Çarşamba, Aralık 30, 2009

2010


Ben tüm yılbaşı gecelerimi bakır bir tepsi içine topladım...

Çok yılları geride bıraktım, çok yılbaşı gecesi yaşadım. Hepsi birbirinden güzeldi. Ailemle, yakınlarımızla, eşimle, çocuklarımla, torunlarımla tadına vara vara yaşadım. Hepsi birbirinden özeldi. Her gelen yılı umutla karşıladım, her giden yılı içime sakladım, hiç bir zaman eskimedi geçen yıllar. İçimde olgunlaştı, yerleşti, değerini arttırdı...
 
Ama! yine de benim için yılbaşı gecesi iki santim büyüklüğündeki "fırdöndü" demektir. "Yılbaşı gecesi" ve "fırdöndü." Eş anlamlıdır sanki. Bendeki anlamı bu ve her zaman öyle kalacak.Altıgen ve bir ucu topaç ucu gibi dönebilen, altı kenarında "bir al, bir koy,üç al, hepsini al, üç koy, hepsini koy" yazıları bulunan sarı bir maden parçası. Çocukluğumda tanıştığım bu sarı maden parçası yaşadığım tüm yıllarda, çıkan onlarca güzel oyunlara rağmen benden hiç ayrılmadı. Bakır büyük bir tepsi içinde saatlerce döndürmekten yorulmazdık, günler evvelden biriktirdiğimiz bozuk paralar tepsinin içinde el değiştirmekten bıkmazdı sanki. Uykumuz gelince gizlice lavobaya gider yüzümüzü yıkar, uykumuzu açardık. Fırdöndü ve tombala, çocukluğumun en güzel yılbaşı geceleri...
 
Önceleri doğum günümü içine sakladığı için üzülürdüm. İkisi bir arada olunca ağırlık hep yılbaşı gecesinde olur sanırdım. zamanla alıştım, o gecenin oyunları ve kazanma heyecanı yenerdi bu üzüntümü. Daha sonraları hoşuma bile gitmeye başlamıştı, gecenin yıldızı hep ben olmuştum. Ta ki! annem gidene kadar, zaten sonraları da doğum günüm unutuldu gitti. Yıllar yılları kovaladı ve çocuklarım yeniden hatırlattı benimde bir gün doğduğumu...
 
Tam bir ayımı almıştı iki kazak örmek. O yıl annesiz ilk yılbaşımızdı, kerdeşlerim mahsun olmasınlar diye geceleri onlar uyuduktan sonra gizli gizli örmüştüm. Her yeni yıl geldiğinde annem örer, diker, yeni birşey giymemizi sağlardı, uğurdu onun için ve bende yapmalıydım. Başarmıştım ama sadece kardeşlerime, kendime zaman kalmamıştı. O günden beri de kendim için zamanı hep erteledim, sanırım alışkanlık oldu...
 
"Anne ne zaman geleceksin." telefonlarının yarattığı 31 Aralık günlerimin en sıkıntılı yıllarıydı. Mesleğim gereği yıl sonları yoğunluğu yılın son gününe dek sürer, eve dönüşümüz akşamları bulurdu. Ertesi gün herkes uyurken işin yolunu tutmakta cabası. Hediye paketleri ile geç bir saat de olsa eve dönüş çok zevkliydi. Evde hediyelerini ve getireceklerimizi merakla bekleyen yavrularımla evdeysek dörtlü eğlencemiz, biryere gidilecekse yolculuk başlardı...
 
Yıllar hiç bıkmadı, biri gitti biri geldi. Takvimler hep değişti, her gelen yeni yıl temiz bir sayfa açtı yaşantımızda. Her geçen gün üzerini karaladığımız takvimlerimiz oldu. Bilemedik! Oysa hiç karalamaz daire içine alır kenarlarına da çiçek yapardık...
 
1900'lerin ortalarında bir yerlerde gelmiştim dünyaya. 2000 yılı çok uzaktı, erişilmesi imkansız gibi gözüküyordu. Milenyum, çok coşkuyla beklenilen yıl! Geldi ve geçti yaşamımdan ve hatta üzerine bir 10 yıl daha ekleyerek. Bu 10 yılın bilançosunun kar hanesine üç torun, zarar hanesinde 10 yıl yaşanmışlık sığdırdım...
 
Yeni bir yıl, 2010 yılı iki gün sonra başlayacak, kimimiz eğlence yerlerinde, kimimiz evimizde eş dost eşliğinde, kimimiz gurbette, askerde sevdiklerine hasret ama mutlaka çevresindekilerle bir gece de yiyip, içip kutlayıp bitireceğimiz koskoca bir yıl. 1 Ocak yorgunluğundan sonra 2 Ocak'ta yeniliği kalmamış olarak günlük 24 saate dönecek bir yıl. Umutlarımızı yüklediğimiz yeni yıla hiç yardımcı olmadan geçen günler. Bir daha hatırlamamız için Aralık ayının son haftası beklenecek. "Aaaa! 2010' da bitiyor," "ne çabuk," "daha dün gibiydi," "günlerin de hiç bereketi yok," gibi...
Sonra umut yeni bir yıla!
 
Herşeye rağmen gelen yıl, umutların ekildiği, dileklerin dilendiği, takvimlerin değiştiği yılbaşı gecesi coşkusu tadında tamamlasın...
 
2010 yılı için benim de yeni yıla ait dileklerim herkesin ki gibi. Tüm dünyamıza barış, kardeşlik, huzur getirsin. Mutlu, gülen yüzler görelim, çocuk cıvıltıları duyulsun silah sesleri yerine. İnsanlar insanca yaşayabilsinler, çocuklar çocukluklarına doyarak büyüsünler. Bu dünya hepimizin, kavga yerine paylaşmayı seçelim...
 

Şu dünyadaki en mutlu kisi mutluluk verendir
Şu dünyadaki sevilen kisi sevmeyi bilendir
Şu dünyadaki en bilge kisi kendini bilendir
Şu dünyadaki en olgun kisi acıya gülendir
Butun dunya buna inansa, bir inansa
Hayat bayram olsa
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa
Uzansak sonsuza
Şu dünyadaki en soylu kisi insafa gelendir
Şu dünyadaki en zengin kisi gönul fethedendir
Şu dünyadaki en üstün kisi insani sevendir
Şu dünyadaki sevilen kisi sevmeyi bilendir
Bütün dünya buna inansa, bir inansa
Hayat bayram olsa
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa
Uzansak sonsuza



 
Tüm dostlarımın, arkadaşlarımın, yolu han'ımdan geçen yolcularımın ve herkesin yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım...


YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN...

*
Öykü Atölyesi için hazırlanmıştır.


Şarkı sözleri alıntıdır.

Pazar, Aralık 27, 2009

ELMA ŞEKERİ


C.tesi günümü dışarıda geçirdim. Çok kalabalıktı, bilerek çıktığım için kızmadım kendime. Yeni bir yıla hazırlanan, daha doğrusu yılbaşı gecesine hazırlanan koskoca dünyanın en ufak bir parçasını aldım gözlemlerime, çok gösterişi bir alışveriş merkezi. Dükkanlar, vitrinler, sokaklar ve hatta seyyar satıcılar. Işıl ışıl, rengarenk, cıvıl cıvıl, noel babalar, sevimli hayvanlarımızın koskoca hareket halindeki postları, uçuşan balonlar, umut dağıtan talih kuşları, hediye paketleri, torbalar, çantalar, kutular.

Neşelenmek istedim, olmadı! Canı acıyan bir çocuğa elma şekeri uzatılmasına benzettim ülkemi. Açlığın ortasındaki tüketim çılgınlığı ürküttü beni. Cebimizdeki paranın bize ait olmadığını hissettim bir an. Kimin hakkı ve kime gidiyor diye düşündüm. Bir yıl için değil sadece bir gece içindi bütün bunlar.
Gerçek hakkımızı alamadığımızdan bir gece çalmaktı bu belki de! Bilemiyorum.

Eve döndüğümde gezmekten değil düşünmekten yorulmuştum...

Pazar, Aralık 20, 2009

TELEFONUN ANIMSATTIKLARI


"Fazla söze gerek yok, hemen başlayalım numaraları çevirmeye." Dedi, öykü atölyesi.
Fotoğrafın bana ilk çağrıştırdığı "tek şey" olmadı maalesef. Aynı anda hücum etti, yaşamımı etkileyen, hatırladıkça gülümseten, üzen onca şey. Hangisi? dedim kendi kendime.
"Kısadan her birinde" buldum kendimi...
 
Yanlış düşen yada yanlış çevirdiğim bir numara ile yaşamımın dönüm noktası olmuştu o gün. İlk iş hayatım, çoşkuyla işlerimi kusursuz yerine getirmeye çalışıyorum. Çevirdiğim telefonda da çoşkuyla anlatmıştım, olması gerekenin olmadığını, "Ne kadar daha beklememiz gerek" falan filan diye. Ben anlatıyor, karşımdaki dinliyordu, sonra sordu. "Nereden arıyorsunuz, kimsiniz." Ben kaptırmışım kendimi, firmayı, adımı, adresi ne bulduysam söylüyorum. Karşımdaki de sessizce dinliyor.
Yanlış bir telefon konuşması olduğunu anladığımda çok geç olmuştu. Ben özür diliyordum, karşımdaki gülüyordu. Özür özür üstüne telefonu kapadım, yerine bıraktım. Ben bıraktım da o beni bırakmadı. Tam 39 yıldır peşimde, hiç bırakacağa da benzemiyor. Allah bıraktırmasın ne diyeyim, oldu bir yanlışlık işte!
 
*
İki yavruma da ilk okuldan itibaren, kendilerini tam ispat edene kadar telefonla baktım.
Küçük kızım ilkokula başlayacaktı o yıl. "Biz ablamla evde yanlız kalalım." Dedi bir gün, abla dediği de kendinden sadece bir yaş büyük. Yormuştu bizi ayrı geçen yedi yıl, zor yıllardı. Hafta sonları buluşmalarımız dördümüze de yetmiyordu. Son yıl büyük kızımı akşamları, küçük kızımı da hafta sonları alıyordum. Daha önceleri küçük kızım yanımda büyük kızım hafta sonları bizimle beraberdi. Ayrı geçen, göçebe misali, oradan oraya yaşamlar. Bakıma muhtaç iki küçük kızım, çalışmam gereken bir hayatım vardı.
Biz anne, baba onlar yavrularımız ama aynı zamanda arkadaşlarımız. Dörtlü grubumuzun görüşmeleri sonuca biz kararsız, onlar kabul oyu kullandı. Zafer onlarındı! İkiye iki, kazanan onlar, nasıl olduysa? Çaresizlik ve telefon onlardan yana oyunu kullanmıştı. İki küçük yavru okuldan gelecek, soba yakacak, ikindi kahvaltısı hazırlayacak, ders çalışacaktı. Yavrularım, canlarım üzerine aldıkları vazifeyi yıllarca, gereğince bizi fazla yormadan yerine getirdiler.
Çocuklarımızı bir bakıcıya değil, bir telefona emanet etmiştik. Gerçi o yıllarda bakıcı diye bir meslek henüz oluşmamıştı.
Bir elim telefon olmuştu artık, tabi onlarında bir eli. Kulağıma yapışık çalışıyordum adeta. Korunma içgüdüsüydü yavrularımın, anne sesiydi, yanlızlıktan sıyrılma, beni yanlarında hissetme duygusu. Neler anlatmaz, neler sormazlardı ki!
*
Sanırım kendime verdiğim bir tatil günüydü, işe gitmemiştim. Çalan telefonu kaldırdığımda bir bayanın hızlı ve sertçe konuşmasından ne dediğini tam anlayamıyordum, pür dikkat dinledim ve sonunda "çocuğu kapınıza getirip bırakacağım, haberiniz olsun." diyordu. Önce anlamadım ama sormadım da, eşimin adını vererek konuşmuş, artık bıktığını, böyle devam edemeyeceğini ve çocuğuna sahip çıkmasını söylüyordu.
"Sakın çocuğu kapıya bırakma, zili çalarsan ben alırım." dediğimde benim şaşırmam gerektiği yerde o şaşırmıştı. "Adresi vereyim mi? Yoksa biliyormusun?" dediğimde ise sertçe "Görürsünüz bak." diyerek telefonu kapadı.
Günlerce o çocuğu bekledik eşimle, tabi gelmedi. Aylarca kafamızı kurcaladı bu telefon konuşması, kimin yaptığını, niye yaptığını, sadece isim benzerliğimiydi bilemedik.
Ben mi? o dakika ve ondan sonra da hiç kuşku duymadım. Delidir doludur emeklim ama bu konuda bana sonsuz güven vermiştir ta ilk günden beri...
 
*
Kızımın kazasını da bir telefonla öğrenmiştim, babamın ölümünüde. Düşünürsek yaşamımızın ne çok yerinde varmış telefon...



Öykü Atölyesinin
Fotoğrafın dili için hazırlanmıştır...
 
 
 
 
 

Çarşamba, Aralık 16, 2009

ÖZLEDİKLERİMDEN


Akşam karanlığı çökmüş, soğuk daha çok bastırmıştı. Yakalarımı kaldırmış ellerim ceplerimde yürürken yüzüme çarpan soğuk halamı hatırlattı bana, "Rahmet istedi" dedim kendi kendime. Hiç sevmezdi kışı, soğukla başı hiç hoş değildi. "Allahım eğer bu dünyada işe yarar bir şey yaptım ise kışın alma canımı, giremem o soğuk toprağa" diye dua ederdi. Dileği kabul oldu, gittiğinde yazdı. Bu dünyada işe yarar çok şey yapmış, ona ihtiyacı olan herkesin, yetimin, öksüzün hep üzerinde olmuştu eli...
 
Canım halam benim, dünya iyisiydi. Babamın ablası, hem babamın hem bizim annesi, koruyucusu. Her zaman birşeylerle uğraşırdı, hiç oturduğunu görmezdim onun. Günde bir saat kuran okumak için oturur, kalan tüm zamanında çalışırdı. Hiç işi olmadığı zamanda bile iş yaratırdı kendine. Bükülen boynumuza bakar "tamam tamam" derdi. Börek açar, mantı yapar, yoğurtlu hamur pişirirdi. Bir daha hiç yiyemiyeceğim o börek ve mantıları!
 
Pırıl pırıldı evi, mis gibi sabun ve huzur kokardı. İlk hatırladığım yıllarda sedirlerin arkasındaki saman yastıkların üzerindeki beyaz, uçları dantelli patiska örtüler ne kırışır ne de kirlenirdi. Sonraları divanlar, koltuklar yastıklar hiç kirlenmezdi sanki ve hep temiz olur, düzgün dururdu. Yatağına hayrandım, dantelli patiska çarşaflar, patiska çarşafla kaplanmış saten yüzlü yorgan, kılıflar, örtüler. Komidinin üzerinde duran gece sürahisi, üzerinde dantel örtüsü. Perdeler, tüller. Her zaman temiz ve muntazamdı...
 
Dört oğlu olmuştu halacığımın, çok istediği halde bir kızı olmamış evde ilk doğan kız ben olduğumdan beni de çok sevmişti. Eniştem ve dört erkek çocuk! zordu işi gerçekten. Eniştem berberdi ve eve her akşam yığınla beyaz havlu getirirdi. O havlular gece yıkanır, asılırdı bir gün sonraya kuraması gerekti çünkü. Bir gün önce yıkanan öbür havlular ütülü halde sabah dükkana giderdi. Beş erkeğin pantolonu, gömleği her zaman ütülü ve giymeye hazırdı. O zamanlar nerde? Kot, tişört,switsört. "Çakı gibi ütülü" derlerdi pantolonlar için. İşte öyleydi beş erkeğin pantolonları. İlk önceleri bunları kömür ütüsünle yapardı. Mangalda yakılan kömür kıpkırmızı olduğunda ütünün içine konur, kızgınlığı geçene kadar ütü yapılırdı. Çok sonraları çıkmıştı elk. ütüleri...
 
Evdeki işleri ne zaman bitirirdi ki! ablasına gider onun da işlerine yardım ederdi. Sonra bize gelir annelik yapar, işlerimizi düzene getirir sonra döner giderdi evine, kendi işlerinin başına. Ablası, yani benim büyük halam hiç iş yapmayı sevmez, sıkışınca kardeşini çağırırdı. Onun da hiç iş yaptığını görmezdim. Gelir düzeyi çok yüksek birinle evlenmiş olmanın rahatlığını yaşardı. İki kız kardeş, iki farkı kişi gibi ayrıydı huyları...
 
Halamla ilk anılarımda, yere yayılı bir sofra bezi, üzerinde pazardan alınmış sebze meyvelerin ayıklanmasıdır. Çok küçüktüm sanırım, elime geçirdiğimi çiğ çiğ yerdim. O bir elimden alıyor ben öbür elimle alıp yiyordum. Patetes, patlıcan, fasülye hayal mayal aklımda kalanlar. İşine engel olduğumdan beni alır merdivene oturturdu çoğu kez. Merdivenin parmaklıklarından inemez ağlardım, bazen elime bir şey verirdi. Ben yine hem ağlar, hem kemirir, hem de onu seyrederdim...
 
Hiç ayrılmak istemezdim o evden, beni çeken halamın ve eniştemin sevgisiydi, çok severdim onları. Toplantı evimizdi orası. Bayramlar, ramazanlar, kandiller, hafta sonları. Akrabaların bir araya geldiği yer. Bir daha asla sahip olamayacağım ve asla unutamayacağım güzel ev. Zamanla mekan değişir ama evin içi asla değişmezdi, her zaman temiz, düzenli, huzur ve sevgi dolu...
 
Yüzü çok ciddi ifadeli olmasına karşın içinde sakladığı pamuk gibi bir yüreği vardı. Sevgi kokardı bana, her sarıldığımda huzur bulurdum, her zor anımda farkında olmadan dizlerinin dibine çöker, başımı göğsüne dayardım. İki yavrumun doğumunda da ellerimi ona uzatmış, ondan güç almıştım...
 
İlk oğlunu Sarıkamış'a askere gönderdiğinde, başının iki yanından sarkan tülbentine devamlı gözyaşlarını siler, özlemini bitiremediği işlerinle geçiştirirdi. İki kış, zaten sevmediği soğuk ve kar'a öfkelendi durdu. İlk özlemiydi onun ve belkide hepimizin...
 
Sırasıyla evlendirdi çocuklarını. Sırasıyla gelinler eve geldi, ikincisi geldiğinde ilk oğlu ayrı eve çıkınca yine ağladı halam. İşi hiç bitmiyor yine de kalabalığı çok seviyordu. Aslında ilk gelin annemdi, babam ablasınla yaşıyor olması annemin o eve gelin gelmesiydi. Ağabeyim ve ben o evde doğduk, halamın eline, ebeyle. Benden sonra halamın dördüncü çocuğu olduğunda evin yetersizliğini anlamış olacaklar ki biz ayrı eve o zaman taşınmışız...
 
Sıcaklığı, vefakarlığı, hamaratlığı küçük olan akraba grubunda çok iyi bilinir, herkes teyze, hala diye ona koşardı. Ablasının gelini bir trafik kazasında ayağını kırınca, ilk geldikleri yer o evdi. Günlerce yeğenine, eşine, kızına baktı. Oysa yeğeninin annesi ve kayınvalidesi de vardı. Yaptığı her işi vazifesiymiş gibi yapar bundan da hiç yüksünmezdi. Evinde her zaman yemek bulunur, gelen kaç kişi olursa olsun, doyurmadan göndermezdi. Bunun içindir sanırım akrabanın tüm düğün yemekleri o evde yenir, mevlütlar o evde okutulurdu. Bir keresinde " Bana biçilen kaftan bu, bunun için geldiysem giymek zorundayım." dediğini duydum. Otuzlu yaşlardaydım o zaman, ne demek istediğini anlamıştım. Gücünü inancından alıyordu...
 
Her zaman tertemiz giyinirdi, çok güzel elbiseleri vardı ve iki adet uzun, belden lastikli eteği. Elbiselerinin üzerine geçirirdi bu etekleri. Biri namaz, kuran okuduğu zamanlar için, öbürü iş eteğiydi. "Şart, surt" derlerdi eskiden onun için çok önemliydi bu...
 
Altmışlı yaşlarındaydı, oğlu Almanyaya gittiğinde. "Ben gurbette değilem, gurbet benim içimde" şarkısını dolamıştı diline, yine ağlıyor yine tülbentine gözyaşlarını siliyordu. Torunu kalmıştı eline, onu da baktı, büyüttü, okula gönderdi...
 
Eniştemin amansız hastalığının son günleriydi, akşamın geç bir vakti gittiğimde yemek yerken buldum halamı. Gözünde yaş elinde kaşık vardı. "Bu gece çok kötü hazırlıklı olmam lazım, aç yeri ayrı, acı yeri ayrı ne yapayım." demiş akasından da babana haber ver gelsin yemek yesin, burada kalsın." demişti. İçine doğmuştu, eniştemn son gecesiydi o gece...
 
Hiç isyanları yoktu, sadece babam öldüğü zaman "Haksızlık bu, benim sıramdı" deyip durdu, ama ağlamadı. Yine o evdeydik, halamın dizinin dibinde. Acılarımızı sevgisinle sarmak için..
 
Yetmişiki yaşındaydı, tansiyonu onu taşıyamayacaktı artık. Tüm beden ölmüş ama kalp gitmek istemiyordu. Çok sağlıklı bir kalp dedi doktorlar. Aslında o yürek sağlam değil ana yüreğiydi, iki gün mücaadelesini verdi ana yüreği. Oğlu Almanya'dan gelene kadar mücaadele! oğlunun sesini duyduğunda, rahatladı. Huzura kavuştu...
 
Rahat uyu halacığım, bu dünyada yapılabileceklerin en güzellerini yaptın. Sana biçilen kaftanı çok güzel taşıdın...
 
 
 

Perşembe, Aralık 10, 2009

MERAK BU YA!!!


Zaman zengini, nakit zenginine destek için niye bu kadar çok kendini yorar?
*
Devamlı "Kalbim" yağını kullandığımız halde kalp krizi geçirirsek reklam firmasının suçu ne kadardır, tazminat davası açsak kazanma olasılığı % kaçtır?
*
Silivri Üniversitesi hocaları vizelerden sonra evlerine döner mi, yoksa yan gelip yatmak hoşlarına gitmiş olabilir mi?
*
Apo'nun odasını "17 sm2" küçük yapan mimar hiç mi okuduğu okullarda matematik dersi görmedi, hesabı şaşırdığınla kalmadığı gibi bunun hesabını başkalarının vereceğini düşünmedi mi?
*
Tüm yazar çizerler sıraya girmiş her gün biri hulahop çeviriyor, son aylarda hulahop modası mı başladı?
*
Üretimini üstlendikleri gıdalar ile sadece gelirini düşünen, çocukların sağlığını hiç düşünmeyenler, herkesin gözyaşı döktüğü şehit cenazesinde ağlamış olabilirler mi?
*
Domuz gribine yakalanan Hande Yener hayranlarına yazdığı "veda" şarkısını, iyileştikten sonra olası başka bir hayvan gribine erteler mi?
*
Bekir Coşkun, yuva değişikliği telaşından coşkunluğunu mu kaybetmiştir?
*
Çoşkuyla karşılama törenleri düzenlediğimiz yeni yıl geldiğinde, önemsemeyip bir kenara attığımız eski yılın "ahı" tutar mı?
*
Otobüste yanımda oturan kızımız sıkışık bir durumda, aynı anda iki cep telefonuyla mesaj yazabiliyorsa, rahat bir ortamda kaç cep telefon ile mesaj yazabilir?
*
Üç yıldır yapraklarını döke döke bitiremeyen ağaç, yeni filiz verirse üç yıl daha mı yaprak dökümü olacaktır?
*
Blog dünyasının hızla çoğalması, komşuluğun hızla tükenmesi sonucumudur?
*
Ekranlara başını bağlayarak çıkan Esra Ceyhan, yeni moda sunucu önderliğine mi soyunmuştur?
*
Ece Temelkuran istediği yaşda kalma garantisi mi vardır, "zavallı yaşlı insancıklar" diye bir yazı yazar?
*
Hem şöhret, hem evlilik iki alana bir bedava gelinlik bizden diye, promosyonlar sevildiği için mi çöpçatan programlarında evlenmeyi tercih ederler?
*
Nüfusun % kaçı bekardır ki! bu kadar çok evlenme programları var?
*
İlkokul öğrencisi Ece Nur "Ben türbanımı çıkarmam" dediğinde sessiz kalan yetkililer, "Sabahları forma giymek zor geliyor, ben pijamalarım ile sınıfa girecem" diye tutturan başka bir ilkokul öğrencisine ne derler?
*
Herkes mışıl mışıl uyurken, gecenin bir yarısı bu saçma sapan düşünceleri yazdığıma göre bende bir gariplik var mıdır?

Salı, Aralık 08, 2009

BU GÜNLERDE EN ÇOK BUNA İHTİYAC(IM)IZ VAR


Gerçek sabır yaşamayı öğretir! Çünkü…


Sabır, bekleyebilmektir. Ve beklemek, büyük bir güç ister Beklerken umudu yitirmemek gerektiğini, bekleyebilecek kadar memnun olabilmek gerektiğini öğreten sabırdır...


Sabır, karşılaşılan olaylara razı olmaktır “Her sorunun bir fırsat Her fırsattın da bir sorun” olduğunu gösterir Dolayısıyla gelen acıyı, yüzünü buruşturmadan, kucaklamanı sağlar...


Sakinliktir, sabır sabrın olduğu yerde telaş barındıramaz. Kendini onca acısına, yüküne rağmen sabır kişiye dinginliği öğretir. Şikayeti unutturup, çözüm üretmeyi öğretir...


Başına bir musibet geldiğinde, dayanmaktır sabır. Zorluklarla güçlüklerle, tersliklerle baş edebilmektir. Hata bu musibetleri gizleyebilmektir. Ve Sabrın yalnız musibete, güçlüğe göğüs germek olmadığını öğretir, sabır. Rahatlıkta, düzlükte de öğretenin sabır olduğunu gösterir. Ve hazları ertelemenin güvenini yaşatır. Hak ettiğini yaşamak yerine hakkını başkaları ile paylaşarak bereketlendirmeyi öğretir...


Sabır, kişinin hedefine ulaşabilmesini ve onu koruyabilmesini sağlayarak, olgunlaşmasını öğretir...

”Her şeyin zıddını var ettiğini” deneyimletir, sabır. Her aşılan acının bir haza karşılık gelen sebebi olduğunu öğretir. Ve acıya direnen kişinin ancak, hazzı yaşadığını, acıyı yaşamayanın hazzın kıymetini bilmediği gibi, keyfini de sürdüremediğini ve ancak anlık acıları yaşayanların, sürekli, uzun soluklu hazlarla tanışabildiğini kişiye gösterir...


Sabır var olana duruma güç yetirmek, gelecek olana da gücünü biriktirerek çıktığın yolda, yönünü şaşırmadan yol alabilmektir...

O nedenle; Gerçek Sabır Yaşamayı Öğretir....



Kutuma gelen bu güzel mesajı paylaşmak istedim.

Perşembe, Aralık 03, 2009

HEDİYE


Anneciğimin pompalı bir gazocağı vardı, devamlı mücaadele halindeydi onunla. Söylenmeden bir kere bile yaktığını görmemiştim. Çok sonraları ne kadar zor olduğunu tahmin etsem bile o zamanlar niye bu kadar söylendiğini hiç anlamazdım. Bana göre ocağı yakmanın keyfi bile vardı, özel oluklarına dökülen ispirtoyla yakılır, daha sonra pompalayarak üst kısmına alevlerin çıkması beklenirdi. Gaz, özel delikli tepesine ulaşınca ocak yanardı. Yakma aşamasında çıkardığı yüksek ses daha sonra azalsada, yandığı müddetce "ben yanıyorum" sesi evin her köşesinden duyulurdu.
.
Zaman zaman gaz haznesinde tıkanmalar yaşanır, yakmak oldukça zorlaşırdı. Bu nedenle de bakkallarda "gazocağı iğnesi" satılırdı. Benim ilgimi çekense bu iğne olurdu, saç teli kalınlığındaki iğne üç yada beş kullanımdan sonra kullanılmaz hale gelir ve kullanmadığım okul çantası içinde biriktirdiğim ne bulduysamın yanında yerini alırdı.
.
Kışları soba ikinci ocak olarak kurtarıcı olurdu, sularımız güğümler ile soba üzerinde kaynatılır, çorbalarımız soba üzerinde karıştırılırdı.
.
Aslında anneciğim ne kadar söylense haklıydı, tüm devrin kadınları gibi. Pompalı ocaklar ha deyince yanmaz, aksilik eder, canı isteyince yanışını değiştirir aleve dönüşür, tencerelerin altlarını hep is yapardı. Tencere altı islerini sirkeli kül ile ovarak temizlemeye çalışırdı anneciğim. O zamanlar ne kadar normal geliyorsa bugün için yazması değil düşünmesi bile zor geliyor bana.
.
"Mümkün olduğu kadar günlük yapılan, artınca tel dolaplarında saklanan yemekler. Etin, kıymanın günlük alındığı, yoğurdun plastiğe girmediği, içme suyunun, içtiğin her an buz gibi tazeliğinde küplerde saklanıldığı, badananın mis gibi kireç koktuğu, içine civit katıldığında maviye dönüştüğü, geniş pencere haznelerinde sardunyaların yetiştiği yıllar."
.
O gece yine uyuyamamış babamın gelişini beklemiştim. Babam işi dolayisiyle geç saatlerde gelirdi. Bense yatar ama bir türlü uyuyamazdım. Babamın gelişini bekler, kapı tıkırdısı duyduğum anda yorganıma sarılır ve anında uyurdum. O gece sanırım bir hayli geç olmuştu, köşe başı sokak ışığının içeri yansımasında kendi kendime icat ettiğim tüm oyunlar bitmiş daha babam gelmemişti. Annemin aşağıdan gelen makina tıkırdıları da yoktu. Dikiş dikmediğine göre örgü örüyor olmalıydı.
.
Canım anneciğim örgü örerken, günün yorgunluğundan çoğu kez kolunu sedirin yastığına dayar, oturduğu yerde uyurdu. Ama yine de yumuşak dokunuşlu kapı çalınmasını anında duyar hemen kalkardı.
.
O gece babamın gelişi biraz sesli oldu. Alt kattaki sofamızdan kağıt hışırtıları, babamın yavaş yavaş birşeyler anlatması, annemin sessiz sevinç çığlıkları geliyordu. Merak etmiştim, yorganı üzerimden sıyırdığım gibi pijamalarımın paçalarını kıvırdım. Annemin diktiği pijamalarımız nedense hep uzun olur, gece kalkışlarımızda zorluk yaratırdı, bir iki düşmelerimin sonucu kolaylığını bu şekilde bulmuş olmalıyım.
.
Alt kata indiğimde annemle babamın hayret bakışlarını, babamın " sen yine mi uyumadın?" demesini, annemin "Yine ışık oyununa dalmıştır." aslında "Seni beklemiştir yine" yerine geçen cevabı hiç unutamadığım anılarım arasındadır.
.
Babamın getirdiği, açılmış paketteki sofanın orta yerinde duran ocağa dikkatimi vermiştim. Babam anneme bir hediye almıştı. Yepyeni bir "Fitilli gazocağı" Bu, diyordu babam "İs mis yapmıyor, kolayca da yanıyor, sadece fitilini yakmak yeterli."
.
Annem hediyesinden son derece memnun gülümsüyor, bense bilmiş bir tavırla ocağı inceliyordum. "Biliyorum daha önce gördüm, ama keşke Fayıka teyzemlerin ki gibi borulu alsaydın, onlar daha güzel."
.
(Canlarım benim)Annemin ve babamın şaşkın gözlerini arkamda bırakarak yatmaya çıktım.
.
Annemin uzaktan akrabası olan Fayıka teyzemlerin ocağı, dışarıdan evlere borulur döşenerek getirilen havagazı ocağı idi. Bir nevi bugünkü doğalgaz gibi.
.
Annem hediyesine çok sevinmişti ama! İki ocakla birlikte annemin söylenmeleri iki katına çıkmıştı. İki ocağı birlikte kullanıyor, fitilli gazocağını yakarken de söyleniyordu. Sanırım sorun ocak değildi.
.
Söylenmek biz kadınlara rahatlık veriyor olmalı. Bu günü düşünürsek, çamaşır makinasında biten çamaşırları çıkarmak için söyleniriz, bulaşık makinasını boşaltırken söyleniriz, elektrik süpürgesinin sesine sitem eder dururuz.
.
Çok değil, annemin ölümü bir seneyi doldurmamıştı daha, evimize yeni çıkan tüp ve tüple yanan üçlü ocak alındı. Ve ben, biz kadınlara kolaylık sağlayan ne kadar teknolojik alet çıkarsa çıksın, her yeni bir aletle annemin göremediği tüplü ocağa ağlarım.
 
 
 
 Öykü Atölyesinin
"Hediye" kelimesi adına hazırlanmıştır.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...