Perşembe, Mayıs 15, 2014

BİZİM YEMEĞİMİZ KÖMÜR KOKAR


Benimki geziydi, onların ki misafir ağırlama. Utanmıştım gösterilen ilgiden, oysa bendim,bizdik,birliktik. Kaşı-gözü, saçı-başı-eli-ayağı olan bildiğimiz İNSAN...

Bugün sedyeyi kirletmeyi göze alamayan duygunun yüklemi gibiydi bana sunulan terlik seçimi. Sonra kaynaştık, bendim,bizdik,birliktik...

Yer sofralarına oturdum dizlerime sofra örtüsünü çekerek, aşlarına ortak oldum...

"Bizim yemeğimiz kömür kokar, sobada yanan kömür odamızı ısıtır ama içimizi yakar" dedi madencinin genç eşi.
Görünmez acı dolmuştu odaya, sessizliğe kaşık-çatal ses verdi bir süre. Eşi ve üç oğlu madende çalışan, tek kızı öğretmen olan suskun anne bozdu sessizliği, sanki daha büyük bir ses vererek herkesin duymasını istercesine.
" Dört erkeğimi vardiya başında gönderip vardiya sonunda beklemek, gelip gelmeyeceğini bilmemek, herkesin ömründen giden bir günse benim ömrümden giden dört gündür."

1971 yılı, bir gezi,bir tanışma, bir ziyaret için Zonguldak Kömür İşletmesinde çalışan kocaman bir madenci ailesine konuk olmuştum. Madencilik babadan oğula geçecek kadar genetik olmuştu Zonguldak'da yaşayan halk için...

Onların metrelerce yerin altından çıkardıkları ekmek kömür karası, vardiya gidişleri ölüm bekleyişi, vardiya dönüşleri bayram sevinci, emeklilik uzak hayalleri...

İşte ben her kömür,maden,grizu duyduğumda eşini ve oğullarını madene gönderen bir günü ömründen giden dört gün gören anneyi, madencinin geç eşini, çay servisi yapan yeni yeşermeye çalışan madencinin kızlarını ve o günü acıyla anarım..

Yüreklere düşen acıya, evlere düşen ateşe, çocuklara düşen açlığa Allahımdan sabır ve kuvvet dilerim.

YAŞAYAMADIĞINIZ  GÜNEŞ IŞIKLARINI MADENE GÖMEN SOMA KATLİAMINDA HAYATLARINI KAYBEDEN ........ MADEN EMEKÇİLERİMİZ YOLUNUZ IŞIKLARLA DOLSUN, KAPILARINIZ CENNET KAPILARI OLSUN...





İz bırakanlar (4)

Pazar, Mayıs 11, 2014

ANALIK


Analık nedir Annem?” derdim de anacığıma; 
“Ben ol da bil” derdi Mevlânaca..

Ben ol da bil!

“Sen” oldum annem bak!..

“Sen” oldum ve bildim neymiş bu işin yürekcesi..

Hani “Köpekler bile “ana” olmasın” derdin ya hep, 
o ızdıraplı yüreğinle, o engin şefkatinle..

Anlamazdık o zaman biz zamâneler..

“Zor kızım, çok zor analık” 
derdin ardından derin bir iç çekişle..

Zormuş anam..

Ana olmak “Hiç” ken “Hep” olmakmış meğer..
Çoğalmakmış durmadan..

Dünyaya meydan okumak, mazi ve istikbâli sırtlamak, 
pervâsız bir gözü karalıkmış..

Zormuş Annem..Olduk, gördük, bildik bak..

Ana olmak meğer; Kor ateşlerde üşümesi, 
kara kışlarda buz kesmesiymiş yüreğin..

Hep; “Ben!” derken,
Artık; “O”, “İllâ O!” demesiymiş..

Hiç varmayacağı kapıları çalması, hiç ederek ömrünü, adanmasıymış..

Hiç kızmaması yüreğin, almayı hiç düşünmeden hep vermesiymiş..

Hep sarıp-sarmalaması, hiç hesap sormadan, 
hep dost hep yâr olmasıymış..

Zormuş Anam..

Meğer ölümüne bir kara sevdaymış analık..

Olduk, gördük, bildik bak...


Tüm kadınlarımız annedir, olsun olmasın. Annelik vasıflarınla gelirler dünyaya ve annelik duygularını aynen yaşarlar.

Tüm kadınlarımızın anneler gününü kutlarım...





Yazı alıntıdır, kaynağı bilinmiyor.



Cuma, Mayıs 09, 2014

ÇOCUK





Oyunlarımız vardı bizim; kendi yaşıtlarımın bildiği, günümüzün gençlerinin ise bilmediği ve asla da öğrenemeyeceği çocuk oyunları...

Dokuz taş, beş taş, is top, çelik çomak.
Yağ satarım-bal satarım, bizden size kim düşe, ortada kuyu var yandan geç.

İp atlar, çember-hulahop çevirir, misket, saklambaç oynar.
Elimize küçücük bir ip alır parmaklarımızla şekilden şekle sokardık.
Kutu kapmaca, İsim-hayvan-bitki kağıt oyunlarımız.
Tom Miks, Teksas, Tenten, Ret-Kit çok kıymetli resimli kitaplarımızdı.
"Ön de truva güzellik" oyunların şahıydı...

Ben bunlardan bazılarını torunlarımla oynuyorum, severek oynuyorlar ama kısa bir süre. Tadına varmaları için oyun arkadaşları, sokak, bahçe ve en önemlisi zaman gerekli.

Bize mirastı ama biz bu mirası koruyamadık mı? Sahiplenemedik mi?
Kayboldu gitti,
geçen zamanın acımasız çarkları arasında ufala ufala yok oldu.

"Bir insanın ana vatanı çocukluğudur." Demiş Epictetus.
Doğan Cüceloğlu eklemiş  "Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur."

Mutlu çocuk ve dolayısı ile mutlu gençlik yok...

Ana sınıfında okuyan torunumu almaya gidiyorum ara sıra, ilkokulların teneffüs zamanına denk geliyor. Çocukları seyrediyorum. Koşuyorlar, koskoca okulun bahçesinde onlara verilen özgürlük süresince koşuyorlar. Tamam, haksızlık etmeyeyim, basket potası da var, oynuyorlar (mı) hayır sadece top ve pota kavramında tekrar koşuyorlar. Anlamaya çalışıyorum onları, içim acıyor sonra.
Çünkü onlar çocukluğu yarış zannediyorlar. Haklılar!

Okul, dershane, sınav sacayağı, bir daha asla dönemeyecek yaşlarını yutuyor.

Belki de bizler halen çocukluğumuzu yaşamamızın doyumunda bu karanlık dünyada bile mutlu olmayı başarabiliyoruz. Ya çocuklarımız?

Buldukları yada bulduklarını sandığı küçücük kutularda mutluluk arıyorlar,içinde dünyayı barındıran ufacık bir ekranın karşısında ama yalnızlar. Sanal arkadaşlıkları dipsiz bir kuyu gibi, nereye gittiklerini bilmeden içinde kayboluyorlar...

Durduk yerde beni bunları yazmaya yukarıdaki fotoğraf yöneltti. Ne güzeller, onlara tanınan kısacık bir süre, ailelerinin alış verişi bitene kadar mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar sanki.
Çocuklarımızın çocuk gibi yaşamaları için ne gerekliyse ellerinden aldık, acımasızca.

Artık sokaklarımız ve hatta bahçelerimiz bile o kadar tehlikeli ki, düşünüyorum da,
sokakta kaybetmektense sanal kutulara teslim etmek evladır, varsın dizimizin dibinde dört duvarın içinde kalsın...


Perşembe, Mayıs 01, 2014

KURUYEMİŞ


O çok güzel resim yapardı, bu konuda yeteneği çoktu. Hele duvara yağlı boya ile yaptığı koca bir resim vardı ki ressamları bile hayrete düşürebilirdi. Ben bugün bile hayallerimden kaybolmayan o resme hayran hayran bakardım.
Zaten ben ona da hayrandım.

Ama O ressam olmadı.
Yeteneğini sınırları içinde hapsedip, delikanlılığın coşkusunda, eş ve baba olmanın sorumluluğunda yitirdi.

Onun yeteneği bununla da sınırlı değildi. Kısa bir tiyatro yaşamı oldu ama kısa olsa bile içine çok oyun sığmıştı. Okulunun öğrenci tiyatro grubunun başarılı bir üyesiydi, turnelere gitti. Gittiği Turnelerin birinde yaşamında kırk beş yıl sürecek evliliğindeki eşinle tanıştı.

Sahnesi yetenekliydi ama O Tiyatro Sanatçısı da olmadı.
Hayat okulunun başarılı bir sanatçısı olarak yaşamının ona sunduğu rolü üstlendi.

Hukuk Fakültesine gitti, sevemedi bıraktı.
Gazetecilik okudu ama gazeteci de olmadı.
O benim kahramanım, kan sevdam, içimde bir yerlerde gizlediğim dayanağım, gururum oldu her zaman...


Kömürlük ve odunluk olarak kullanılan bodrumun kapısında bilet kesiyoruz, kuzenim ve ben. İlkokul zamanlarımız. Kuzenim ile aynı sınıftayız, ağabeyim ise bizden iki üst sınıfta. Tam yaşlarımızı ne yazık ki hatırlayamıyorum.
Ağabeyimin hazırlamış olduğu biletleri gelen çocuklara tam kömürlük girişinde para karşılığı veriyoruz. (Ufak bir bedeldi sanırım çünkü oldukça kalabalık oluyorduk.) Gelen çocukları boş bulduğumuz yerlere sandıklarla yaptığımız taburelere (!) oturtuyoruz. Yerlerimiz dolunca, gelen çocukların da bittiğine karar verdiğimizde bizde oturuyoruz (Çok yakında bir hastalık sonucu kaybettiğimiz) kuzenimle. Bu arada bizde bilet parası ödüyoruz. Neme lazım derler ya işte ondan, ayrıcalık olmasın yani. Ağabeyimin değişiyle.

Karşımızda yine sandıktan yapılma bir perde. Meyve sandığının dibi çıkartılıp bir amerikan beziyle gergin bir şekilde sandıkların kenarlarına çivilenerek yapılan uyduruk ama akıllıca bir sinema sahnesi.
Ağabeyim yetenekli elleri ile bir kartona çizip kestiği ve çıta ucuna çivi ile tutturmuş olduğu karagöz-hacivat görseli.
Sahnenin arkasına geçen ağabeyim sandığın alt kısmına yerleştirdiği mumu yakarak sinema oyunumuza başlıyor ve Karagöz-Hacivat repliklerini aynen radyoda duyduğumuz gibi sıralıyor, yada bana öyle geliyor. Evet aynısı, izleyenler aynı kanıda çünkü...

Sinema istek üzerine zaman zaman tekrarlanır bizde hiç bıkmadan aynı replikleri dinler-izler dururduk.
Tabi bu uzun ömürlü olmadı sonunda yakalandık. Para karşılığı olmasının ayıbını, mumun kömürlükte yangın çıkarabilmesinin tehlikesini, kömürlükte kömür havasının solunmasının zararlarını dinledik durduk...

Babacığım çok değerli zanaatkardı, elinden gelmeyen iş yoktu.(Bu arada  halamın yazlığındaki kurumuş çam ağacını kesip  bir çam masa yaptığını söylemeden geçemeyeceğim.) Boş duramazdı hiç, eline geçirdiği bir tahta parçasını cebindeki çakısı ile yontar, şekillendirir kullanılır bir hale getirirdi.

Bizim Karagöz-Hacivat sinemalarımızın sona ermesi üzerine geçen kısa bir zaman (ki sanırım okullar kapanması yakındı.) sonra babam eve kocaman bir paketle geldi ve de elindeki filenin içinde bir sürü ufak, dolu kese kağıdı ile. Biz kardeşlerin meraklı bakışları içinde paket açıldı mı? yırtıldı mı? öyle yani.
İçinden çıkan bize hayal kırıklığı yarattı, hiç bir şeye benzemeyen camlı, çerçeveli cam ve tahta karışımı bir şey ile labirent görünümlü bölmeleri bulunan ek bir tahta parçası daha.

Babam evimizin alt katındaki taşlıkta bu garip şeyi ayak tahtalarından açarak üstü cam kapaklı küçük bir masa şeklini andıran tezgaha dönüştürdü. İçine bölmeleri olan tahtasını da yerleştirdikten sonra ağabeyine dönerek hiç unutamadığım "madem para kazanmak istiyorsun usulüne göre olsun" dedi.
Sonra elindeki fileden çıkardığı küçük kese kağıdının içindeki kuru yemişleri bölmelere ayrılmış kutucuklara yerleştirdi.
Gazete kağıdından ufak ufak keserek yaptığım külahların bedelini ödemek de bana düşmüştü, düşmesine ama karşılığında çok sevdiğim leblebi şekerine bile her zaman para ödemek zorunda kalmıştım...


İşte ben, yolum ne zaman camlı kapağının altında kuru yemişlerin sergilendiği bir kuru yemişçiye düşse, o tezgahın arkasında çocuk yüzlü ve bir o kadar da yakışıklı ağabeyimi ararım, anarım...

O mu?
O bir esnaf, bir tüccar, bir dükkan sahibi de olmadı.
O iyi bir eş, mükemmel bir baba, sevgi dolu bir dede.
Ve büyük bir kuruluşta satış müdürü olarak yirmi beş sene çalıştıktan sonra emekli oldu.

Seni çok seviyorum abicim...


İZ BIRAKANLAR  (3)


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...