.




















Deniz, bahçe, oda; araları üçer adım olması ve köyün sakinliği tam düşündüğümüz tatil seçeneğiydi. Tatilimizi geçireceğimiz yerin tertemiz ve klimasıyla ferahlamış olması bana en lüks daireden daha değerli geldi. Yerden tavana hem pencere hem kapı vazifesi gören büyük camın önünde uzanan deniz manzarasında sanki denizin içinde gibiydik. Karşımızda dağ ve hatta dağlar, dağlar vardı.




Deniz etrafı dağlarla sarılı olması nedeniyle aynen bir göl manzarasını andırıyor, gizli geçit gibi görünmez bağazı akdenizin sularına açılıyor ama bunu sahilden görme imkanı yok.




















Sadece tepelerde bulunan evler muhteşem boğaz manzarasına hakim. Koy olmasına karşın deniz çok temiz ve berrak, kıyıda denizin en ince kumu ve çakıl tanesi bile görülüyor, daha açıklarında derinlikler mavi berrak su gibi. Balıklar denize girenlerle arkadaş olmuş, ayakların aralarından süzülüyor, kah kaçıyor kah ayaklara dolanıyorlar...


Köyde fazla anahtar,kapı,kilit sorunu yok, bugüne kadar hiç hırsızlık ve kavga olmamış meğer.
Köy bakkalları gelen taticiler için bile fazla değişikliğe uğramamış ama satılacak mallar bir tatilcinin her ihtiyacını karşılayacak şekle dönüşmüş. Köyün içindeki kahve ise sabah çok erken bir saate açıyor ve mis gibi çayını demliyerek müşterisini bekliyor.

Köyün tertemiz havası sayesinde sabah erkenden kalkmak, günü değerlendirme açısından tatili uzatmak gibi düşünerek sabahın erken saatinde köye gazete almaya gitmek ve köy kahvesinde sabahın ilk çayını içmek ikimizide çok mutlu ediyordu. Kahvaltıya kadar denize girip yüzmek sonra dönüp gazete okumak ve hazır bir kahvaltıya oturmak herhalde düşündüğüm tatil şeklinin en güzel tarafıydı. Hele sonrası! kitap, salıncak ve kahve:)

























Tatilimiz çok sıcak bir zamana geldi ve köyde de hava gerçekten çok sıcaktı ama havasında nem bulunmayan bu güzel köyde, evdeyken elimden eksik etmediğim kağıt havluma hiç ihtiyacım olmadı. Yine de öğlen sıcaklarını ikindi deniz zamanına kadar serin odamızda biraz uyku biraz kitap ile verandada (çok yorularak kendimiz yaptığımız:) kahve ile geçirdik...
























Selimiye köyünün sahili boydan boya pansiyon, apart, motel görümünde olsada hiç yüksek bina yok. Tüm pansiyonların yada apartların denizle aralarında sadece bol ağaçlı bahçeleri var. Ağaç altında otururken canın deniz istese yüz gel yine otur:))





Bütün gün köyün içinde ve sahilinde gravatıyla gezinen muhtarı olan, sahilindeki ilkokulunu yazın öğretmenlere tatil kampı yapan bu köye yürekten talibim ben...




Pazar, Ağustos 07, 2011

DENİZ SUYU TÜKENİR Mİ?






'' Son demler bunlar.''
'' Yaşamak değil, yaşadım diyebilmek için.''




GEZİ GÜNLÜĞÜ (1)
Verandaya çıktığımda ilk gördüğüm muhteşem denizden kova kova deniz suyu alıp sıcaktan kavrulan betonlara döken genç bir çocuktu. Aniden herşey gibi denizin de tüketilme korkusu girdi yüreğime. Sonra kendime gelip gülümseyerek ''deniz bu, hiç üç kovayla tükenir mi?'' dedim.

Uykusuz geçen bir geceden sonra, yol yorgunu olarak tatil yerimize vardığımızda dinlenmek ve öğlen sıcağını geçirmek için hemen yatmış, yarı uyku ile yarı uyanık geçen bir saatin sonunda heyecanla etrafı görmek amacıyla pansiyonun varendasına çıktığımda bile neredeyse daha ayakta uyumaktaydım. Ama gördüğüm muhteşem bir deniz manzarası ve etrafımı dörtbir yerden saran dağlar burada bulunduğum sürece uykuyla vakit geçirmemem gerektiğini söylüyordu sanki...


Mayıs ayı sonunda Haziran ayı için aldığımız uçak biletlerini eşimin ani rahatsızlığı nedeniyle bir kere ertelemek, tahlil ve kontrollerin bitmemesi üzerine bu seferde açığa almamız gerekti. Bu arada tam ne tür bir tatil, yada gitme düşüncesinde olduğumuz yer konusunda kararsızlık yaşarken ertelenen tatil planı araya giren zamanda bizi araştırmaya yönlendirdi.

Araştırmam neredeyse bir ayı aştı, internette Ege'nin kuzeyinden başlayıp güneyine kadar adım adım gezdim. Bu arada Ege'nin tüm koylarını ezberledim diyebilirim. Neredeyse umutsuzluğa kapılmak üzereydim, çünkü çok şey istiyordum ve istediklerim bir araya gelmesi imkansız gibi gözüküyordu. Facebook'da tüm arkadaşlardan yardım bile istedim. ''Önü deniz, arkası dağ, yeşillikler içinde, sakin, sessiz, bahçesi olan, ucuz, temiz bir yer önerenin kölesi olurum.'' demiştim;...


Beş yıldızlı oteller, üç yıldızlı moteller, tatil köyleri falan zaten bütçemi çok aşar, amma bütçem müsaade etse bile hiç sevmem, askeri kışla gibi gelir bana. Üstüste yığılma kavisli beton bir bina, birbirinin benzeri yüzlerce balkonun havuza dönük soğuk görünümü, bakımlı ama yapay gibi duran yeşillik, gün içinde yüzlerce insanın sınırları olan havuzun içinde debelenmeleri, önünde uzayan muhteşem denizin (bir tek o gerçektir) plaj kumunda yanyana dizilmiş samimi olmak zorunda bırakılan şezlongları, sabahın köründe yer kapma kaygısı. Yemek vakitlerinin belirli zamana sıkıştırılması, ne kadar çeşit olursa olsun ne yemek istediğinin başkaları tarafından menülendirilmesi, kışlık yiyeceklerini bedenlerine depolayanların yarışı ve gürültü.
Arayışlarımda promosyonları bile olsa bu yerler yoktu. Apart'ta istemiyordum, bir evden çıkıp başka bir eve girmek ve hele hele bu evde de bir mutfağın bulunması beni bunaltabilirdi. Aslında kendi pişirdiğini yemek güzel görünse bile bu yıl salon, oda, mutfak üçlüsüne tahammülüm yoktu. Düşündüğümüz tatil; deniz, kitap, bahçe üçlemesinden oluşmalıydı...


''Hayat gezince güzel'' Fatih Türkmenoğlu'nun CNN de yaptığı programla tatilimiz şekillendi. Daha önce gösterilen bir gezi programını sanki bize yön vermek ister gibi tekrarı çıktı karşımıza. Marmaris'e bağlı köylerini geziyordu, Bozburun ve Selimiye köylerini tanıtırken sanki bize de ''buraya gelin'' der gibiydi. Ve internet sitesindeki yazısı ile kararımıza nokta koydu.

''Aklım Selimiye'de kaldı
Selimiye, Marmaris’in en güzel koyu bence. Denizin yanında bir kahvehane, ayaklar suda, üzerimde üzüm salkımının gölgesi. Kâh bir üzüm atarım ağzıma kâh ahşap iskemleden kaykılır, hızlıca denize atlayıp çıkarım. Yok yok; ben burada kesin aklımı kaçırırım!''


Gideceğimiz yer artık belliydi. Marmaris Selimiye köyü..







LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...