Çarşamba, Aralık 30, 2009

2010


Ben tüm yılbaşı gecelerimi bakır bir tepsi içine topladım...

Çok yılları geride bıraktım, çok yılbaşı gecesi yaşadım. Hepsi birbirinden güzeldi. Ailemle, yakınlarımızla, eşimle, çocuklarımla, torunlarımla tadına vara vara yaşadım. Hepsi birbirinden özeldi. Her gelen yılı umutla karşıladım, her giden yılı içime sakladım, hiç bir zaman eskimedi geçen yıllar. İçimde olgunlaştı, yerleşti, değerini arttırdı...
 
Ama! yine de benim için yılbaşı gecesi iki santim büyüklüğündeki "fırdöndü" demektir. "Yılbaşı gecesi" ve "fırdöndü." Eş anlamlıdır sanki. Bendeki anlamı bu ve her zaman öyle kalacak.Altıgen ve bir ucu topaç ucu gibi dönebilen, altı kenarında "bir al, bir koy,üç al, hepsini al, üç koy, hepsini koy" yazıları bulunan sarı bir maden parçası. Çocukluğumda tanıştığım bu sarı maden parçası yaşadığım tüm yıllarda, çıkan onlarca güzel oyunlara rağmen benden hiç ayrılmadı. Bakır büyük bir tepsi içinde saatlerce döndürmekten yorulmazdık, günler evvelden biriktirdiğimiz bozuk paralar tepsinin içinde el değiştirmekten bıkmazdı sanki. Uykumuz gelince gizlice lavobaya gider yüzümüzü yıkar, uykumuzu açardık. Fırdöndü ve tombala, çocukluğumun en güzel yılbaşı geceleri...
 
Önceleri doğum günümü içine sakladığı için üzülürdüm. İkisi bir arada olunca ağırlık hep yılbaşı gecesinde olur sanırdım. zamanla alıştım, o gecenin oyunları ve kazanma heyecanı yenerdi bu üzüntümü. Daha sonraları hoşuma bile gitmeye başlamıştı, gecenin yıldızı hep ben olmuştum. Ta ki! annem gidene kadar, zaten sonraları da doğum günüm unutuldu gitti. Yıllar yılları kovaladı ve çocuklarım yeniden hatırlattı benimde bir gün doğduğumu...
 
Tam bir ayımı almıştı iki kazak örmek. O yıl annesiz ilk yılbaşımızdı, kerdeşlerim mahsun olmasınlar diye geceleri onlar uyuduktan sonra gizli gizli örmüştüm. Her yeni yıl geldiğinde annem örer, diker, yeni birşey giymemizi sağlardı, uğurdu onun için ve bende yapmalıydım. Başarmıştım ama sadece kardeşlerime, kendime zaman kalmamıştı. O günden beri de kendim için zamanı hep erteledim, sanırım alışkanlık oldu...
 
"Anne ne zaman geleceksin." telefonlarının yarattığı 31 Aralık günlerimin en sıkıntılı yıllarıydı. Mesleğim gereği yıl sonları yoğunluğu yılın son gününe dek sürer, eve dönüşümüz akşamları bulurdu. Ertesi gün herkes uyurken işin yolunu tutmakta cabası. Hediye paketleri ile geç bir saat de olsa eve dönüş çok zevkliydi. Evde hediyelerini ve getireceklerimizi merakla bekleyen yavrularımla evdeysek dörtlü eğlencemiz, biryere gidilecekse yolculuk başlardı...
 
Yıllar hiç bıkmadı, biri gitti biri geldi. Takvimler hep değişti, her gelen yeni yıl temiz bir sayfa açtı yaşantımızda. Her geçen gün üzerini karaladığımız takvimlerimiz oldu. Bilemedik! Oysa hiç karalamaz daire içine alır kenarlarına da çiçek yapardık...
 
1900'lerin ortalarında bir yerlerde gelmiştim dünyaya. 2000 yılı çok uzaktı, erişilmesi imkansız gibi gözüküyordu. Milenyum, çok coşkuyla beklenilen yıl! Geldi ve geçti yaşamımdan ve hatta üzerine bir 10 yıl daha ekleyerek. Bu 10 yılın bilançosunun kar hanesine üç torun, zarar hanesinde 10 yıl yaşanmışlık sığdırdım...
 
Yeni bir yıl, 2010 yılı iki gün sonra başlayacak, kimimiz eğlence yerlerinde, kimimiz evimizde eş dost eşliğinde, kimimiz gurbette, askerde sevdiklerine hasret ama mutlaka çevresindekilerle bir gece de yiyip, içip kutlayıp bitireceğimiz koskoca bir yıl. 1 Ocak yorgunluğundan sonra 2 Ocak'ta yeniliği kalmamış olarak günlük 24 saate dönecek bir yıl. Umutlarımızı yüklediğimiz yeni yıla hiç yardımcı olmadan geçen günler. Bir daha hatırlamamız için Aralık ayının son haftası beklenecek. "Aaaa! 2010' da bitiyor," "ne çabuk," "daha dün gibiydi," "günlerin de hiç bereketi yok," gibi...
Sonra umut yeni bir yıla!
 
Herşeye rağmen gelen yıl, umutların ekildiği, dileklerin dilendiği, takvimlerin değiştiği yılbaşı gecesi coşkusu tadında tamamlasın...
 
2010 yılı için benim de yeni yıla ait dileklerim herkesin ki gibi. Tüm dünyamıza barış, kardeşlik, huzur getirsin. Mutlu, gülen yüzler görelim, çocuk cıvıltıları duyulsun silah sesleri yerine. İnsanlar insanca yaşayabilsinler, çocuklar çocukluklarına doyarak büyüsünler. Bu dünya hepimizin, kavga yerine paylaşmayı seçelim...
 

Şu dünyadaki en mutlu kisi mutluluk verendir
Şu dünyadaki sevilen kisi sevmeyi bilendir
Şu dünyadaki en bilge kisi kendini bilendir
Şu dünyadaki en olgun kisi acıya gülendir
Butun dunya buna inansa, bir inansa
Hayat bayram olsa
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa
Uzansak sonsuza
Şu dünyadaki en soylu kisi insafa gelendir
Şu dünyadaki en zengin kisi gönul fethedendir
Şu dünyadaki en üstün kisi insani sevendir
Şu dünyadaki sevilen kisi sevmeyi bilendir
Bütün dünya buna inansa, bir inansa
Hayat bayram olsa
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa
Uzansak sonsuza



 
Tüm dostlarımın, arkadaşlarımın, yolu han'ımdan geçen yolcularımın ve herkesin yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım...


YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN...

*
Öykü Atölyesi için hazırlanmıştır.


Şarkı sözleri alıntıdır.

Pazar, Aralık 27, 2009

ELMA ŞEKERİ


C.tesi günümü dışarıda geçirdim. Çok kalabalıktı, bilerek çıktığım için kızmadım kendime. Yeni bir yıla hazırlanan, daha doğrusu yılbaşı gecesine hazırlanan koskoca dünyanın en ufak bir parçasını aldım gözlemlerime, çok gösterişi bir alışveriş merkezi. Dükkanlar, vitrinler, sokaklar ve hatta seyyar satıcılar. Işıl ışıl, rengarenk, cıvıl cıvıl, noel babalar, sevimli hayvanlarımızın koskoca hareket halindeki postları, uçuşan balonlar, umut dağıtan talih kuşları, hediye paketleri, torbalar, çantalar, kutular.

Neşelenmek istedim, olmadı! Canı acıyan bir çocuğa elma şekeri uzatılmasına benzettim ülkemi. Açlığın ortasındaki tüketim çılgınlığı ürküttü beni. Cebimizdeki paranın bize ait olmadığını hissettim bir an. Kimin hakkı ve kime gidiyor diye düşündüm. Bir yıl için değil sadece bir gece içindi bütün bunlar.
Gerçek hakkımızı alamadığımızdan bir gece çalmaktı bu belki de! Bilemiyorum.

Eve döndüğümde gezmekten değil düşünmekten yorulmuştum...

Pazar, Aralık 20, 2009

TELEFONUN ANIMSATTIKLARI


"Fazla söze gerek yok, hemen başlayalım numaraları çevirmeye." Dedi, öykü atölyesi.
Fotoğrafın bana ilk çağrıştırdığı "tek şey" olmadı maalesef. Aynı anda hücum etti, yaşamımı etkileyen, hatırladıkça gülümseten, üzen onca şey. Hangisi? dedim kendi kendime.
"Kısadan her birinde" buldum kendimi...
 
Yanlış düşen yada yanlış çevirdiğim bir numara ile yaşamımın dönüm noktası olmuştu o gün. İlk iş hayatım, çoşkuyla işlerimi kusursuz yerine getirmeye çalışıyorum. Çevirdiğim telefonda da çoşkuyla anlatmıştım, olması gerekenin olmadığını, "Ne kadar daha beklememiz gerek" falan filan diye. Ben anlatıyor, karşımdaki dinliyordu, sonra sordu. "Nereden arıyorsunuz, kimsiniz." Ben kaptırmışım kendimi, firmayı, adımı, adresi ne bulduysam söylüyorum. Karşımdaki de sessizce dinliyor.
Yanlış bir telefon konuşması olduğunu anladığımda çok geç olmuştu. Ben özür diliyordum, karşımdaki gülüyordu. Özür özür üstüne telefonu kapadım, yerine bıraktım. Ben bıraktım da o beni bırakmadı. Tam 39 yıldır peşimde, hiç bırakacağa da benzemiyor. Allah bıraktırmasın ne diyeyim, oldu bir yanlışlık işte!
 
*
İki yavruma da ilk okuldan itibaren, kendilerini tam ispat edene kadar telefonla baktım.
Küçük kızım ilkokula başlayacaktı o yıl. "Biz ablamla evde yanlız kalalım." Dedi bir gün, abla dediği de kendinden sadece bir yaş büyük. Yormuştu bizi ayrı geçen yedi yıl, zor yıllardı. Hafta sonları buluşmalarımız dördümüze de yetmiyordu. Son yıl büyük kızımı akşamları, küçük kızımı da hafta sonları alıyordum. Daha önceleri küçük kızım yanımda büyük kızım hafta sonları bizimle beraberdi. Ayrı geçen, göçebe misali, oradan oraya yaşamlar. Bakıma muhtaç iki küçük kızım, çalışmam gereken bir hayatım vardı.
Biz anne, baba onlar yavrularımız ama aynı zamanda arkadaşlarımız. Dörtlü grubumuzun görüşmeleri sonuca biz kararsız, onlar kabul oyu kullandı. Zafer onlarındı! İkiye iki, kazanan onlar, nasıl olduysa? Çaresizlik ve telefon onlardan yana oyunu kullanmıştı. İki küçük yavru okuldan gelecek, soba yakacak, ikindi kahvaltısı hazırlayacak, ders çalışacaktı. Yavrularım, canlarım üzerine aldıkları vazifeyi yıllarca, gereğince bizi fazla yormadan yerine getirdiler.
Çocuklarımızı bir bakıcıya değil, bir telefona emanet etmiştik. Gerçi o yıllarda bakıcı diye bir meslek henüz oluşmamıştı.
Bir elim telefon olmuştu artık, tabi onlarında bir eli. Kulağıma yapışık çalışıyordum adeta. Korunma içgüdüsüydü yavrularımın, anne sesiydi, yanlızlıktan sıyrılma, beni yanlarında hissetme duygusu. Neler anlatmaz, neler sormazlardı ki!
*
Sanırım kendime verdiğim bir tatil günüydü, işe gitmemiştim. Çalan telefonu kaldırdığımda bir bayanın hızlı ve sertçe konuşmasından ne dediğini tam anlayamıyordum, pür dikkat dinledim ve sonunda "çocuğu kapınıza getirip bırakacağım, haberiniz olsun." diyordu. Önce anlamadım ama sormadım da, eşimin adını vererek konuşmuş, artık bıktığını, böyle devam edemeyeceğini ve çocuğuna sahip çıkmasını söylüyordu.
"Sakın çocuğu kapıya bırakma, zili çalarsan ben alırım." dediğimde benim şaşırmam gerektiği yerde o şaşırmıştı. "Adresi vereyim mi? Yoksa biliyormusun?" dediğimde ise sertçe "Görürsünüz bak." diyerek telefonu kapadı.
Günlerce o çocuğu bekledik eşimle, tabi gelmedi. Aylarca kafamızı kurcaladı bu telefon konuşması, kimin yaptığını, niye yaptığını, sadece isim benzerliğimiydi bilemedik.
Ben mi? o dakika ve ondan sonra da hiç kuşku duymadım. Delidir doludur emeklim ama bu konuda bana sonsuz güven vermiştir ta ilk günden beri...
 
*
Kızımın kazasını da bir telefonla öğrenmiştim, babamın ölümünüde. Düşünürsek yaşamımızın ne çok yerinde varmış telefon...



Öykü Atölyesinin
Fotoğrafın dili için hazırlanmıştır...
 
 
 
 
 

Çarşamba, Aralık 16, 2009

ÖZLEDİKLERİMDEN


Akşam karanlığı çökmüş, soğuk daha çok bastırmıştı. Yakalarımı kaldırmış ellerim ceplerimde yürürken yüzüme çarpan soğuk halamı hatırlattı bana, "Rahmet istedi" dedim kendi kendime. Hiç sevmezdi kışı, soğukla başı hiç hoş değildi. "Allahım eğer bu dünyada işe yarar bir şey yaptım ise kışın alma canımı, giremem o soğuk toprağa" diye dua ederdi. Dileği kabul oldu, gittiğinde yazdı. Bu dünyada işe yarar çok şey yapmış, ona ihtiyacı olan herkesin, yetimin, öksüzün hep üzerinde olmuştu eli...
 
Canım halam benim, dünya iyisiydi. Babamın ablası, hem babamın hem bizim annesi, koruyucusu. Her zaman birşeylerle uğraşırdı, hiç oturduğunu görmezdim onun. Günde bir saat kuran okumak için oturur, kalan tüm zamanında çalışırdı. Hiç işi olmadığı zamanda bile iş yaratırdı kendine. Bükülen boynumuza bakar "tamam tamam" derdi. Börek açar, mantı yapar, yoğurtlu hamur pişirirdi. Bir daha hiç yiyemiyeceğim o börek ve mantıları!
 
Pırıl pırıldı evi, mis gibi sabun ve huzur kokardı. İlk hatırladığım yıllarda sedirlerin arkasındaki saman yastıkların üzerindeki beyaz, uçları dantelli patiska örtüler ne kırışır ne de kirlenirdi. Sonraları divanlar, koltuklar yastıklar hiç kirlenmezdi sanki ve hep temiz olur, düzgün dururdu. Yatağına hayrandım, dantelli patiska çarşaflar, patiska çarşafla kaplanmış saten yüzlü yorgan, kılıflar, örtüler. Komidinin üzerinde duran gece sürahisi, üzerinde dantel örtüsü. Perdeler, tüller. Her zaman temiz ve muntazamdı...
 
Dört oğlu olmuştu halacığımın, çok istediği halde bir kızı olmamış evde ilk doğan kız ben olduğumdan beni de çok sevmişti. Eniştem ve dört erkek çocuk! zordu işi gerçekten. Eniştem berberdi ve eve her akşam yığınla beyaz havlu getirirdi. O havlular gece yıkanır, asılırdı bir gün sonraya kuraması gerekti çünkü. Bir gün önce yıkanan öbür havlular ütülü halde sabah dükkana giderdi. Beş erkeğin pantolonu, gömleği her zaman ütülü ve giymeye hazırdı. O zamanlar nerde? Kot, tişört,switsört. "Çakı gibi ütülü" derlerdi pantolonlar için. İşte öyleydi beş erkeğin pantolonları. İlk önceleri bunları kömür ütüsünle yapardı. Mangalda yakılan kömür kıpkırmızı olduğunda ütünün içine konur, kızgınlığı geçene kadar ütü yapılırdı. Çok sonraları çıkmıştı elk. ütüleri...
 
Evdeki işleri ne zaman bitirirdi ki! ablasına gider onun da işlerine yardım ederdi. Sonra bize gelir annelik yapar, işlerimizi düzene getirir sonra döner giderdi evine, kendi işlerinin başına. Ablası, yani benim büyük halam hiç iş yapmayı sevmez, sıkışınca kardeşini çağırırdı. Onun da hiç iş yaptığını görmezdim. Gelir düzeyi çok yüksek birinle evlenmiş olmanın rahatlığını yaşardı. İki kız kardeş, iki farkı kişi gibi ayrıydı huyları...
 
Halamla ilk anılarımda, yere yayılı bir sofra bezi, üzerinde pazardan alınmış sebze meyvelerin ayıklanmasıdır. Çok küçüktüm sanırım, elime geçirdiğimi çiğ çiğ yerdim. O bir elimden alıyor ben öbür elimle alıp yiyordum. Patetes, patlıcan, fasülye hayal mayal aklımda kalanlar. İşine engel olduğumdan beni alır merdivene oturturdu çoğu kez. Merdivenin parmaklıklarından inemez ağlardım, bazen elime bir şey verirdi. Ben yine hem ağlar, hem kemirir, hem de onu seyrederdim...
 
Hiç ayrılmak istemezdim o evden, beni çeken halamın ve eniştemin sevgisiydi, çok severdim onları. Toplantı evimizdi orası. Bayramlar, ramazanlar, kandiller, hafta sonları. Akrabaların bir araya geldiği yer. Bir daha asla sahip olamayacağım ve asla unutamayacağım güzel ev. Zamanla mekan değişir ama evin içi asla değişmezdi, her zaman temiz, düzenli, huzur ve sevgi dolu...
 
Yüzü çok ciddi ifadeli olmasına karşın içinde sakladığı pamuk gibi bir yüreği vardı. Sevgi kokardı bana, her sarıldığımda huzur bulurdum, her zor anımda farkında olmadan dizlerinin dibine çöker, başımı göğsüne dayardım. İki yavrumun doğumunda da ellerimi ona uzatmış, ondan güç almıştım...
 
İlk oğlunu Sarıkamış'a askere gönderdiğinde, başının iki yanından sarkan tülbentine devamlı gözyaşlarını siler, özlemini bitiremediği işlerinle geçiştirirdi. İki kış, zaten sevmediği soğuk ve kar'a öfkelendi durdu. İlk özlemiydi onun ve belkide hepimizin...
 
Sırasıyla evlendirdi çocuklarını. Sırasıyla gelinler eve geldi, ikincisi geldiğinde ilk oğlu ayrı eve çıkınca yine ağladı halam. İşi hiç bitmiyor yine de kalabalığı çok seviyordu. Aslında ilk gelin annemdi, babam ablasınla yaşıyor olması annemin o eve gelin gelmesiydi. Ağabeyim ve ben o evde doğduk, halamın eline, ebeyle. Benden sonra halamın dördüncü çocuğu olduğunda evin yetersizliğini anlamış olacaklar ki biz ayrı eve o zaman taşınmışız...
 
Sıcaklığı, vefakarlığı, hamaratlığı küçük olan akraba grubunda çok iyi bilinir, herkes teyze, hala diye ona koşardı. Ablasının gelini bir trafik kazasında ayağını kırınca, ilk geldikleri yer o evdi. Günlerce yeğenine, eşine, kızına baktı. Oysa yeğeninin annesi ve kayınvalidesi de vardı. Yaptığı her işi vazifesiymiş gibi yapar bundan da hiç yüksünmezdi. Evinde her zaman yemek bulunur, gelen kaç kişi olursa olsun, doyurmadan göndermezdi. Bunun içindir sanırım akrabanın tüm düğün yemekleri o evde yenir, mevlütlar o evde okutulurdu. Bir keresinde " Bana biçilen kaftan bu, bunun için geldiysem giymek zorundayım." dediğini duydum. Otuzlu yaşlardaydım o zaman, ne demek istediğini anlamıştım. Gücünü inancından alıyordu...
 
Her zaman tertemiz giyinirdi, çok güzel elbiseleri vardı ve iki adet uzun, belden lastikli eteği. Elbiselerinin üzerine geçirirdi bu etekleri. Biri namaz, kuran okuduğu zamanlar için, öbürü iş eteğiydi. "Şart, surt" derlerdi eskiden onun için çok önemliydi bu...
 
Altmışlı yaşlarındaydı, oğlu Almanyaya gittiğinde. "Ben gurbette değilem, gurbet benim içimde" şarkısını dolamıştı diline, yine ağlıyor yine tülbentine gözyaşlarını siliyordu. Torunu kalmıştı eline, onu da baktı, büyüttü, okula gönderdi...
 
Eniştemin amansız hastalığının son günleriydi, akşamın geç bir vakti gittiğimde yemek yerken buldum halamı. Gözünde yaş elinde kaşık vardı. "Bu gece çok kötü hazırlıklı olmam lazım, aç yeri ayrı, acı yeri ayrı ne yapayım." demiş akasından da babana haber ver gelsin yemek yesin, burada kalsın." demişti. İçine doğmuştu, eniştemn son gecesiydi o gece...
 
Hiç isyanları yoktu, sadece babam öldüğü zaman "Haksızlık bu, benim sıramdı" deyip durdu, ama ağlamadı. Yine o evdeydik, halamın dizinin dibinde. Acılarımızı sevgisinle sarmak için..
 
Yetmişiki yaşındaydı, tansiyonu onu taşıyamayacaktı artık. Tüm beden ölmüş ama kalp gitmek istemiyordu. Çok sağlıklı bir kalp dedi doktorlar. Aslında o yürek sağlam değil ana yüreğiydi, iki gün mücaadelesini verdi ana yüreği. Oğlu Almanya'dan gelene kadar mücaadele! oğlunun sesini duyduğunda, rahatladı. Huzura kavuştu...
 
Rahat uyu halacığım, bu dünyada yapılabileceklerin en güzellerini yaptın. Sana biçilen kaftanı çok güzel taşıdın...
 
 
 

Perşembe, Aralık 10, 2009

MERAK BU YA!!!


Zaman zengini, nakit zenginine destek için niye bu kadar çok kendini yorar?
*
Devamlı "Kalbim" yağını kullandığımız halde kalp krizi geçirirsek reklam firmasının suçu ne kadardır, tazminat davası açsak kazanma olasılığı % kaçtır?
*
Silivri Üniversitesi hocaları vizelerden sonra evlerine döner mi, yoksa yan gelip yatmak hoşlarına gitmiş olabilir mi?
*
Apo'nun odasını "17 sm2" küçük yapan mimar hiç mi okuduğu okullarda matematik dersi görmedi, hesabı şaşırdığınla kalmadığı gibi bunun hesabını başkalarının vereceğini düşünmedi mi?
*
Tüm yazar çizerler sıraya girmiş her gün biri hulahop çeviriyor, son aylarda hulahop modası mı başladı?
*
Üretimini üstlendikleri gıdalar ile sadece gelirini düşünen, çocukların sağlığını hiç düşünmeyenler, herkesin gözyaşı döktüğü şehit cenazesinde ağlamış olabilirler mi?
*
Domuz gribine yakalanan Hande Yener hayranlarına yazdığı "veda" şarkısını, iyileştikten sonra olası başka bir hayvan gribine erteler mi?
*
Bekir Coşkun, yuva değişikliği telaşından coşkunluğunu mu kaybetmiştir?
*
Çoşkuyla karşılama törenleri düzenlediğimiz yeni yıl geldiğinde, önemsemeyip bir kenara attığımız eski yılın "ahı" tutar mı?
*
Otobüste yanımda oturan kızımız sıkışık bir durumda, aynı anda iki cep telefonuyla mesaj yazabiliyorsa, rahat bir ortamda kaç cep telefon ile mesaj yazabilir?
*
Üç yıldır yapraklarını döke döke bitiremeyen ağaç, yeni filiz verirse üç yıl daha mı yaprak dökümü olacaktır?
*
Blog dünyasının hızla çoğalması, komşuluğun hızla tükenmesi sonucumudur?
*
Ekranlara başını bağlayarak çıkan Esra Ceyhan, yeni moda sunucu önderliğine mi soyunmuştur?
*
Ece Temelkuran istediği yaşda kalma garantisi mi vardır, "zavallı yaşlı insancıklar" diye bir yazı yazar?
*
Hem şöhret, hem evlilik iki alana bir bedava gelinlik bizden diye, promosyonlar sevildiği için mi çöpçatan programlarında evlenmeyi tercih ederler?
*
Nüfusun % kaçı bekardır ki! bu kadar çok evlenme programları var?
*
İlkokul öğrencisi Ece Nur "Ben türbanımı çıkarmam" dediğinde sessiz kalan yetkililer, "Sabahları forma giymek zor geliyor, ben pijamalarım ile sınıfa girecem" diye tutturan başka bir ilkokul öğrencisine ne derler?
*
Herkes mışıl mışıl uyurken, gecenin bir yarısı bu saçma sapan düşünceleri yazdığıma göre bende bir gariplik var mıdır?

Salı, Aralık 08, 2009

BU GÜNLERDE EN ÇOK BUNA İHTİYAC(IM)IZ VAR


Gerçek sabır yaşamayı öğretir! Çünkü…


Sabır, bekleyebilmektir. Ve beklemek, büyük bir güç ister Beklerken umudu yitirmemek gerektiğini, bekleyebilecek kadar memnun olabilmek gerektiğini öğreten sabırdır...


Sabır, karşılaşılan olaylara razı olmaktır “Her sorunun bir fırsat Her fırsattın da bir sorun” olduğunu gösterir Dolayısıyla gelen acıyı, yüzünü buruşturmadan, kucaklamanı sağlar...


Sakinliktir, sabır sabrın olduğu yerde telaş barındıramaz. Kendini onca acısına, yüküne rağmen sabır kişiye dinginliği öğretir. Şikayeti unutturup, çözüm üretmeyi öğretir...


Başına bir musibet geldiğinde, dayanmaktır sabır. Zorluklarla güçlüklerle, tersliklerle baş edebilmektir. Hata bu musibetleri gizleyebilmektir. Ve Sabrın yalnız musibete, güçlüğe göğüs germek olmadığını öğretir, sabır. Rahatlıkta, düzlükte de öğretenin sabır olduğunu gösterir. Ve hazları ertelemenin güvenini yaşatır. Hak ettiğini yaşamak yerine hakkını başkaları ile paylaşarak bereketlendirmeyi öğretir...


Sabır, kişinin hedefine ulaşabilmesini ve onu koruyabilmesini sağlayarak, olgunlaşmasını öğretir...

”Her şeyin zıddını var ettiğini” deneyimletir, sabır. Her aşılan acının bir haza karşılık gelen sebebi olduğunu öğretir. Ve acıya direnen kişinin ancak, hazzı yaşadığını, acıyı yaşamayanın hazzın kıymetini bilmediği gibi, keyfini de sürdüremediğini ve ancak anlık acıları yaşayanların, sürekli, uzun soluklu hazlarla tanışabildiğini kişiye gösterir...


Sabır var olana duruma güç yetirmek, gelecek olana da gücünü biriktirerek çıktığın yolda, yönünü şaşırmadan yol alabilmektir...

O nedenle; Gerçek Sabır Yaşamayı Öğretir....



Kutuma gelen bu güzel mesajı paylaşmak istedim.

Perşembe, Aralık 03, 2009

HEDİYE


Anneciğimin pompalı bir gazocağı vardı, devamlı mücaadele halindeydi onunla. Söylenmeden bir kere bile yaktığını görmemiştim. Çok sonraları ne kadar zor olduğunu tahmin etsem bile o zamanlar niye bu kadar söylendiğini hiç anlamazdım. Bana göre ocağı yakmanın keyfi bile vardı, özel oluklarına dökülen ispirtoyla yakılır, daha sonra pompalayarak üst kısmına alevlerin çıkması beklenirdi. Gaz, özel delikli tepesine ulaşınca ocak yanardı. Yakma aşamasında çıkardığı yüksek ses daha sonra azalsada, yandığı müddetce "ben yanıyorum" sesi evin her köşesinden duyulurdu.
.
Zaman zaman gaz haznesinde tıkanmalar yaşanır, yakmak oldukça zorlaşırdı. Bu nedenle de bakkallarda "gazocağı iğnesi" satılırdı. Benim ilgimi çekense bu iğne olurdu, saç teli kalınlığındaki iğne üç yada beş kullanımdan sonra kullanılmaz hale gelir ve kullanmadığım okul çantası içinde biriktirdiğim ne bulduysamın yanında yerini alırdı.
.
Kışları soba ikinci ocak olarak kurtarıcı olurdu, sularımız güğümler ile soba üzerinde kaynatılır, çorbalarımız soba üzerinde karıştırılırdı.
.
Aslında anneciğim ne kadar söylense haklıydı, tüm devrin kadınları gibi. Pompalı ocaklar ha deyince yanmaz, aksilik eder, canı isteyince yanışını değiştirir aleve dönüşür, tencerelerin altlarını hep is yapardı. Tencere altı islerini sirkeli kül ile ovarak temizlemeye çalışırdı anneciğim. O zamanlar ne kadar normal geliyorsa bugün için yazması değil düşünmesi bile zor geliyor bana.
.
"Mümkün olduğu kadar günlük yapılan, artınca tel dolaplarında saklanan yemekler. Etin, kıymanın günlük alındığı, yoğurdun plastiğe girmediği, içme suyunun, içtiğin her an buz gibi tazeliğinde küplerde saklanıldığı, badananın mis gibi kireç koktuğu, içine civit katıldığında maviye dönüştüğü, geniş pencere haznelerinde sardunyaların yetiştiği yıllar."
.
O gece yine uyuyamamış babamın gelişini beklemiştim. Babam işi dolayisiyle geç saatlerde gelirdi. Bense yatar ama bir türlü uyuyamazdım. Babamın gelişini bekler, kapı tıkırdısı duyduğum anda yorganıma sarılır ve anında uyurdum. O gece sanırım bir hayli geç olmuştu, köşe başı sokak ışığının içeri yansımasında kendi kendime icat ettiğim tüm oyunlar bitmiş daha babam gelmemişti. Annemin aşağıdan gelen makina tıkırdıları da yoktu. Dikiş dikmediğine göre örgü örüyor olmalıydı.
.
Canım anneciğim örgü örerken, günün yorgunluğundan çoğu kez kolunu sedirin yastığına dayar, oturduğu yerde uyurdu. Ama yine de yumuşak dokunuşlu kapı çalınmasını anında duyar hemen kalkardı.
.
O gece babamın gelişi biraz sesli oldu. Alt kattaki sofamızdan kağıt hışırtıları, babamın yavaş yavaş birşeyler anlatması, annemin sessiz sevinç çığlıkları geliyordu. Merak etmiştim, yorganı üzerimden sıyırdığım gibi pijamalarımın paçalarını kıvırdım. Annemin diktiği pijamalarımız nedense hep uzun olur, gece kalkışlarımızda zorluk yaratırdı, bir iki düşmelerimin sonucu kolaylığını bu şekilde bulmuş olmalıyım.
.
Alt kata indiğimde annemle babamın hayret bakışlarını, babamın " sen yine mi uyumadın?" demesini, annemin "Yine ışık oyununa dalmıştır." aslında "Seni beklemiştir yine" yerine geçen cevabı hiç unutamadığım anılarım arasındadır.
.
Babamın getirdiği, açılmış paketteki sofanın orta yerinde duran ocağa dikkatimi vermiştim. Babam anneme bir hediye almıştı. Yepyeni bir "Fitilli gazocağı" Bu, diyordu babam "İs mis yapmıyor, kolayca da yanıyor, sadece fitilini yakmak yeterli."
.
Annem hediyesinden son derece memnun gülümsüyor, bense bilmiş bir tavırla ocağı inceliyordum. "Biliyorum daha önce gördüm, ama keşke Fayıka teyzemlerin ki gibi borulu alsaydın, onlar daha güzel."
.
(Canlarım benim)Annemin ve babamın şaşkın gözlerini arkamda bırakarak yatmaya çıktım.
.
Annemin uzaktan akrabası olan Fayıka teyzemlerin ocağı, dışarıdan evlere borulur döşenerek getirilen havagazı ocağı idi. Bir nevi bugünkü doğalgaz gibi.
.
Annem hediyesine çok sevinmişti ama! İki ocakla birlikte annemin söylenmeleri iki katına çıkmıştı. İki ocağı birlikte kullanıyor, fitilli gazocağını yakarken de söyleniyordu. Sanırım sorun ocak değildi.
.
Söylenmek biz kadınlara rahatlık veriyor olmalı. Bu günü düşünürsek, çamaşır makinasında biten çamaşırları çıkarmak için söyleniriz, bulaşık makinasını boşaltırken söyleniriz, elektrik süpürgesinin sesine sitem eder dururuz.
.
Çok değil, annemin ölümü bir seneyi doldurmamıştı daha, evimize yeni çıkan tüp ve tüple yanan üçlü ocak alındı. Ve ben, biz kadınlara kolaylık sağlayan ne kadar teknolojik alet çıkarsa çıksın, her yeni bir aletle annemin göremediği tüplü ocağa ağlarım.
 
 
 
 Öykü Atölyesinin
"Hediye" kelimesi adına hazırlanmıştır.

Cumartesi, Kasım 28, 2009

BAYRAMIN GÜZEL YÜZÜ



Sabahları uyandığımda algılamaya çalışırım günü. Neydi bu gün? Ne yapılacak? Programda ne var? Gibi sözcükler düşüverir aklıma.
Bayramın birinci günü aynı çelişkilerle uyandım. Hımm evet, bugün bayramdı!
.
Kalk, giyin, kahvaltı hazırla, sabah çayı, gazete. Hergün kü gibi bir gün işte, dün de aynıydı, değişen neydi? Tarihler bayram diyordu. Bayram namazı, birgün evvel yapılan bayram yemekleri, dışarıdaki değişik koşturma da bayram diyordu. Oysa evim dün gibiydi, dün fazlası yapıldığı için belki biraz günlük işler daha az. Düzenli bir ev, müze gibi her şey yerli yerinde ve günü yaşamaya başlayan iki emekli!
.
Bayramın ilk sesi canım cadım'dan geldi. Günün ilk saatlerinde, çok uzaklardan tlf. ederek bayramımızı kutluyordu. Canım cadım çok teşekkür ederim, bayrama senin sesinle başlamak çok keyifliydi.
.

Çok geçmeden kapı zili ikinci sesi verdi, açılan kapıda tüm güzelliği ile bayram duruyordu. Lokum'um, canım meleğim annesinin elinden tutmuş, simsiyah iki boncuk göz, her zaman içimi aydınlatan gülümsemesi ile evimize bayramı getirmişti.
.
Çok sürmedi, bayramın ikinci yarısının kapıdan girmesi. Prensesim ve Miniğim ile günün bayram olması evde avaz avaz bağırıyordu. Tabi bu arada ev müzelikten çıkmış yaşama dönüşmüştü. Artık ev buram buram yaşam ve bayram kokuyordu.
.
Yürürken ayağına dolanan bir logo parçası, koltukların üzerinde park eden küçükcük arabalar, yerde yuvarlanan bir top, topun peşinde emekleyerek koşturan miniğim, yanında taşıdığı ödevini masada yapan prensesim, yanında ona kağıt kalemle resim çizerek eşlik eden lokumum. İşte yaşam! İşte Bayram!
.
Bu arada ödevini yapan prensesime " Beraber masamızı hazırlayalım mı? Bugün bayram ödevini daha sonra yaparsın." dediğimde ise hayatım boyunca unutamayacağım, "Ama anane bu zaten bayram ödevi." demesine cevap bulup veremedim. Ne denilebilirdi ki!
.

Ve özel birgün olarak iki bayram bir aradaydı bizim için. Miniğim Can'ımızın doğum günüydü, bir yıl geçmişti aradan oysa dün gibiydi dünyaya merhaba değişi.
.
Aslında bayramları bayram gibi yaşamak hiç zor değil, muhakkak herkesin bir sevdiği vardır. Annesi, babası, kardeşi, çocuğu, torunu, eşi, arkadaşı, komşusu. Sevgiyle kurulan bir masa, muhabbetle içilen bir kahve, huzurla oturulan bir koltuk. Yaşamak istersen neler anlatır sana, görmek istersen sarar sarmalar sıcacık.
.
Günün sonunda ise bayramın öbür yüzü çok acı vericiydi. Haberleri izlerken ekrana yansıyan görütüler son yıllarda bilinen gerçekler olmasına karşın yine de hayrete düşürdü bakışlarımızı. Sağlıksız kurban kesimi, caddelere, denizlere sel halinde yayılan kan, "hayvan" dediğimiz bize herşeyi ile hizmet eden canlılara yapılan işkence (evet resmen işkence diyeceğim) kaçan boğayı ateş ederek öldürülmesi bizi insanlığımızdan ve nerdeyse müslümanlığımızdan utandıracak boyuttaydı.
Her yıl artan bu duyarsızlığa "dur" diyecek olmadığı gibi, konu bile edilemeyecek mazeretler de ayrıca daha bir utanç vericiydi.
.
Bizim zamanımızda (yine dedim ve sanırım daha da diyeceğim) kurbanların kanı açılan çukurlara akıtılır, çukur üzerinde bütün işlemleri tamamlanır ve çukur kapatılırdı. Bir damla kan bile etrafa sıçramaz, kurbana saygı gösterilirdi. Dinimizin gösterdiği yolda dağıtımı yapılır, et stoku düşünülmezdi bile.
Değişen herşey gibi değişen bir toplum!!!
.
Bugün bayramın ikinci günü, Can'ımızın doğum gününü bir gün gecikmeyle kutlayarak "İyi ki doğdun CAN" dedik.
İyi ki doğdun CAN'ım , iyi ki doğdun miniğim.
 
 
 
 

Cuma, Kasım 27, 2009

BAYRAMLARI BAYRAM GİBİ YAŞAMAK DİLEĞİYLE



Yünümle ısınırsınız
Etimle doyarsınız
Sütümle beslenir
Postumu serersiniz
Derimle gezer
Dilimle meze yaparsınız
Beynim salata
Bağısaklarım bumbar
İşkembemi bile yıkar ovalar
Çorba yaparsınız
Bacaklarım bacaklarınıza sağlık
Ciğerlerimde vitamin ararsınız
Adak olurum işiniz rast gittiğinde
Kurban olurum bayram geldiğinde
.
Bir tek kanımdır bana kalan
Lütfen bir çukur açıp
Beni gömermisiniz?
.
Sofralarda buluşacağınız, kapılarda sarılacağınız, uzaklara ulaşacağınız, kırgınlıkların bittiği yerde, kardeşliğin duygu selinde
ve
tüm sevdiklerinizle gecireceğiniz nice bayramlar dilerim...
Sevgilerimle...

Çarşamba, Kasım 25, 2009

SEVGİLİ TÜTÜ'ME



Sevgili Tütü'm bana "mim" dedi.

Beni hatırladığı için öncelikle çok teşekkür ederim. Cevabım gecikti biliyorum ve araya giren mecburi postlardan dolayı kendisinden özür diliyorum...


Bloğuna neden bu ismi verdin?
İçinde bulunduğum zaman ve yer orasıydı çünkü. Hem ben kıyıları çok severim, koltuğun kıyısını, yatağın kıyısını, masanın kıyısını, sandalyenin kıyısını, ekmeğin kıyısını, denizin kıyısını.
Yaşamdan çok yol aldım, çok yoruldum. Şimdi ise yaşamın kıyısında geçmişi sorguluyorum, geçmişe yorulmadan kuşbakışı bakıyorum. Burası çok huzurlu, tüm zorluklarına karşın seviyorum YAŞAMIN KIYISI'nı...


Bloguna yazarken star tribiyle olmazsa olmaz dediğin şeyler var mı?
Genel olarak yok, kendimce imla kurallarına dikkat etmeye çalışırım. Türkçe'yi katletmeden, saygı sınırlarını zorlamadan, eleştiri hedefinin yerini ve zamanını iyi seçmek tercihimdir...

En son satın aldığın garip şey nedir?
Bir kutu kuşburnu poşet çayı.
Tüketime oldukça dikkat ederim. Hem ayağımı yorganıma göre uzatmak açısından, hem de emeğe olan saygımdan. Sahip olduğum herşeyin değerini bilirim. Fazlası tüketim çılgınlığı gibi gelir bana.
Alışveriş için adı olan bir markette, biten kuşburnu çayı almak için raflarda gezinirken her zaman aldığım markanın olmadığını gördüm. (Bazı ürünlerde marka tercihim vardır, az ve öz) "Ne olacak ki bu sefer de marketin markası olsun" diyerek aldığım kuşburnu poşet çayı daha buharla temas halinde iken kıpkırmızı olması ile tüm paket direk çöpe gitti. Sevgili eşimin "Çiçeklere veririz" düşüncesi bile çiçeklerin de bir canı olduğundan vazgeçildi.
 
Şeker gibi olduğun anlar?
Her zaman şeker gibiyimdir. (Unutmamak gerek ama, şekerin de nanelisi, tarçınlısı, karamellisi ve hatta biberlisi bile vardır.)


Arkadaşım, artık sormayın dediğin şeyler?
Arkadaşlarıma, dostlarıma "Artık sormayın" dediğim veya diyeceğim hiç bir şeyim yok. (Sevgili eşim her alışverişe yalnız çıktığında tlf. edip birşey sorduğunda "Yeter artık sorma." diyeceğim çok şey var ama!!!


Aynaya bakınca gördüğün?
Dost!
Yıllarca beni hiç terketmeyen, acımı, sevincimi paylaşan, gözgöze geldiğimizde ne olursa olsun gülümseyen gerçek bir dost...

Kendini okutan blog dediğin?
Satır aralarında sıkışan kelimelerle "İşte ben buyum" diyen her blog...
Bu blog sahibi-sahibesiyle karşılaşabileceğin yerler?
Hiç farketmez, yeter ki gönüller bir olsun...

Peki ben kimleri mimliyorum?

Bloglarda okuduğum kadarıyla bu mim hızlıca yayıldı. Ama yine de bloğuma uğrayan ve ilgisini çekerse yazmak isteyen herkese "mim" diyorum...


Sevgilerimle...

Salı, Kasım 24, 2009

EĞİTİM ORDUSUNA SEVGİYLE


Eserinin üzerinde imzası olmayan
yegane sanatkar
öğretmendir
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


ÖĞRETMENLER GÜNÜ
Uzaklardaki can dostum canım arkadaşımın, blog dünyasındaki dostlarımın, ışıksız köylerde ışık olmaya çalışan genç yüreklerin
Ve
Başöğretmenimiz ATATÜRK'ün yolunda yürüyerek, karanlıklara ışık tutan eğitim gönüllüsü ÖĞRETMEN ordusuna kutlu olsun...
 
 

Pazar, Kasım 22, 2009

KENDİMDEN UTANDIĞIM AN


Erkenden kalkmıştım o sabah. Güzel bir Nisan sabahıydı, bankaya, maaşımı almaya gidecektim. O zamanlar kartlar hayatımıza yeni yeni girdiğinden daha ATM'ler maaşlarımızla pek ilgilenmiyorlardı...

Kuyruğa girilecek, sıra beklenecek!!!

Kahvaltı etmeden, vakiy kaybetmeden gidip gelmeliydim. Dışarı çıktığımda, sabahın erken saati olduğundan ve daha bahar sıcak yüzünü göstermediğinden kuru bir ayaz vardı. Bir an vazgeçecek oldum ama "yolcu yolunda gerek" söylem eşliğinde yoluma devam ettim...

Banka, kuyruk, sıra derken maaşımı aldığımda sırtımdan ağır bir yük kalkmış kadar hafiflemiştim. Kendi kendimle kaldığım nadir günlerden biriydi, çok severim kendimle yalnız kalmayı. Ayrı bir keyiftir benim için. Yakaladığım bu keyfi sürdürmek amacı ile ilk rastladığım simitçiden bir simit alarak sahile doğru yürümeye başladım. Sahildeki çay bahçesine girerek bir masaya oturdum ve çantamı masanın üzerine bırakarak simide sarıldım, acıkmışdım...

Gelen çay eşliğinde simidimi yerken uzaktan onu gördüm, gayriihtiyari takılmıştı gözlerim. Ayaklarında çorap yoktu, spor ayakkabısının bağları da yoktu. Üstünde, kendine iki numara büyük gelen mont ise her tarafından soğuk almaya müsatti. Saçları çok kısa kesilmiş cin gibi bakan gözleri daha bir meydana çıkmıştı. yedi veya sekiz yaşlarında olmalıydı. Dalmış gitmiştim ona bakarken, sarıp sarmalama isteği bile oluşmuştu...
Çocuklar!
Hayatımı onlara hiç karşılıksız verebilirim...

Bakışımı yakalamış ve gözgöze gelmiştik. Bana doğru yürüdüğünde ben ani bir hareketle masanın üstündeki çantamı kucağıma emniyete almıştım. Yanıma yaklaştığında elimdeki mendil paketini uzattı. "Çay, çay içermisin, simit yermisin benimle" dedim. "Yok benim karnım tok, mendil alırmısın abla" dediğinde içimde kopan fırtınayı anlatamam. Bir kız çocuğu, sabah sabah sokaklarda mendil satıyor. Aslında çok var, bir tek bu çocuk değil biliyorum ama içimdeki fırtına masanın üzerindeki çantamı emniyete almam yaralamıştı beni. Çok utanmıştım kendimden, evet çok utanmıştım ve hiç unutamam...

Paketinde kalan dokuz mendili aldım, onun gidişini arkadan seyrederken "özür dilerim, özür dilerim" diye kendi kendime söyleniyordum...

Çok değildi, iki hafta öncesi sitenin kapısından çıktığımda ters istikamette süslenmiş korna çala çala giden bir gelin arabasına tebessüm ile bakmış yoluma devam etmiştim. O süslü gelin arabası ilk "U" dönüşünde arkamdan gelip, arabanın ön camından çıkan bir el ile omuzumdaki çantamı aldığı gibi beni de yere savurmuştu...

İçtiğim çay, yiyemediğim simit, yapamadığım keyif ve kendi kendimi rahatlatmak adına mazeretimi düşüne düşüne kalkarak çay bahçesinden çıktım. Tam çıkarken tatlı kızımız elinde yeni bir paketle çay bahçesine giriyordu...


Öykü Atölyesi
Fotoğrafın dili çalışmasıdır...
 
 


Salı, Kasım 10, 2009

TÜM YÜREĞİMİZLE HUZURUNDAYIZ



BU GÜN TÜM YÜREĞİMİZLE HUZURUNDAYIZ...
 
RAHAT UYU...

EN BÜYÜK ESERİN CUMHURİYET TÜRK GEÇLİĞİNİN EMİN ELLERİNDE...

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...

Pazar, Kasım 08, 2009

GDO' YA UĞRAMADAN ÖNCE



Müziğimiz böyleydi işte!




Sonra genetiği değişti, hatta aslı unutulup genetiğin genetiğini yaptılar...

Gerçi yeni nesil "Bu ne ki, hiç duymadık" diyebilirler. Bu müzik şıkır şıkır oynatmaz, acısı yoktur şıpır şıpır gözleri yaşartmaz ama sonsuz bir huzur verir yüreğe...

Facebook'tan ağabeyimden çaldım.
İki küçük çocuk, ergenlik çağı. Akşam saatlerinde hiç kaçırmazdık, sonuna kadar kitap eşliğinde dinlerdik...

Ve ikimizin de halen en çok sevdiği müziktir FASIL...

Dinleyin pişman olmassınız...

Perşembe, Kasım 05, 2009

DIŞARIDAN BAKINCA

Tamam!!!
Biliyorum çok zor bir dönemdeyiz, geçecek.(umudunu taşımak istiyorum.)


Bilim adamları "unutmak istediklerimizi hafızamızdan silecek ilaç"ı piyasaya çıkarmak üzereler. Farelerde denenmiş ve olumlu not almış, deney fareler peynir nasıl birşey hatırlamıyorlar bile.
Satışa sunulduğunda öncelikle kullanılacaklar listesinin başında, hele SB'da yüzdeli karşılarsa avuç avuç kullanırız artık...

Şu anda ilaç daha çıkmadığına göre, unutmak istediklerimizi görmezden gelip içinde yaşarken rahatsız, hatta çok rahatsız olduğumuz her şeyi dışarıdan bakarak sinirlerimizi belki gevşetebiliriz.
Ben bugün tüm yaşananları dışardan seyretmeyi yeğledim. Kahkaha atmadım belki ama, acı da olsa gülümseyebildim...

El arabasında hamsi satmaya çalışan balıkçı tezgahının reklamını yapıyor.
" Hamsi vaaaar hamsi, kuzu geni bunlar kuzu geni." Eh haklı, kuzu eti hamsiden daha değerli ya...

Prensesimle okul dönüşü konuşuyoruz.
"Annane ben çok korkuyorum, ya domuz gribi aşısını zorla yaparlarsa." Narçiçeğim benim, domuz gribinden değil aşıdan korkuyor...

Telefon kontörü almaya girdiğim bayideki satıcı gençten 100 kontör istediğimde.
"Ben size 250 kontör vereyim, 50 kontör hediyesi var." Ben abonelerle pek geçinemediğim için sormak zorunda kalıyorum. "Nasıl yani." Cevap tam onlara göre" 50 kontör veriyorsun, anında 100 kontör yükleniyor" !!!
"Yok çocuğum, birde benim için ilgililer sağ elinle sol kulağını göstermek zahmetinde kalmasın,sen bana 100 kontör ver."

Otobüsde arkamda iki bayan konuşuyor.
"Başbakan bile aşı olmuyor, karar verdik bizde olmayacağız."
Yani başbakan olsa onlarda olacak, yada başbakan vitamin aşısı olup domuz gribi aşısı oldum dese. Ohhhh rahatladık...

Durakta dünya tatısı yaşlıca bir bayanla konuşuyoruz.
"Dört yaşın altındakilere aşı yapmıyorlarmış, ben yetmiş yaşımı çoktan aştım dört yaş grubuna giriyorum zaten! aşı maşı olmam."
Oda kendince haklı, "çocuklar ve yaşlılar" diye birliktelik yapılmıyor mu?

Zerrin Özer, "Bambaşka biri oldum, jartiyer giyeceğim." demiş. Korkarım yakında jartiyer satışları patlar, fiatları da tavan yapar...

Sağlık Bakanlığının "Alo 184" hattına gelen sorular ise tam bir yurdum insanı.
"Ben çağrı merkezinde çalışıyorum. Mikrofonlar hijyenik değil bakanlık ne yapmayı düşünüyor?
Ben iki yıl önce bir domuzla fotoğraf çektirmiştim acaba domuz gribi olur muyum?
Öğrencime domuz gribi teşhisi kondu. Yazılı kağıdını okursam ben de olur muyum.
Kuş gribinde kuşlar itlaf edilmişti niye domuzlar itlaf edilmiyor.
Domuz gribinden sonra bit gribi de olacak bakan beye söyleyin millet su kullanmıyor."


"Güleriz ağlanacak halimize" de diyemeyeceğim çünkü her ikisi farklı da olsa duygudur!!! Artık bizde bulunmayan...
 
 
Hakkımız olan güzel günlere, dileğiyle sevgiler...
 
 

Salı, Kasım 03, 2009

TEK BAŞINA!!! TEK MUHALEFET...





Daracık koridor. Kasvet.
3 ampul var tavanda...
2’si yanmıyor.
Damarına bağlı serum şişesini eline almış, ayaklarını sürüye sürüye tuvalete gitmeye çalışan pijamalı bitkin bir amca... Tuvalet ortak. Kapısında şalvarlı bir teyzecik, terlikli... Onun elinde kutu. İşeyecek, ki, tahlil yapılsın. Hava yağmurlu, ziyaretçilerin ayakkabıları çamurlu, yerler leş. Simitçi tablası gibi açık, seyyar bir araba duruyor o koridorda... Üst rafında hastaların yemekleri, yağları donmuş, alt rafında kurumuş yemek artıklı tabaklar. Ağır bi koku, burnunun direği kırılır... Bi de varil var. Hastabakıcı tabakları oraya boşaltıyor. Varil mi daha pis, hastabakıcının önlüğü mü, tam kestiremiyorum... Giriyorum bir odaya, 6 yatak, içerde 16 kişi var, hepsinin suratı sarı, hangisi hasta, hangisi refakatçi belli değil. Yedek iç çamaşırları naylon poşetlere tıkıştırılmış, yatakların altında... Pencereler kapalı, biri çivilenmiş, çivi paslı, camlarda iki parmak kir, dışarsı görülmüyor. Çarşaflar, miden bulanır. Analiz ettirmene filan gerek yok, bildiğin safra ve kan lekeli. Özetle... Bok götürüyor.
*
Devlet hastanesi burası.
Ücra köşede değil...
İstanbul’da.
*
Bakın, güya önlem alıyorlar, salgın yayılmasın diye okulları kapatıyorlar... Okullardan virüs kaptığı için ölenlerin sayısı mı fazladır? Hastanelerden virüs kaptığı için ölenlerin sayısı mı?
*
Daha bu sene nur topu gibi doğmuş 40 küsur bebeği, öldürüp, bisküvi kutusunda verdiler... Hani okul?
*
İddia ediyorum... Okulları kapatacağınıza, hastaneleri kapatın, salgın daha az yayılır!
*
Çünkü...
Sırf üniversite sınavında fazla puan aldı diye, sahip olunacak bir vasıf değildir doktorluk... Sırf yandaş olduğu için, her badem bıyıklıyı başhekim yapmaman gerektiği gibi.
*
Dolayısıyla, domuz momuz hikâyedir, ahalimize illa aşı yapılacaksa, “idrak aşısı” yapılsın kardeşim... “İdrak yolları enfeksiyonu” tedavi edilene kadar, durmak yok, gömmeye devam.


YILMAZ ÖZDİL

03.11.2009

Çarşamba, Ekim 28, 2009

SANA MİNNETTARIZ



Eski tatlar yok, eski tak'larda. Fener alayları da, geçit törenleride yok...

Caddelerin ortasına kurulan, defne yaprakları, mevsim çiçekleri va bayraklarımızla hazırlanan CUMHURİYET bayramlarının en güzel süsü tak'larımız artık yok...

Geceleri sabahlara kadar ellerimizde bıkmadan salladığımız ışıl ışıl fenerlerimiz de yok...

Kültür merkezlerinde, radyoda çalınan marşlarla uyanmıyoruz artık bu en güzel bayramımızda...

Yaşlı, genç, çocuk, kadın ve erkek çoşkuyla bütün gün sokaklarda kutlamıyoruz bayramımızı...

Pencerelerde bayrağımız on evin üçünde dalgalanıyor artık...

Yıllar geçtilce unutuyormuyuz? Bu günkü özgürlüğümüzü borçlu olduğumuz CUMHURİYET'imizi...


UNUTULMAMASI ADINA
TÜM ULUSUMUZUN VE ÇOK DEĞERLİ DOSTLARIMIN CUMHURİYET BAYRAMINI İÇTENLİKLE KUTLARIM...
 
 
 

Pazartesi, Ekim 26, 2009

DERBİ SONRASI

Bu yazıya beni saatlerdir çalan kornalar zorladı,
yanlış anlaşılmasın aslında koyu
Fenerbahçeliyim,
hemde kendimi bildim bileli...

Günlerdir istemsiz oturduğum computer yazı yazmamı bekliyor, o bekliyor da benim ellerim klavyede bir türlü gezinemiyor.

Net'e giriyor bir iki yazı okuyor, dostları geziniyor çıkıyorum. Yazmak istemek istiyorum, yok olmuyor! Ne yazsam "lay lom" geliyor bana. Komşunun cenazesi varken benim TV izlemem gibi bir hisse kapılıyorum...
Cenaze aslında içimde, onu yazsam!
Yok neresinden tutayım, beceremem ki!
Vazgeçiyorum...
Artık akşam internete ne haber düşmüş telaşına da kapılmıyor, yazarları, çizerleri şöyle bir gezip içimde büyüyen duyguları yazıya dökenleri okuyup isyanımı bastıramadan kapatıyorum...
Tv de aynı duyguyla izliyor, kimse izlemesin diye tavan yapan dizilerin saatine denk gelen söyleşileri kızarak, gülerek, söylenerek izliyorum...
Bunları yazmış olmak için de yazmıyorum, gerçek beni gerçekten korkutuyor artık. Ülkem şimdiye kadar hiç olmadığı kadar karanlık...



Oysa biz, bizler ne günlere tanık oldu. Gazete alırken satanı tanımak zorundaydık. Aldığımız gazeteyi çantalarda paket içlerinde saklardık. Yollarda araba tekerlekleri yakılır dumanından boğulurduk. İşyerimize tabancaların çapraz ateş eşliğinden kaçarak girerdik. Haberleşmelerimiz kısıtlıydı, çok kişinin deterjan kutusu içine bırakılan ufak kağıt parçaları ile haberleştiğini, buluştuğunu bilirim. Bindiğimiz taşıt bizi evimize sağlam götürüp götüremiyeceğini bilemezdik. Neredeyse "kelle koltukta" yaşar durumundaydık...
Gün geldi, sokağa çıkmamız yasaklandı, her köşe başında askerlere çantalarımızı boşalttık, nüfus kağıtlarımız yaka rozeti gibiydi. Tüm taşıtlar birkaç km. arayla durdurulur arama yapılırdı. Yasak olmayan kitaplarımızı bile toprağa gömdük. Gece evlerde ışık yakmaya korktuk, ihtiyaç halinde bile karanlıkla körebe oynardık. Işık yanan evlere " acaba hücre evimi?" diye baskınlar yapılırdı. Korkutulmak için işkencenin resimleri uluorta yayımdaydı.
Belki de unuttuğum yada unutmak istediğim onca şey...


Ama yine de hep bir umut vardı, CUMHURİYET ve ATATÜRK. Düne kadar yerini koruyan, bizi biz yapan, her daim geleceğimize ışık tutacağına inandığımız en büyük değerlerimiz...


"Düne kadar" belkide çok insafsız bir yaklaşım oldu biliyorum da üç beş kişi birleşsek bile halka olmayı beceremiyoruz ne yazık ki!


Bu gün, düne ait anlatılarımın hiç bir sıkıntısı yok, tabi olmasını da istemem, istemem de yine de kör sağır olmak çok zoruma gidiyor. Bu gün yaşadıklarımızı hiç yaşamıyor gibi boş gözler, boş sözler eşliğinde, mümkün olan en eğlenceli yerlere odaklanıyoruz...


Bu gün kuş gibiyiz, bir orda bir burda. Hiç bir sıkıntımız yok ya!Arabalarımız altımızda, benzin istasyonlarda. Eh domuz gribi aşımızda geldi. Pazar gecesi derbi maçımızı da izledik, zafer kornaları eşliğinde gece yarısını ettik. Sokaklar hepten şenlik. Son günlerde havai fişeklerimiz hiç bitmiyor çok şükür...
Okullar tatil, hiç yoktan aileler tatil kazandı. Çocuklarımızın üzerinde oynanan oyundan kaç kişinin haberi var?
Kuş gribinde yumurta yemeyin, kenede paçalarınızı çoraplarınıza sıkıştırıp gezin diye bizim sağlığımızı düşünenler, domuz gribinde " Önümüz kış, boğazlı kazak giyin boğazını kaldırıp ağzınızı burnunuzu sıkıca örtün." Uyarısını yapacaklardı da domuz dinimizce yasak olduğundan özel ilgi alanına alıp, çözüm için uğraş vermeleri halkımızı rahatlattı. Nede olsa kuş gribinden ölünce şehit, domuz gribinden ölünce kafir olursun...
Konuşan kalemlerin kırılıp köy kuyuya atılmasının bize ne zararı var. Onlarda kötü yola düşmeselerdi.
Soğuk koğuşlarda kanser hastalığınla mücadele eden değerlerin bize faydası değil zararı dokunduğunu anlata anlata bitiremediler ya!
Şehit anaları, babaları VATAN SAĞOLSUN demediler mi ? şimdi faryadın anlamı ne? Gencecik bedenler, o masum canlar vatan için şehit oldular ve vatan şimdi sağsalim. Ellere teslim.
Fedakar başbakanımız Obama çağrısına, Türk'lüğün onurunu düşünüp ayıp olmasın diye 29 EKİM Tarihinde CUMHURİYET BAYRAMI'nda ABD olması, bizlerin onurunu kurtardığı için de ayrıca sevinmeliyiz.
İmralı haritacı başına, emekli maaşının bugünün şartlarınla geçim zorluğu çekmesin diye, emekli maaşlarını nasıl düzeltme yoluna gidilir diye yasa aramakla uğraşan ve çok kişi yararlanıp da yollarını şaşırmasın diye halkına kol kanat geren bir devlete 47 ne ki 87 olsun...


Olsun, olsunda biz daha bir horon tepelim...
Zorla kazanılmış, bu yolda nice canlar verilmiş, kanlar dökülmüş değerlerimizi yere serip üstünde horon teptiğimizi bilmeden...
 
 



Cumartesi, Ekim 17, 2009

KORKARIM



Korkarım
Yok olmasından sevgilerimin
Dünyayı gerçek yüzüyle görmek
İnsanları gerçek tanımaktan
 
Korkarım
Yarım kalmış sevdaların
Özlem yağmurlarından
Fotoğraflara saklanan hasretin
Siyah beyazına renk sıçramasından
 
Korkarım
Mum ışığındaki hayallerin
Kapısı olmayan dört duvarlarından
İçimdeki sokaklarda kaybolup
Kuru ot kokusu getiren
Rüzgarlarla savrulmaktan
 
Korkarım
Olurda bir gün ben
Ben olmamaktan
Gözyaşlarımın isyanından
Ayaklarımın ihanetinden
Yüreğimin taşlaşmasından
Sabrımın sınırlarından
KORKARIM...



Öykü atölyesinin

Kelime oyunları adına 

"KORKU" kelimesine hitaben yazılmıştır. 

 

Çarşamba, Ekim 14, 2009

BUGÜNE BAĞLANTILI BİR ANIM



Bir aydan fazladır çektiğim sancıların sonunda nur topu gibi bir boyun fıtığım oldu. Bel fıtığım büyüklüğünü gösterip, meydanı kardeşine bırakıp sinsi sinsi sessizliğe çekildi...

İki tertip aldığım kas gevşeticileri ile iğneler ve ağrı dindiricileri sonunda sağ kolumu mecbur olduğum işler dışında da kullanabilir hale getirdim. El ve kol uyuşmalarımı gecelere sakladım. Enseme ve sırtıma acı veren, hareketlerimi kısıtlayan kılıçlar bedenime daha az sızı veriyor artık. Gerçi sol gözümde ki buğulu bakış ile devamlı uçuşan kelebekler yerlerini çok sevmişler ki gitme gibi bir niyetleri yok.Doktor ablaları onlarında yakında gideceklerini, sıkışan sinirlerin özgürlüğe kavuşmasını beklediklerini söyledi. Benim sinirlerim özgürlüğe bira zor kavuşur ya! neyse...

Sonuçta; Birbuçuk ayın son iki günü en iyi olduğum günler oldu...
Ağrılarım, sızılarım, acılarım!!!

Özür dilerim; Yazı odam, arkadaşım, dostum, dert ortağım, arkadaşlarım, dostlarım. Sadece bir yazı yazmak istedim, giriş arabesk kurgusuna döndü...

"Acılarını paylaşırsan azalır, sevinçlerini yansıtırsan ışıtır." derdi babacığım...

"Kemik erimesi" hastalığımın seneyi devriyesinde durduğunu ve hatta azalmaya başladığını yıllık kontrol sonunda öğrendiğimde çok sevindim. Dr. ilaçlarımı muntazam kullanmamın bir sonucu olabileceğini söyledi. Artık beni saatlece hapşırtan burun spreyi yok, şimdilik calciuma devam. Çok sevindim, benim için önemliydi bu. İleri yaşlarda birinin desteğine ihtiyaç duyarak yaşamak oldukca zor ve acı verici...
Bu da sevincim!!!

Boşver yazı odam yazdığıma, çizdiğime bakma. Sağlığıma her zaman dua ederim, şükrederim ben. Bu yaşta daha ne olsun ki!
" Ne olacaktı bu yaşta, kızamık mı olacağız" demek istiyorum ama onu da diyemiyorum...
 
***
Bir akşam iş dönüşü eve girdiğimde küçük kızımın kaşındığı dikkatimi çekti. Allerjik bir bünyesi vardı ve bu yüzden çok çekmiştik. Bahçede çiçek ve böceklerle çok oynadığını, ellerini iyi yıkamadığını, dikkat etmesi gerektiğini yemek boyunca anlattım. Geceye doğru kaşıntısı arttığında karnına yayılan kızarıkların çiçek açtığını gördük. Belliki su çiçeği olmuştu. Sabah doktora gittiğimizde tahminimiz doğru çıktı...
Yıllık iznimin üç gününü kullanarak hastalığın ilk devresinde yanında bulunmak, büyük kızımı da yanına yatırıp birlikte hastalığı atlatmalarını sağlamaktı amacım...

Olmadı; Büyük kızım (büyüklüğü de, araları sadece bir yaş) suçiçeği olmadı...

Üç günün sonunda, yavruları acilen getirtilen teyzelerine emanetle dördüncü gün işbaşı yaptım. İşyerinde öğlene doğru bende bir durgunluk, bir halsizlik ve kaşıntı. Parmağımı kımıldatmaya halim yok. Kendimi yoklamaya başladım. Suçiçeği mi? yok canım olur mu?
Kaşındıkça kaşıntılarımın üzeri çiçek açmaya başladı, öğleden sonra doğru doktora. Doktor (çok iyi hatırlıyorum) hayretle yüzüme baktı. "Su çiçeği bu ama olamaz!" dedi. "Daha önce suçiçeği geçirdiniz mi?" Diye de sordu.
"Bilmiyorum Dr. hanım küçüklüğümü bilen kimsem kalmadı ki sorayım." dedim. Gerçekte çocukluğumu, küçüklüğümü bilen kimsem yoktu, bunu söylerken de içim sızlamıştı...
Ve ben 33 yaşımda bir çocuk hastalığına yakalanmış suçiçeği olmuştum...

Daha sonraları kabakulak olan küçük kızımın yanına ablasını yatırmış, onu da kabakulak yapmayı planlamış, onda da sonuç alamamıştım...
Bu sefer kendimden çok emindim, çünkü kabakulak olduğumu çok iyi hatırlıyordum. Ağabeyimle benim omuzlarımıza düşen yanaklarımızı annem cami hocasına ispirtolu kalemle eski türkce dualar yazdırmıştı ve biz aynaya bakıp saatlerce gülmüştük...

Ama halen kızamık geçirip geçirmediğimi bilmiyorum..

Salı, Ekim 06, 2009

H E Y H A T !!!



Kelimelerimi kaybettim
Gören bilen varmıdır
Bulursanız dokunmayın
Elleriniz acır




Duygularımı kaybettim
Eğer bir gün rastlarsanız
Sakın dönüp bakmayın
Gözleriniz yaşarır


Yıllarımı kaybettim
Ne bulunur ne rastlanır
Acımasızca yok olurken
Eski bir yürek mirasıdır
 
 

Cumartesi, Ekim 03, 2009

ŞEKER RESMİ GÖRMEKTEN BIKANLARA




















Aslında yazmak istediğim çok şey var.
Yazma vakti ve sıhati bulunca muhakkak ki yazacağım!! Ama hergün bloğuma girince çikolata resmi görmekten bıktım. Bu gidişle şeker ve çikolata yiyemiyeceğim.
Bu şekerlerden nasılsa bıkılmaz...

Cumartesi, Eylül 19, 2009

ZAMANDA BAYRAM


Tuttuğum ilk oruç arife gününe rastlar. Yaz başıydı sanırım, çünkü okul açıkken başlamış olan ramazan karne aldığımızdan sonra da devam etmişti. 1.sınıfdan 2. sınıfa geçmiştim o yıl...

Yaşıtım kuzenimle birlikte, bahçedeki asma altında oynarken karar vermiştik oruç tutmaya, . "Artık çocuk orucu değil büyük orucu tutmak istiyoruz" diyecektik büyüklerimize...

Çocuk orucunu çok tutmuştuk, öğlene kadar!!!

Hem büyük halam ne demişti? Küçük halam ve annemle konuşurken " Onun bayramı mı olurmuş? oruç tutmuyor ki, ne bayramı yapacakmış."
Demek ki, bayram oruç tutanlar içindi ve bizde oruç tutacaktık, büyük orucu...


Asla unutamadığım bir gündür. Çok acıkmış, belli etmemeye çalışmış ve iftara kadar açlık hissetmediğimizi devamlı tekrarlayıp durmuştuk, kendimizi terbiye ediyorduk herhalde...

En temiz mendillerimizi cebimize koyup iftarda yemek için canımız ne çektiyse saklamıştık içine. Şeker, asmadan kopardığımız koruk üzüm, küçük kuzenimin karşımızda yediği ceviz ve can eriği.
Büyük orucu zordu ama bayramı hak etmek için dayanmalıydık...


Bizim zamanımızda bayram demek; Yeni giysiler giymek, yeni ayakkabı, "Ali Muhittin Hacıbekir" şeker kutusunun açılması, büyüklerimizden alacağımız bir kenarında renkli işi olan kenarları parispuanlı opel bezinden narin mendiller, koncları dantelli çorap ve en güzeli Aziz amcaların yakınında kurulan lunaparktaki kayık salıncaklar demekti...

Daha sonraları bayramlar bana hep acı geldi, hiç sevmemeye başlamıştım bayramları...

Çocuklarımla bayramlar geri geldi. Çocukluğumun bayramlarını çocuklarıma yaşatmaya çalıştım.Yeni giysiler,yeni ayakkabılar, süslü mendil ve Ali Muhittin Hacı Bekir şekerlemeleri ile...

Şimdi bayram, arife gününden zevkle yaptığım özel bayram yemekleri ile, evimize doluşacak çocuklarımızla, torunlarımızı karşılamak...

HEPİNİZİN BAYRAMINI EN İÇTEN SEVGİLERİMLE KUTLAR, SEVDİKLERİNİZLE SAĞLIKLI, MUTLU, UMUTLU, SEVGİ DOLU NİCE GÜZEL VE ŞEKER TADINDA BAYRAMLAR DİLERİM...

Sevgilerimle...



Pazartesi, Eylül 14, 2009

KIZLAR ÜLKESİ



" Annem ne zaman doğduğumu hatırlamıyor. Ne yılı, ne ayı, ne de günü biliyor. Tek bildiği, çok fazla ağladığım."

"Annemin ben doğarken yaşadığı bu hayal kırıklığı garipti. Çünkü bizler, Maso halkı, kız çocuklara erkek çocuklardan daha çok önem veririz; bu yüzden Çinliler memleketimize Kızlar Ülkesi der. Bizde, ailenin yaşadığı ev, erkeklere değil kadınlara miras kalır ve evi onlar yönetir."

"Geleneklerimize göre bir aile asla bölünmez.Kız ve erke çocuklar bütün hayatları boyunca anneleri ve annelerinin akrabalarıyla kalır. Bütün aile üyelerinin doğdukları evde, yani anneleri ve anneannelerinin evinde ölmesi uygun düşer."

"Bizim ailede hiç erkek yoktu. Bizle yaşayan ne bir dayı, ne bir erkek kardeş ne de bir oğul vardı."

"Kadınlarla erkeklerin evlenmemesi gerekir. Çünkü aşk mevsimler gibidir: Gelir geçer."


ELVEDA KIZLAR ÜLKESİ
Yang Erche Namu ve Christine Mathieu

İlk 50 sayfasında olmama karşın beni sıcak bir şekilde saran yumuşacık bir kitap. Himalaya Dağları'nın gölgesindeki bir bölgede yetişen bir kızın gerçek hikayesini anlatıyor.

Dünyadaki erkek egemenliğine hiç aldırmayan, kendi toplumlarının geleneklerine sahip, babaannenin, büyükbabanın, dedenin, amcanın, halanın ve en önemlisi babanın akrabadan sayılmadığı gerçek bir ülke.

Yine de "Namu" dağların arkasındaki ülkeleri merak etmekte...
Bakalım Namu nelerle karşılaşacak...
Acizane tavsiye edilir. Paylaşmak için sonunu bekleyemedim...


Perşembe, Eylül 10, 2009

YOLUN NERESİNDEYİZ?







DOĞA YOKEDİLİŞİNİN ACIMASIZLIĞINI ÇEKİYOR


MASUM ERLERİMİZ BİRİLERİ ADINA HİÇ YOLUNA ŞEHİT OLUYOR


DENİZ FENERİ SÖNDÜRÜLÜŞÜNÜN KİNİNİ GÜDÜYOR

AYDINLAR DİLİNİN ESİRİ YAPILIYOR

MEDYA TEKELE DÖNÜŞTÜRÜLMEYE GİDİYOR

SİMİT, SAKIZ, GÜL AÇLIK KAPISINDAN GİRMEYE ÇALIŞIYOR

İNSANOĞLU HIRSININ DİYETİNİ VERİYOR


VE
BİR HAFTA SONRA BAYRAM YAPACAĞIZ!!!

NE BAYRAMI?
RAMAZAN DEĞİL, ŞEKER HİÇ DEĞİL
ALIŞILMIŞLIĞIN BAYRAMI

KORKARIM
HEM DE KOLBASTI İLE

YANİ
VUR PATLASIN, ÇAL OYNASIN MİSALİ
*
CUMHURİYETİMİZ ÇÖKTÜ ÇÖKÜYOR
KİMİN UMURUNDA?
"LALE DEVRİ ÇOCUKLARIYIZ BİZ" YA!!!
ÇOK ŞÜKÜR
HER TARAFIMIZ LALE BAHÇESİ

Pazartesi, Eylül 07, 2009

GEÇECEK GEÇMESİNE DE!


31 Ağustos günü itibariyle fizik tedavisine başladım...



Kemik erimesi dolayısiyle belimin rahatsızlığı artması sonucu buna katlanmalıydım. Üç yıl önce belim için yine fizik tedavisi verilmişti ki o zaman kemik erimesi gibi bir şikayetim de yoktu. Kıştı ve soğuk sakıncasından yatarak tedavi görecektim. Atlattım daha doğrusu kaçtım. On gün hastahanede yatmak hiç işime gelmemişti...

Geçtiğimiz kışı bel ve sırt ağrısıyla zor geçirmiş, iğne ve ilaçtan da bıkmıştım. Nisan ayında iğnelerin bitmesiyle öngörülen fizik tedavisi için 1 Haziran'a gün verilmişti. Bu sefer tamam dedim, nasılsa yaz ve ayakta tedavi...

Sonra hiç düşünülmeyen ve Haziran ayına denk gelen taşınma meselemiz çıkınca, sıcakların başlamasiyle ağrılarım da azalınca yine kaçma yollarına girip "boooşver!" diyordum ki; yavruların hışmına uğradım. Bu sefer kaçış yoktu...

Hastahaneye gidip mazeretimi bildirip "olmaz inşallah" düşüncemle ileri bir tarihe gün istedim.
Ve "Böyle birşey yapamıyoruz ama bir sefere mahsus yapalım" dediklerinde, artık kaçacak bir yer olmadığından mecburen kabul ettim. Ramazana denk gelen bir tarih olmasından dolayı boşluk vardı. "Yok ramazan daha sonra bir tarih" desem ya olur ya olmaz önemli değildi de, ama eve nasıl dönecektim? Evdekilerin korkusu ağır bastı ve kabul ettim...

Olur ya "Belki de rahat ederim, ağrılarım azalır, kış geliyor, gelirken ağrıyıda beraberinde getiriyor, bir faydası olmasa doktorlar ön görürmüydü?" falan, filan düşüncesiyle başladım işte...

İlk iki gün geçti, eh bir sorun yok. Fizyoterapist'in, her gün gittiğimde "Bugün nasılsınız Nur Hn." demesine karşılık, kibarlıktan soruyor diye "Teşekkür ederim iyiyim." cevabıma üçüncü gün gülümseyerek "Biz iyi olmanızı beklemiyoruz ama" demesine şaşırarak boş gözlerle yüzüne bakakaldım.
"Yani ağrılarınız varmı? bu hafta ağrılarınız olması normal onun için soruyorum." dedi.
"Ağrılarım var ve hatta sırtıma doğru yayıldı, ama ben bunu hiç tedaviye yormamıştım." dedim.
Sonraki gün enseme, sonraki gün kollarıma doğru yayılmaya başladığında ağrı çeksemde "Dayanıklıyım, bana bu ağrı ne yapar, ben ne ağrılar çektim." Dedim de!!!

Tatil iki gün burnumdan geldi. Bir diş ağrısı, bir böbrek sancısı gibi evin içinde acılı ağrıdan dört döneceğimi hiç düşünmemiştim. Ağrı dindiricilerin hiç olduğu iki gün, sanki ciğerlerim şişti, kalbim sıkıştığı yerde atmakta zorlandı. Ne belim bükülüyor, ne ayağım yürüyor.

Ayak parmağımdan enseme kadar ağrılı bir beden. Allahtan bu ağrı aklıma sataşmadı...

Bir hafta daha var, yapılacak bir şey yok, devam AMA!!!
Bir daha FİZİK mi? yok yok yok Hayat bilgisini tercih ederim...




Cuma, Eylül 04, 2009

KÜÇÜK KALPLERDEKİ İNANÇ



Anılar vardır; Bir görüntüyle, bir sesle, bir duyguyla tekrar tekrar seyredilen bir cd gibi gözlere hapseder kendini. Kimi hüzünlendirir, kimi gülümsetir, kimi o anki heyecanı yeniden yaşatır...

Aslında bizler günü yaşarız tüm heyecanımızla, yarın için planlar yapar, hayaller kurarız. Umutla beklediğimiz birşeyler vardır ileriye dönük. Dün bitmiştir, yaşanmışlıklar keşkeler dışında bizimle değildir çoğukez. Unuturmuyuz? Yoo hayır, biz unuttuğumuzu düşünsek bile beynimiz saklar bir yerlere. Taaa ki "burdayız" dercesine bir görüntüyle, bir sesle, bir duyguyla karşımıza çıkana kadar...

Geçmişte derin yaralar bırakan acılarımızı beynimiz kalbimizle elbirliği yaparak saklarlar. Daha doğrusu beyin kalbe yüklemiştir bu saklamayı. Kalp saklamayı pek beceremez ya! Atışlarının içine saklar acılarımızı, harmanlar kan alış verişi ile ve birlikte bir yaşam sürülür. Oysa anılar bir görülür bir saklanırlar...

Şimdi incir mevsimi, olgunlaştılar ve tezgahları doldurdular. Bense yıllarca inciri ilk gördüğümde aklıma düşen bir çocukluk anımın esiriyimdir. Hiç aksatmadan, her yıl incir mevsiminde tekrar tekrar, tebessüm ederek ve biraz da düşünerek seyrettiğim bir filimdir sanki...

Ne kadar düşünsem de yaş tahmini yapamadığım çocukluk yıllarım.
Ağabeyimin ellerinin üzeri siillerle kaplanmıştı. bir değil, beş değil, çoktu. Ne kadar çoktu? Çocuk gözüme kadar çoktu işte, çünkü gömdüğümüz o küçücük kağıtlar çoktu...

Annemin; "Elleme şu olmamış incirleri, ellerinin üzeri iyicene doldu bak" yada "Çıkma incir ağaçlarına, yaprakları ellerini yara yapıyor" gibi kızarak söylenmesi. Babamınsa, olmamış incirleri koparıp dibindeki acı sütünü siillerin üzerine sürmesi ve " çivi çiviyi sökermiş hanım" diyerek kocakarı ilacına sığınması bugün bile kulaklarımda hala bir sestir...

Halamlara gitmek ağabeyim ve benim için çok büyük bir eğlenceydi. Vapur yolculuğu, Yenicami'de güvercinlere yem vermek, kuzenlerimizle oyun oynamak ve en önemlisi gece de orada kalmaktı. Halamlara gideceğimiz o gün yine büyük bir çoşkuyla hazırlanıp yola çıkmıştık. Vapur yolculuğu sırasında bizden bir iskele sonra binenlerden karşımıza yaşlıca bir bayanın oturmasıyla, heyecanla yerinde duramayan biz annemin yanına sessizce oturmuştuk. Ellerimiz bacaklarımızın üstünde sessiz sessiz otururken karşımızda oturan bayanın birden " Aaaa yavrum çok yazık çok" diye bağırarak konuşmasından da korkmuştuk.
Sonra, annemle ağabeyimin elleri üzerindeki siilleri hakkında konuşmaları ve bayanın çantasından kağıt kalem çıkarması, ağabeyimi yanına oturtarak ellerindeki siillerin herbir tanesine dokunup, kağıda birşeyler yazıp katlayarak anneme vermesi vapur yolculuğumuz süresince de devam etmişti...

Halamlarda o gece kalamayacaktık. Annemin " Bu kağıtları ağabeyin bahçemizdeki toprağa gömücek ve her gün suluyacak, bu kağıtlar toprak altında eridikce ellerindeki siiller kaybolacak. Bunu hemen yapmamız gerekiyormuş onun için eve dönmemiz gerek." Dediğinde çok üzülsekte, bahçemize gömmemiz gereken o küçücük kağıtlar için heveslenmiş, yeni bir oyunumuz olmasına da çok sevinmiştik...

Bahçeye gömülen o küçücük ve bir çok kağıt parçalarını hergün ağabeyim ve ben suladık. Sabahı zor ederdik sanki, ilk işimiz, yerini kaybetmeyelim diye çevresini küçük taşlarla bir bahçe gibi çevirdiğimiz, toprağın altına gömülü, o küçücük kağıt parçalarını sulamaktı. Yeni ve değişik bir oyundu bizim için ama en önemlisi inanmaktı sanırım. Küçücük ve tertemiz kalplerimizle inanmak!!!

Ve tahmini bile olsa hatırlayamadığım bir zaman sonra ağabeyimin elleri üzerindeki siillerin izi bile kalmamıştı...

Bugün olsa böyle bir şeye inanırmıyım? bilmiyorum...
Ama yürekten istenilen herşeye yaşamın hangi evresinde olursa olsun ulaşılabileceğine inanıyorum...
*
Resim
Ağabeyim üç, ben bir yaşında
halamların bahçesinde

Pazar, Ağustos 30, 2009

SAYGIYLA MİNNETLE SEVGİYLE



30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI
TÜM ULUSUMUZA KUTLU
OLSUN




BİZLERE ARMAĞAN BIRAKTIĞIN BİRBİRİNDEN DEĞERLİ; COŞKUYLA, GURURLA, GÖĞSÜMÜZÜ GERE GERE KUTLADIĞIMIZ TÜM BAYRAMLAR İÇİN SANA MİNNETTARIZ VE İLELEBET MİNNETTAR KALACAĞIZ...
30 AĞUSTOS 1922

Türk ulusunu esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı; Başkumandan Gazi MUSTAFA KEMAL önderliğinde, erkeğiyle, kadınıyla, çocuğuyla, ordusuyla elele vererek, ulusal benliğinin kurtarıldığı ve ZAFER DESTANI'nın yazıldığı gündür...
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...

Cuma, Ağustos 28, 2009

ZEKİYE ABLA



Zekiye ne demektir?
Çocukluğumda merak edip anneme sorduğum zaman aldığım cevap;
"Kız ismidir, erkeğe Zeki kıza Zekiye denir."
Ama ben cevabımı alamamıştım, bu cevap beni hiç tatmin etmemiş olmalı ki! babama, halama, yengeme de aynı soruyu yöneltmiştim, cevap hep aynı.
"Bir hoş" ile hiç bir bağı yoktu aldığım cevapların. Sonrasın da sanırım vazgeçmiştim sormaktan, şimdi hatırlayamıyorum...


Lay lom'la bir orada bir burada geçen bu gün, akşam yemek hazırlığı için mutfağa girdiğimde, çamaşır makinasının içine sabah bıraktığım çamaşırlar "koktuk, boğulduk" dercesine melül melül yüzüme bakıyorlar. (Banyo ile anlaşma sağlayamayan çamaşır makinem mutfakta ikamet etmektedir de.)
Önce görmemezlikten geldim, yemeğimizi hazırladım, yedik, bulaşıkları topladım ve hatta çayımızı bile içtik. Ama yok, gir çık mutfağa gözüm orada!!!
Anladım ki gözüme, gözüme bakan bu çamaşırlardan bu gece bana rahat yok.
Deterjanlarını koydum, düğmesine bastım. "Hadi kızım, gerisi senin işin" Dedim ve karşısına oturdum, daha doğrusu tabureye yığıldım. "Şimdi kaç saat yıkar durursun, sonra çıkar, silkele, as, bir sürü iş."
Çamaşır makinası "Seninki mi? benimki mi?" dercesine başladı homurdanmaya.
Eeee haklı!!!
Bizler; çamaşırımızı içine bırakırız, kapağını kapatırız, deterjanlarını çekmecesine koyarız, ne tür yıkamasını istersek bir düğmesine basarız, kırışıklık istemiyorsak zahmet edip bir düğmesine daha basarız.
Bütün bu yaptıklarımız, yazması kadar bile zaman almayan işler.

Bu arada karşısında bir süre oturarak izledim. Şimdi suyunu alacak, yıkayacak, boşaltacak, suyunu ısıtacak, tekrar yıkıyacak, arada yorulan çamaşırları dinlendirecek, durulayacak, yumuşatacak, tekrar durulayacak, sıkacak ve neredeyse kuru denecek kadar bir şekilde bize teslim edecek. Bu arada asla bizden de yardım beklemez. Kendi kendine tıngır mıngır. Eh, birde yamacında kurutma makinası varsa...
*
"Zekiye ne demektir" sorusuna cevap aradığım yıl. Beş yada altı yaşlarındayım sanırım, henüz okula gitmediğimden bu tahminim.
Beylerbeyi ve çok güzel bahçe içinde iki katlı, üç katlı ahşap evleri. Yan yana, sıra sıra.
Üst kata çıkarken gıcırdayan ahşap merdivenleri, yukarı çekilerek açılan yanındaki demir mandala tutturulan pencereleri, pencere önlerinde rengarenk saksı çiçekleri, sapsarı tahta zemini, kilitsiz kapıları ile bence dünyanın en güzel evleriydi.

Bizim evimiz ile yanımızdaki ev bitişikti. İki evin de önden iki ayrı kapısı vardı ama arkada bulunan bahçesi ve kapısı tekti.
Zekiye ablamlar bu bitişik evde otururdu. "Bir hoş" derlerdi Zekiye ablam için. Bende alamadığım cevabımı, izleyerek bulacağımın umuduyla peşine düşmüştüm Zekiye ablamın. Bahçe kapısından kaçıp kaçıp yanına giderdim. Ne zaman beni arasalar Zekiye ablamın yanında bulurlardı...


İşte! bu gece bu çamaşır işinden taaaa geçmişe, Zekiye ablama ve onun zorluklarla dolu çamaşır yıkamasına gittim. Ve "nankörlük bu" dedim...


Evlerimizde su tesisatı yoktu. Mahallenin Abdullah amcası vardı, kocaman sırık sırtında, sırığın iki ucunda iplere tutturulan tertemiz iki peynir tenekesi ile küplerimize doldurduğumuz suyumuzu taşıyan. Çamaşır ve banyo günlerinde Abdullah amcamız su taşımaktan bıkardı.
Bize çeşme çok yakındı. Küçük güğüm ile en büyük zevkimdi o çeşmeden su getirmek. Banyo, çamaşır, yemek, içmek ve hatta bahçe sulamak için hep aynı su. Bugün parayla bile bulunmayan halis tomruk suyu...


" O bir hoş, bir günde yıkar çamaşırlarını" veya "o bir hoş hiç durmadan silip süpürüyor." "O bir hoş, evde kaldı onun için." Dedikleri Zekiye abla bir günde yıkardı çamaşırlarını. Çeşmeden suyunu da kendisi getirerek. Sağanlık dedikleri yerin tam orta yerine koyardı koca leğenini. Sağında iki kazan dururdu biri soğuk su ile dolu, öbürü "gazocağı" denen ocağın üzerinde kaynamaya konulmuş. İkisinin de içinde ayrı ayrı maşrapalar. Sol yanında boş bir kazan, çamaşırın atık suyu için ve onun içinde de ayrı bir maşrapa.
Çamaşırlarını, sıra sıra dizerdi leğenin etrafına. Üst üste değil yanyana koyardı. Beyaz bir sıra, sonrası renklerine göre ayrılmış, açıktan koyuya doğru, aynı çizgi halinde, tek sıra. Çok güzel gelirdi bana, ağabeyimin kalemlerini gizlice alıp duvara çizdiğim güneş resmine benzetirdim bu çamaşır tablosunu. Önce leğenine kazanlardan aldığı suyu ısı oranına göre ayarlıyarak doldururdu. Elini suya soktuğunda aniden çekerse su sıcak demekti.
Beyaz çamaşırlardan başlardı tek tek, Aldığı her beyaz çamaşırı köpürene kadar sabunlar leğenin bir kenarına koyardı, (sanırım şimdiki makinaların dinlerdiği gibi dinlensinler diye) Sonrası bildiğimiz gibi çitileyip, yıkardı. (Zekiye abla katlederdi) Tek tek, sıra sıra. Her işi biten çamaşırı aynı yerine koyardı. Birinci su bitince atık su için maşrapayla leğenden alır, atık kazanına koyardı. (Taşıyabileceği miktar kadar olsa gerek.) Sonra da taaa tuvalete kadar götürür dökerdi. İki su, üç su, durulama, çivitleme. Ne sırasını şaşırırdı, ne de maşrapaları. Oturarak yıkadığı çamaşırları sıkmak için ayağa kalkardı. (Nedendir?bilmiyorum.)


Zekiye ablam bir günde yıkardı çamaşırlarını bende bir gün bıkmadan onu seyrederdim, bu ne kadar sürdü bilmiyorum.
"Bir hoş"derlerdi ona "evde kaldı."
İstanbul kökenli, İstanbul doğumlu Zekiye ablam kırkküsür yaşlarında Sinop'a gelin gitti. Eşi vefat eden iki çocuklu bir adama.
Üstünde bir döpiyes, başında bir tüllü şapka ve elinde bir bavulla...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...