Çarşamba, Kasım 24, 2010

BANA BİR HARF ÖĞRETENİN........



ÖĞRETMENLER GÜNÜ

BAŞÖĞRETMENİMİZ ATATÜRK'ÜN YOLUNDA YÜRÜYEREK KARANLIKLARA IŞIK


TUTAN EĞİTİM GÖNÜLLÜSÜ ÖĞRETMEN ORDUSUNA KUTLU OLSUN...




Blog dostum ÖĞRETMENLERİME'de ayrıca sımsıcak sevgiler sunarım...
.

Salı, Kasım 23, 2010

ATI ALAN ÜSKÜDARI GEÇTİ



Pervin teyze! çocukluğumun masalcı teyzesiydi Pervin Teyze. Evimize bitişik evde en altta bir odada yaşardı, arka kapılarımız aynı bahçeye açılırdı. Sanki düşmemek için birbirine yaslanmış iki koskoca ahşap evin koskoca bahçesini paylaşırdık beş aile, belki şimdi o bahçede olsam düşündüğüm kadar büyük olmadığını görürüm ama bir zamanlar çocuk gözüyle çok büyük gelirdi bize. Geceleri ışık olmayan bu bahçeden, yaptığımız binbir numarayla Pervin tayzeye gidişlerimiz ve masallarımız çocukluğumun en güzel anılarındandır...

Aksiydi Pervin teyze ama bir o kadar da yumuşacık bir yüreği vardı. Neredeyse her akşam (zorlamalarla) masallar anlatırdı bize. Bildiğimiz masallardan değildi anlattıkları. Yani Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel veya Külkedisi gibi değil, keloğlan masalları, sihirli lambalar, padişahlar, efsaneler ile ençok da ata sözlerinin oluş hikayeleriydi anlattıkları..

Akşam karanlığı çöktüğünde, yemek sonrası çay ocağa veya sobaya konduğunda bir kıpırtı başlardı bizde Pervin tayze gelse diye. Pervin Tayze bu! çağırmadan, yalvarmadan gelir mi? bahçe karanlık, gitmek zor, evdeki kibritler saklı. Neyseki kendimizce bir yol bulmuştuk sonunda. Üst kat odamıza bitişik yan evde oturan komşumuzun yaşıtlarımız oğullarına duvara iki yumrukla haber vermek, bahçeye bakan tuvaletlerinin ışığını yakmaları, bahçenin az aydınlanması ve Pervin teyzenin kapısı. Sonunda, elinde idare lambası, namaz mestlerinin üzerine giydiği lastiklerini sürüye sürüye kapıda belirirdi Pervin Teyze..

Aslında bu yazıya Pervin Teyzeyi anlatmak için başlamamıştım, o başlı başına ayrı bir hikaye konusudur. Ben sadece onun bir masalını (yada efsane diyelim) yazmak içindi başladığım satır başı. Ana hatları ile tamamen aklımda olan bu efsaneyi yazarken belki eklemeleri olacaktır belki de atladığım satırları. Pervin Teyzenin anlatış lezzetini yakalayabilirmiyim bilmiyorum.

""Çok eskilerde Üsküdar'ın ara sokaklarında yaşayan iki çocuklu bir aile varmış. Gelirleri çok iyi olmayan bu ailenin babası sırtında küfesi ile mahalle aralarında sebze-meyve satar geçimlerini sağlamaya çalışırmış. Çok çalışırmış adamcağız, bağırınca "sebzeee-meyvaaaa" diye arka sokaklardan bile duyan-çağıran olurmuş. Gel zaman git zaman bu çalışmalarının karşılığında bir at edinmiş adamcağız. Kendi yaptığı tahta tezgahını da atının arkasına bağlayarak sırtında küfe taşımaktan kurtulmuş. Biraz olsun ferahlık aileyi mutlu etmeye yetmiş.
Günün birinde kapılarında saçı başı dağınık, üstü başı eski bir tanrı misafiri belirmiş. Yufka yürekli karı koca acımışlar, buyur etmişler sofralarına, karnını iyice doyuran tanrı misafiri bükmüş boynunu, besbelli yokmuş yatacak yeri de. Dayanamamış karı koca sermişler çocukların odasına bir yatak buyur etmişler yatağa da. Tanrı misafiri bu "git" demek olmaz, beklemişler kendi gitmesini. Tanrı misafiri akşam sofrasında iyicene karnını doyurunca başlarmış hikayeye-masala, dinlerlermiş ailece. Karı koca baynunu büker, çocuklar sevinçle yerleşirlermiş eteklerine, esneyince misafir uyku saatidir der yatarlarmış bir odada ailece. Yemeğe para yetiştiremeyen adamcağız daha çok çalışmaya başlamış, misafirin gideceği yok, yemesi de çok. Yüzlerini asarlarmış gitsin diye ama misafir yüzsüz. Gerilirmiş yemek sonrası, gerildikce serilir, serildikce yerleşirmiş. Bahçe bir komşuları varmış, zaman zaman adamı uyarır yaptığının yanlış olduğunu anlatırmış. komşuyu dinler eve gelir "git artık" diyecekken ağzından bal damlayan tanrı misafirine ses edemezlermiş.
Aradan geçen günlerin sayısını unutan adamcağız bir sabah erkenden işe gitmek için sebzeleri meyveleri arabasına yüklemiş, atına bağlamak için de ahıra girmiş ama at yok ortada, koşmuş hemen karısının yanına "at ortada yok hanım gel koşalım sağa sola" demiş. Başlamışlar karı koca bahçeyi sokağı aramaya, seslerini duyan komşu çıkmış ortaya "hayrola ne oldu? nedir bu ses bu telaş" demiş. Atın kaçtığını onu aradıklarını söyleyen karı kocaya dönüp acı acı gülümsemiş.
"Telaş etme, arama boşuna, defalarca söyledim bunu sana Atı alan Üsküdarı geçti" demiş. Daha çok telaşlanan karı koca dalmışlar tanrı misafirinin adasına bakmışlar ki yatakda ahır gibi bomboş...""

Çocuktuk güler geçerdik.
Büyüyünce aklımıza geldiğinde üzülür olduk.
Şimdilerde saçımızı başımızı yoluyoruz ama ne çare "Atı alan Üsküdarı geçti...



Pazar, Kasım 21, 2010

BİRAZI KİTAP BİRAZI MİM


Konumuz kitap ve mim. Sevgili Özlem beni bu konuda sobelemiş. Beni hatırlamış olmasından dolayı çok teşekkür ederim, sanırım cevaplamam biraz geç oldu, bunun içinde ayrıca özür dilerim...

Bu mim derki;
"Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Kuralları:
- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
- Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
- Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
- Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
- Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
- Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez."

Kitap bizde, "üç ev bir ev" yada " bir ev üç ev gibi" değişkendir. Gelenler, gidenler, gelip de okunma sırasını bekleyenler, okunması bittiği halde yatıya kalanlar, gittiği yeri benimseyenler gibi.
Bende mim'i okur okumaz hemen bilgisayarın arkasında, bir yıl içinde ufak bir kitaplık haline dönüşen kitaplara yöneldim. Gözlerimi kapayıp bir iki kez gezdirdim kitapların üzerinde parmaklarımı ama bu arada derin bir nefes almayı unuttum sanırım. Çünkü gözümü açtığımda parmaklarım okumadığım bir kitabın üzerinde duruyordu. Onun için bu kitap konusunda çok açıklayıcı bir yorum yapamayacağım, üzgünüm.

Kitabın adı "Filler İçin Su" yazarı Sara Gruen.
Kitap büyük kızıma ait, yani o almıştı. Sanırım 2008 yılının son aylarıydı. "Limon ağacı" ve "Elveda Kızlar Ülkesi" kitapları ile birlikte, tesadüfen benimde kızımda olduğum bir sırada kargoyla gelmişti. İdefix kitabevinden internet üzerinden alınmıştı.
Limon Ağacı ve Elveda Kızlar Ülkesi okuma sırasını savmışlardı ama nedense bu kitap okuma sırasındaki yerini birsürü başka kitaplara bırakmıştı. Sanki ben burdayım der gibi parmaklarıma bulaştı işte. Demek ki sırası gelmiş...

Kitap arka kapağı açıklamasında şöyle der.
"Büyük Buhran dönemindeki sirkleri anlatan renkli, doludizgin, müthiş bir hikaye. İyi adamlar, kötü adamlar, aşk, vahşi hayvanlar... Birinci sayfadan itibaren sizi içine alacak."
55. sayfasından bir pragraf;
"Aralıktan içeri bakıyorum, Çadır inanılmaz büyük, tavanı gökyüzüne değecek gibi ve farklı köşelerden yükselen, dimdik sırıklar tarafından destekleniyor. Branda bezi çok gergin ve yarı şeffaf gibi-kumaşından ve bağlantı yerlerinden içeri sızan güneş ışınları dünyanın en büyük şekerci tezgahını aydınlatıyor. Pırıl pırıl bir ışığın altında, sparna, kraker ve frigo reklamı yapan afişler arasında, vahşi hayvanların çadırı capcanlı."

Şimdi mim'in öbür kuralına geçelim ve üç kişiyi mimleyelim ve kolay gelsin diyelim.

Sevgilerimle...

Pazar, Kasım 14, 2010

EN GÜZEL BAYRAM










































İşte benim bayram şekerlerim. Beraber geçirdiğim her an benim için en güzel bayram, ......ye 365 gün bayram misali...


EN GÜZEL GÜNLERİN EŞLİĞİNDE, SEVDİKLERİNİZLE BİRLİKTE NİCE BAYRAMLAR DİLERİM...
MUTLU BAYRAMLAR...

Perşembe, Kasım 11, 2010

CUMHURİYET-TÜRK MUCİZESİ


""Hatay'ın alınması sırasında, Şükrü Kanatlı komutasındaki alay, alkışlar, sevinç gözyaşları, çiçek yağmuru altında ilerledi. Yol onbinlerle doluydu. Belen'de karargah kurdu.

Alayın bir taburu ertesi gün Belen'den Antakya'ya yüreyecekti. Ertesi gün bütün Antakya ayaktaydı. Halaylar oynanıyor, kurbanlar kesiliyor, zılgıtlar çekiliyordu.

Tabur Fransızların boşalttığı kışlanın önüne geldi. Bir grup Antalyalı hanım, tabur komutanının yolunu kesti.

Komutan sordu.

-Hayrola hanımlar.

-Komutan 20 yıl önce "düşman askeri gidince kışlaları bizim askerlerimiz için saçlarımızla süpüreceğiz" diye ant içmiştik.

Komutan mola verdi.

Askerler silah çattılar.

Dinlenmeye geçtiler.

Kadınların upuzun saçları vardı.

Birbirlerinin saçlarını kestiler.

Uzun değneklere bağladılar, kışlayı saçlarınla süpürdüler, sildiler, tertemiz ettiler. ""



Turgut Özakman ve Cumhuriyet-Türk mucizesi

Çarşamba, Kasım 10, 2010

1938


ATAM RAHAT UYU


BİZE BIRAKTIĞIN EN DEĞERLİ ESERİN CUMHURİYET'İN BEKÇİLERİYİZ...


VE

BU DEV ESERİNİ KORUYACAK NESİLLER YETİŞTİRİYORUZ.

Salı, Kasım 09, 2010

LUNAPARK


Çocukluğumda en güzel bayram eğlencemiz lunaparktı. Kuzenimle, Kasımpaşa'da ki uzaktan akrabamız Aziz amcalara gitmek için bayramın üçüncü gününü zor getirirdik. Aziz amcaların arkasındaki büyük arsada bayram lunaparkı kurulurdu, ne kadar sürerdi bilemiyorum ama her zaman yetişirdik, en sevdiğimiz tahta kayık salıncaklarla dönme dolaplardı. Küçük bir atlı karınca, bir palyaço ve bol bol mutlu çocuk olurdu. Ufacık ellerin uzattığı bayram paraların yolculuğu, ortalıkta dolaşan bir adamın beline bağladığı cepli önlüğünde son bulurdu. Büyükler eşlik etmezdi arsadaki lunaparka, çünkü çocuklar güvensiz değildi ortalıkta. Kimse kimseyi kandırmaz, kimse kimseyi aldatmazdı o zamanlar...

Daha sonraları İstanbul'un ilk büyük lunaparkı Aksaray-Vatan caddesinde kuruldu, bayrama özel değil, daimi yerleşik bir lunaparktı. Sanırım 60'lı yılların başındaydı. Doğma büyüme Aksaray'lı olan annemin ahbaplarından Sevim Teyze'ye giderdik ara sıra. Lunaparkın kuruluşunu görmüş heyecanla beklemiştik açılışını. Açıldıktan sonrada "Sevim Teyzeye gidelim" diye tutturur olmuştuk. Gerçi çok uzun olmadı bu gidişler ama ilk yılında bir kaç kez gitmiştik...

Kasımpaşa'daki ufak lunaparktan sonra çok büyük gelmişti bize, kaybolmaktan korkacak kadar büyük! Geceleri ışıl ışıl yanan rengarenk ışıkları eski İstanbul gecelerindeki solgun ışıklarına inat sabaha kadar yanardı.
Göyüzündeki binlerce yıldızın ışıkları kaybolurcasına meydanı saran bu ışıklar; bu yaşıma kadar bile bende iz bırakan, nerede rengarenk ışık görsem "lunapark gibi" dememe sebeptir...

Lunaparklar 70'li yıllardan sonra İstanbul'un değişik semtlerinde ardı ardına açılmaya başladı ve 90'li yıllardan sonra da teker teker kapanmaya...

"Hani nerede o lunaparklar" demek isterdim, diyemiyorum.

Çünkü, çok çok çok büyük bir lunaparkımız var şimdi; Dünya

Evet! artık çok büyük bir lunaparkta yaşıyoruz. Işıklarının hiç sönmediği alışvriş merkezleri, sabahlara kadar rengarenk gökyüzünde patlayan, olur olmaz her daim atılan havai fişekler, çarpışan arabalar, dönen dolaplar, hiç bitmeyen sirenler, kendini dev aynalarında görenler, serbest atışlar, küçücük ellerdeki bayram paralarını cebe indirenler, yükselip aşagıdakileri küçücük görenler, aşagıdan yükselenleri baynu bükük seyredenler, korku tünelleri, çığlık çığlığa bağıranlar, şeker uzatılan çocuklar, karıncaya binen atlar, karagöz hacivat oyunları ve evimizdeki beyaz camdan hiç eksilmeyen palyaçolar...

Ben eski lunaparkımı; tahta kayık salıncağı olan, dönme dolabında çocukların mutluluk çığlıklarını saklayan, bayram paralarının kardeşçe bez önlükte toplanan lunaparkımı özlüyorum...

Çarşamba, Kasım 03, 2010

MUZ SESLERİ


"Onu ağustosta muz tarlasına götürecektim. Muz seslerini dinleyecekti. Nasıl sevineceğini, hayret edeceğini düşündükçe..."
**
Bu topraklar böyledir benim güzel Filipam. Hatıraları, unutmak üzerinedir. Herkes kendi günahını unutur, ama kimse alacağı intikamı unutmaz. Ve ortadoğu tanrıların hep bu topraklarda icat edilmesi bir tesadüf değil-günahlardan kuruludur. Kaç silah varsa o kadar tarih vardır burada. Anlamaya kalktığında da bütün bu hikayelerin içinde kaybolursun. Bu, Ortadoğu'nun lanetidir: Dışarıda olanı anlamamakla lanetler, içine gireni de dünyada başka önemli hiçbir şeyin olmadığı serabıyla.

Dünya haritası üzerinde bir baskı yanlışı kadar küçük görünen bu sevimli ülke hakkında bilmen gereken tek şey var Filipinam; herkes herkesi öldürdü. Sanırım herkesin üzerinde anlaşabileceği tek tarihimiz bu bizim.

Ama bu toprakların dehşeti içinden bakınca görünmez güzel kızım. Bu yüzden ben sana benim gördüğüm Şatila'yı anlatacağım. Benim Beyrut'umu.

Burada yan yana durmuş, omuz omuza debke oynarken ayakları birbirine dolaşmış insanlara benzeyen binalar vardır, ölülerinin ardından ağlayan insanlar gibi birbirine tutunmuş evler.

Bir hırçınlıkla yapılır binalar. Harcı hınçla, hızla, hırlıya hırlıya karılır. Zifti harla, sıvası hırsla karışır. Batı'daki o sakin, yüzü geleceğe doğru tasasız bakan, yumuşak başlı binalar gibi değillerdir. Bu binalar kendi kendilerine bakarlar, olmamışlıklarına, ne yapsalar gülmeyecek bahtlarına. Burada evler daha yapılırken çok dövülmüş bu insanların, kendilerini sakat çocuklarını sever gibi seveceklerini bilirler. Hayal kırıklığı ve kederle.

Bu binaların içi, kapıların önü çok kısa zamanda ayakkabılarla dolar. Tozlu, arkalarına basılmış, aceleyle çıkarılmış ayakkabılar. Ayakkabılar çoğaldıkca yoksullaşır apartman ve insan korkmaya başlar. Ayakkabıların ardından kapılar kapanır, konuşurken birbirinin üzerine binen sesler bir duyulur bir kesilir. Aralandığında kapılar, ardında biriken sesleri binaların boşluğuna akıtır. Ne zaman o sesler yıkılsa bir felaketle bir çift ayakkabı diğerlerinin arasından yok olur. Diğer ayakkabılar öfkeyle ezilip ayaklar altında, intikam yoluna düşecektir. Sonra sessizce geri gelir ayakkabılar, yan yatmış, birbirinin altında ve üstünde kalmış, bitkin, yeniden dizilirler. İçerideki sahiplerinin hayatlarını dışarıdaki yoksul ayakkabılardan izleyebilirsin aslında.

Sen yoksul doğdun Filipam. Dedim ya, sadece bir hikayen var, Ama sakın unutma, yoksulluk bir savaş gibidir. Ancak dışarıdan bakılınca görünür insana verdiği hasar. Bu yüzden sakın yoksullardan ayrılma. Ben savaşla böyle başa çıkıyorum çünkü. İçinden çıkmayarak. Delirmemek için içinde kalıyorum bu savaşın...

Ece TEMELKURAN



Çok etkilendiğim bir sayfasını hem unutmamak hem de paylaşmak adına...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...