Cuma, Aralık 31, 2010

YENİ YILA GİRERKEN


Bir yılı daha geride bırakıyoruz, sandığın kilidini açma vaktidir.
Bazı yıllar vardır sadece yaşanır, gözyaşı da olsa sevinçler-mutluluklar da bulunsa yaşamın parçasıdır yaşananlar. Unutulur mu? muhakkak ki unutulmaz ama bir anıdır aklına düştüğünde "hangi yıldı o yıl" diyebiliriz...

Bazı yıllar vardır yaşamımızın dönemeçlerini yaşarız. Bu yıllar yarınımızı etkileyebilecek, yaptığımız planlarımızı değiştirebilecek, ayı-günü-saati ve hatta dakikalarının asla unutamayacağımız günleri getirir gelirken. Ne olacağını bilmeden dileklerle başlanır her yeni yıl, ya yaşanır biter ya da saklanır. Hangi anne unutabilir? kucağına aldığı sımsıcak sevgi yumağının ilk anını yada kim unutabilir? yaşamının dönüm noktası olan elindeki mikrofondan "evet" diye bağırdığını, nasıl unutulur insan? sevdiğinin son nefesini. İşte bu yıllar saklanılası sandık yılıdır...

2010 yılı benim sandık yılım, benim sandığım da doldu aslında, sıkıştırıyorum artık kıyısına köşesine.
Güzel dileklerle girmiştim 2010 yılına, hemde bir sürü plan programla. Kimisini yakaladım, kimisi kaçtı, yol yorgunu bedenim kovalayamadı.
2010 yılında ilklerim oldu. İlk defa uçağa bindim, aşmıştım nefes alamama, açık havaya çıkamama korkusunu. "Kısa mesafe" diye şartladım kendimi, Aaaa baktım! gidiyorum sorun yok. Yurtdışı gezilerim olabilseydi daha önce aşma durumum mecburen olurdu da yurtiçi için araba daha iyi, istediğin yer mola nefes al doya doya.
İlk defa yanlız tatile çıktım, zorunlu ayrı düştüğümüz çok sevgili can dostuma gittim. Alabildiğine özgür bir tatil yaptık, zamansız-saatsiz-plansız-programsız. İstediğimizde, istediğimiz yerde, istediğimiz gibi.
2010 yılı ne yazık ki acı da getirdi. Kızının evlilik arifesinde erkek kardeşimi kaybettim, savrulan yaşam mutluluğu gölgelesede başlanan işi yarım kalmaz diye yılın son haftası yeğenim, kardeşimin çok sevgili kuşu gelin oldu. Buruk yürek mutluluğa kırık kanatları ile uçtu...

Bu arada sayısız dostlarım oldu, gözle görmediğim yürekle dokunabildiğim. Yılın son haftası güzel dileklerinle süsledikleri birbirinden değerli kartları ile posta kutumdan kucağıma mutluluk dolduran, güzel yazıları ile gönlümü açan, yorumları ile sevgi yollayan...

Evet! 2010 yılı bitiyor ve benim sandığımı açma vaktidir...

2011 yılı tüm dünyamıza barış, kardeşlik, dostluk getirsin. Savaşların, açlığın, yoksulluğun bittiği yıl olsun. Saygı yılı sevgi yılı olsun. Gelecek nesillere bırakacağımız değerlere verilecek önem yılı olsun...

TÜM DOSTLARIMIN VE YOLU BLOGUMDAN GEÇEN TÜM DOSTLARIN YENİ YILINI İÇTENLİKLE KUTLAR SAĞLIKLA, SEVDİKLERİNLE VE GÖNÜLLERİNCE BİR YIL GEÇİRMELERİNİ DİLERİM...

İYİ YILLAR...

Çarşamba, Aralık 29, 2010

LEYLAK KOKULU MUTLULUK



Postacılar mutluluk dağıtıyor, 2011 posta kutuma sığmıyor. Posta kutumdan kucağıma dökülen leylak kokulu birbirinden güzel anı bırakacak mutluluk, birbirinden güzel sevgi yansıyan satırlar ve birbirinden güzel dost sıcaklığı 2010 yılının son bronşitini bile unutturdu. Gözüm açıldı, parmaklarım dostlara teşekkür satırları için coştu...

Dilerim 2011 yılı paylaştığımız satırlardan taşan mutluluk kadar sıcak-dost-kardeşce ve huzur içinde geçsin...

Hepinize yürekten sevgilerimle...

Pazartesi, Aralık 20, 2010

BEN'CE




İnsanlar dünyaya geldiği ilk anda gözlerini açarlar ama parmakları avuçlarının içinde sımsıkı kapalıdır.
Bence; gelirken yaşamlarını getirirler avuçlarında. Gözlerini açarlar ama avuçlarını açmak için zamana ihtiyaçları vardır. Sonra bırakırlar avuçlarında getirdiklerini, yaşamları serilir önlerine. Bu yolda yürümekten başka seçenekleri yoktur...

İnsanlar "mutluyum" der, özlemlerinin ve güzel şeylerin sahiplenmesinin yada yaşanmasının adını mutluluk koymuşlardır. Tabi bu çok güzel bir oluştur ve de herkesin hakkıdır.
Bence; mutluluk sadece duyulan tek bir anda saklıdır, bir andır o "pıt" eder yürek, adını koyamadığımız bir iç huzuru yayılır tek bir an için. Çok güzel bir duygudur, herkesin duyduğu ama yakalayamadığı. Bu bazen bir yemek kokusunda, bazen bir yastık kıvrımında, bazen bir görselde, bazen bir yağmur damlasında, bazen bir kuşun kanat çırpmasında ki gibi benzerlerde saklıdır. Ama bu "yağmur yağıyor şu yağmur damlasından mutluluk duyayım" demekle olmuyor. O hiç düşünülmeyen bir anda aniden yüreğe düşer...

İnsanlar saygı ve sevgi sözcüklerini gereğinden fazla kullanır. Konuşma veya yazışma içinde geçen bu sözcükler "sözcük" olarak ahenk yansıtsa da sözcük olarak kalır.
Bence; saygıyı göstermek, sevgiyi yansıtmak daima kalıcı olmasını sağlar. Saygı elde-sevgi yürektedir, dile düştüğünde vay haline. Her zaman hissettirmek söylemekten daha gerçekçidir...

İnsanlar saygı görmek isterler, bu zaten insanlığın insan olma zorunluluğudur. Ama bazı insanlar bu duygudan yoksundur.
Bence; farkında değillerdir duygu eksikliğinin, onlar için saygı sözcüğe sıkışan bir kavramdır. Kızılmaz onlara, bu sanki çam ağacından elma beklemek gibi bir şey olur. Aşısı da yoktur bu duygunun.
Ama yine de saygı görmek için bir insanın önce kendisinin kendi bedenine saygı duyması gerekir. Kendine saygısı olan bir insana saygı duyulması kaçınılmazdır...

İnsanlar ve tüm canlılar yaşamlarını beslenmeyle sürdürürler. Yaşamaları için yemeye-içmeye ihtiyaçları vardır da.
Bence; insanlar yaşamak için değil, adeta yemek için yaşarlar...


***Yaşamak için değil, yemek için yaşıyoruz. 01.12 2007

Günümüzde biz insan denen canlılar yaşamak için yeme ve içme gibi ihtiyaçlarımızın kontrölünü kaybetmiş durumdayız. Artık yemek için yaşıyoruz, her yerde bir şeyler yiyoruz. Sabah uyanıldığında ne yiyelim düşünceleri hemen başlıyor. Sabah kahvaltıları keyfen yapılıp, kahvaltı seansları düzenleniyor.

''Hadi kahvaltıya bize gelin,'' ya da

''Kahvaltıyı dışarıda bir yerde mi yapsak?''

Park mı istersin deniz kenarı mı, ormanlık alan mı? Ha buralara gidemiyor musun? Ön bahçe de olur. Kahvaltıyla iş bitse iyi, biraz sonra geldi kahve saati. Öğleni, ikindi çayı, akşam yemeği, ara öğünleri v.s.

Bir arkadaşınla oturup dertleşmek istiyorsun, "Gel şurada oturup bir şeyler içip konuşalım," veya "Akşama bir yerlere gidip bir şeyler yiyelim, dertleşiriz" gibi sözcükler oturur hemen yerine. Yemeden içmeden konuşma olmuyor ya!

Evin hanımı dertli komşular gelecek, "Ne yapmalı? Vakit de az, çok çeşit olmalı," doğru mutfağa kurabiyeler, kekler, pastalar... Çeşit çok olmalı ayıp olur yoksa. Ama yine de sunumda "Kusura bakmayın fazla da bir şey yapamadım," denir her nedense. Gelen komşuların durumu da daha değişik, "İkramda neler var acaba?" dır zihinlerden geçen.

Bilinen en basit kekin bile tarifi istenir, "Çok güzel olmuş, ben de tarifini alayım."

Çocukları parka götürmek zevktir de illâ çekirdek yenecek banklarda otururken. Çocuklar kum havuzunda, büyükler çekirdeğin başında. Bankların altı çekirdek kabuklarıyla kaplanmış içler acısı. Simitçisi, helvacısı, pamuk şekercisi zaten park girişini parsellemiş durumda. Gözlerini dikmiş çocukların yaygarasını bekliyorlar.

Yollar derseniz yiyecek ambalajlarıyla kaplı. Ye at, iç at!

Şehir içi otobüsleri, en fazla bir saatlik yol ama olmaz, su almalı bulunsun! Duraklar ufak pet şişeleriyle dolu, durakta suyunu içersen durağa, otobüste içersen otobüse atarsın pet şişeni fark etmez, aman yeter ki susuz kalma!

Yürüyüş yapacaksın elinde pet şişen muhakkak olacak. Pet şişesi baston oldu artık onsuz yürünmüyor. Yürürken su, bir yerlerde oturacaksan kola. Boş geçmesin zaman, neme lâzım!
Sinama, tiyatro salonları çözüm saydı kabuklu yemiş yasakladı. Bizler durur muyuz patlamış mısırı icat ettik hemen, seyrederken bir şeyler yemek lâzım. Mısır kesmez, antrakta bir şeyler yenir, yenmese de içilir.
Bayram olur kapıya gelen çocuklara şeker veririz. Kitap verecek değiliz ya, zaten versek de
ne derler eve gidince, "Bayramda ne kitabı? Bir şeker de mi veremediler?" Kurban bayramı evrim değiştirdi zaten bir telaştır gidiyor. Kurban yerine ulaşmıyor artık, çünkü evlerde 'no frost'lar var. Koy dolaba altı ay rahatız . Yemek için yaşıyoruz ya altı ayı da garantiledik!
Çarşılar açılır 10 km arayla, içine gir 3 dükkan 13 restorant.
Kitapçıda en çok satılan da yemek kitapları.
Akşama yemek mi yok? Telefon et ya lahmacuncuya ya da pizzacıya.
Kaç kişi hastanede yatan hastasına kolanya, çiçek götürüyor ki? Yol üstündeki pastaneden alınan kurabiye daha iyi tabi ki.
Buluşma yeri olarak o ağacın altından vazgeçildi.
''Kafede buluşalım,''
''Çay bahçesinde buluşalım.''
15 dakikalık vapur yolculuğunda çay, simit, 45 dakikalık feribot yolculuğunda meyve suyu sandviç, 1 saatlik uçak yolculuğunda yemek.
Yemek için yaşıyoruz ya saymakla bitmez ve bu yazı uzar gider.
Ben en iyisi burada bitireyim de gidip kendime bir kahve yapayım.:)

Perşembe, Aralık 16, 2010

ÖZLEMLERİMDEN






Doğduğum; çocukluğumun unutulmazlarını yaşadığım, büyüdüğüm; gençliğimin acı-tatlı anılarını sokaklarına sakladığım, yaşadığım; içinde yaşarken özlediğim şehir...
Herkesin rüyası, sevdası, taşında toprağında altın aradığı, umutlarını iki bavula sığdırıp son istasyonda bıraktığı şehir...

Yedi muhteşem yeşil tepesi korurdu eteklerine yerleşen yaşamı, mavi denizinde balıklar göz kırpar, cilve yapardı çekilen küreklerle süzülen sandallara, bahçelerinden sokağa yayardı kokularını leylak ağaçları. "Papatya sokağı"mda papatyalar duvar diplerini süslerdi.
Her ev ayrı bir hikayeydi sırları dört duvarlarla örülen, utanırdı kapılar kilitlenmeye. Acıyı saklayan neşeyi paylaşan pencereleri çiçekli elbiseler giyerdi benim şehrimde.
Yıldızları korkusuzdu kaçmazdı uzaklara, pırıl pırıl aydınlatırdı caddeleri-sokakları, bekçi amcanın düdüğü ağlayan bebeğe ninni-hastalara yoldaş olurdu.
Kar beyaz yağardı benim şehrimde, yeşili alabildiğine yeşil, mavisi alabildiğine maviydi.
Güzel insanları vardı hep dost hep tanıdık, selam eksik olmazdı dudaklardan-tebessüm yanaklardan. Yabancı değildi gözler gözlere, eller ellere. Tertemiz ruhlar, pırıl pırıl duygular, sizli-bizli sohbetler, büyüğün küçüğüne sevgisi-küçüğün büyüğüne saygısı vardı benim şehrimde. Yeni doğmuş bebek gibi masum-tertemizdi, büyümeyi bekleyen. Büyürken kirlenmeyi hiç düşünemeden.
Parke taşları, arnavut kaldırımları, caddelere-sokaklara yazın serinlik, kışın koruyucu olan koca koca çınar ağaçları, beyaz martıları, süzüle süzüle iskeleleri dolaşan vapurları, ahşap evleri, konakları, sarayları ile tarih yazardı.
Benim şehrim, sevdiklerimi toprağında sakladığım şehrim, içinde yaşarken özlediğim şehrim, artık yaşamak zor olsada toprağına düşene dek yaşamak istediğim şehrim, herşeye rağmen sevdiğim şehrim.

Hergün biraz daha içimi acıtan, hergün biraz daha avuçlarımdan kayan, hergün biraz daha bana yabancılaşan Canım İstanbul'um...



Öykü atölye'sinin


kelime oyunlarına ithafen...




Cuma, Aralık 10, 2010

BAŞLIKSIZLIK


Artık iyicene inanmaya başladım, hepimizin alnında aptal damgası var da! bizler bilmiyoruz. Herkes karşısındakine baktığında bu damgayı görüyor ama aynaya baktığında kendi alnındakini görmüyor. Karşısındakini aptal zannedip kandırmaya çalışanlar, kendisini aptal görüp de kandırmaya çalışıldığının farkında bile değiller. (Şuraya istisnalar kaideyi bazmaz diyelim de ayıp olmasın.) İnsan kendi kendisinin aynasıdır demişler ya büyüklerimiz, doğru demişler geçmiş zaman için ama bugünleri görselerdi böyle ulvi bir sözü söylemezlerdi sanırım...

Eşlimle bir yere gitmemiz için taksiye bindiğimizde söz trafikten benzine kaydı ve eşimin "benzin de 4 lirayı geçti hacım" demesi üzerine sürücü hacımız "bana ne arabası olan düşünsün" demez mi? Dilimi tatamayan ben "ne yani siz su mu yakıyorsunuz?" dediğimde hacım pişkin pişkin sırıtıp, o alnımızda ki aptal damgasına bakıp "benimkini yolcular ödüyor" dedi ve çıktı işin içinden. Sürücüler hep bu alnımdaki damgayı görüyor nedense, çoğu kez bana gece tarifesi açarlar, hatta bir keresinde 50 lira verdiğimde elçabukluğu ile parayı değiştirip 5 lira verdin diye iddia eden bile oldu. Hesap kitap konusunda çok iyi olduğumu bilen ben tereddüt bile etmedim ama ne kadar diretsem nafile, "yavuz hırsız evsahibini bastırır" misali "aman" dedim. Şimdilerde zaten "yavuz hırsız ev sahibini bastırır" modası da var ya! yavuz olan kazanıyor...

Alışveriş için markete girdiğimizde promosyon reyonları vardır hani koca afişler bastırırlar, sarı etiket koyarlar, işte ayrıcalıklıdır promosyon yaptıkları ürünler. (Bu ürünler aslında ya tarihi geçmiştir yada geçmek üzeredir.) İhtiyacımız olan ürünlere hevesle yaklaşır toplarız sepetimize, promosyonu olmayan ihtiyaçları da alırız yanısıra. Eh! ev ihtiyacı, bitmiyor ki zaten. Kasaya geldiğimizde, eğer barkot etiketi okuyan ekrandan gözümüzü ayırırsak yandık. Çünki reyon etiketi ile kasa bilgisayar etiketi aynı değildir. Çoğu kişi ekrana bakmaz, bakamaz aceledir kasadakinin işi, sırada bekleyen vardır, kart çekimi falan filan. Çoğu markette, çok ürünler reyon fiyatı ile kasa fiyatı tutmaz, her nedense kasa fiyatı daima daha fazladır.
Hepimiz evimize ambalajlı ürün alırız, bir kg.lık ya üç kg.lık yada çeşitli ve yine hepimiz biliriz ki aldığımız ürünü tartsak belirtilen kg.da değildir. Kime, nereye, nasıl müracaat edelim bilsek de sonunun olmadığını da biliriz. Hadi ambalajlı ürün olmasın ekmeğimiz bile eksik gramajlıdır, pazardan aldığımız sebzemiz meyvemiz de.
Ben çöplerimi ayrıştırırım ama cam,kağıt,pet olarak ayırmam da hepsini aynı torbaya koyarım. Çöp toplayan gelir açar benim poşeti alır içindeki camı yada topladığı başka geri dönüşümü, geri kalanı döker açıkcana çöpe. İyide be çocuğum işine yaramayanı niye çöpe açıpta dökersin, sende mi alnımı okuyorsun?

Akşamları otururuz tv. karşısına dizimiz vardır seyredeceğiz. Eskiden soba üzerinde kestane yapardık, şimdi böyle bir lüksümüz olmadığı için dizilerle eğlenmeye çalışıyoruz. Dizi ilk yayına başladığında iyi gider, iki-üç hafta, yazarı da iyidir seyredilir deriz, ya sonrası! Bir sokağın başındadır kızcağız, sonra yürümeye başlar gideceği 100 metre falan, aman allahım! üç hafta, beş hafta yolun sonu gelmiyor birtürlü, üşümüştür hırka giymeye kalkar, yok anam yaz gelir daha hırkaya bile ulaşamaz. Eee seyretme, tamam seyretmeyeyim de bu seyredenlerin gerçeğini değiştirmiyor ki! Hani o alnımızdaki varya 15 dakika dizi, 25 dakika reklam, üç haftada yürünen bir sokak la istemesekte "biz sizi öyle görüyoruz" denmekte.
Hele ki tartışma programları, tartışılmayan-kavga etmeyi sağlayan programlara dönüştürüldü. Yapımcılar kim kimle iyi kavga eder onları arayıp buluyor (tabi reyting uğruna) bizi de tartışma programı izlediğimizi izliyoruz sanıyorlar. Hani alnımızdakinden ötürü.
Ne yazık ki! bu örnekler istediğimiz kadar çoğaltılabilinir.

Aslında herkes herkesi kandırdığını sanırken, kimse kimseyi kandıramadığının farkında bile değil. Neden?
Yumurta azmı yiyoruz acaba? yani protein açısından...

Perşembe, Aralık 02, 2010

BİR TEŞEKKÜR - BİR MİM - BİR ANI


Göz yorgunluğu ile tansiyon dengesizliği birleşince bir haftaya yakın zamandır ara vermek zorunda kaldığım blogumun postlarına yorum yapan dostlarımın yorumlarını cevaplayamadığım için çok özür dilerim ve ayrıca yorumları için de her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Bazen dinlenmek istiyor bedenimiz, her ne kadar "yürü hadi" desekte "mola" diye bağırıyor avaz avaz. Sesi fazla çıkınca da beyne ve yüreğe rağmen dinliyoruz çaresizce...


Sevgili arkadaşlarım Asuman'cım ve Hüseyin Usta "eşyalar ve onların bize hatırlattıkları ve hissettirdikleri" adlı bir mimle beni hatırlamış olmalarından dolayı kendilerine çok teşekkür ederim.
Bu mim'i bazı bloglarda okuduğumda, ister istemez bana gelmesi halinde "ne olabilir" diye düşünmüştüm ve ilk aklıma gelen anısı çok değerli ve bizim yıllardır kahrımızı çeken tv sehpamız olmuştu. Yani mim bana gelmeden evvel yerini hazırlamıştı...


1972 yaz Olimpiyatları o yıl Ülkemizde çok yeni olan televizyonlardan canlı verilecekti. Ben o yıllarda çoook çok değerli bir patronu olan Yeni Kontrplak (Kelebek Mobilya) da çalışmaktaydım. Evliliğimin ilk ayları olması, daha önemli eksiklerin bulunması, televizyonun çok yerleşik olmaması dolayısiyle Tv almayı düşünmek şöyle dursun, aklımıza bile getirmiyorduk. Temmuz ayının ilk haftasıydı (asla unutmam) Fabrikanın büro kısımlarının bulunduğu orta salona bir sürü koliler geldi, aslında gelen tüm yükler, koliler direk fabrika kapısından girerdi. Kolilerin bantları ve etiketleri arasından televizyon reklamları gözüküyordu. Merak sarmıştı bizi servis müdürleri ise hafiften gülümsüyor ama hiç bir ipucu vermiyorlardı.
Öğlen paydosunda yemek salonunda (o mükemmel patron hep bizlerle yemek yerdi) patronumuz yemekten sonra ön salonda toplanmamızı istemişti. Toplandığımızda servis müdürlerinin gülümsemelerinden hoş bir şeylerle karşılaşacağımızı tahmin etmiştik ama bu kadar hoş bir süpriz hiç beklemiyorduk. Büro personeli olarak 17 kişiydik ve önümüzde 17 televizyon kolisi duruyordu. Patronumuz yurt dışından 17 adet Shap-Lorenz marka 67 ekran televizyon getirtmişti. O günkü değeriyle 5.300 tl'sıydı, ince düşünceli patronumuz 700 Tl de nakit elimize verip anten ve bağlatma masraflarınıda karşılamıştı. Tüm personel 6.000 tl borçlanmıştık firmamıza, "önemli değil" demişti patronumuz "herkesin maaşı nisbetinde bir yıl, üç yıl ne kadar zamanda ödeyebilirseniz" diye de ilave etmişti ve "sehpalarınızda benden hediye yakında onlarda gelecek" diyerek şaşkınlığımızı arttırmıştı. Dediğim gibi çok mükemmel, çok değerli bir insandı. Eğer yaşıyorsa daha nice sağlıklı yılları olsun, ebediyete intikal ettiyse huzur içinde yatsın...

Yeni Kelebek konrtplak Fabrikası yine o yıl Düzce'de bir fabrika açmış ve Türkiyede ilk kontrplak üzerine baskılı mobilya yapımını başlatmıştı. İlk baskılı mobilya olarak da deneme mahiyetinde tv sehpaları üretmişti ve çok da (hatta şimdilerde bile o derece kaliteyi yakalayamayan) başarılı olmuştu. Bugün "Kelebek Mobilya" diye bilinen firmanın ilk mobilyasını denemek ve yıllarca kullanmak, tarihini evimizde yaşatmak ve tarihinin birebir içinde olmak benim için çok fazla hassasiyet ifade eder...

Tv sehpamız geldiğinde üzerine yerleştirdiğimiz siyah-beyaz televizyonumuz ile bir karesini bile kaçırmadan izlediğimiz 1972 yaz olimpiyatları belkide onca seyrettiğimiz renkli olimpiyatlardan çok daha renkliydi.
Yıllarca televizyon taşıyan sehpamız geçen yıllar içinde, değişen mobilyaların sonucunda asli görevini bırakıp çeşitli yerlerde kullanılmaya başlandı. Onca çektiği eziyete rağmen yıpranmıyordu ve hatta halen eskimiş bile değil. Kah müzik seti taşıdı fotoğraf çerçeveleriyle yanyana kah mutfak dolaplarına yardım etti, gün geldi ardiyede raf işini yüklendi. Olmadı yine çıktı ardiyeden evlere giren ikinci televizyona asıl işi olan sehpa vazifesine başladı. Bir ara dikiş makinamı taşıdı, bir ara kızımın bakliyat kavanozlarını. Zaten küçük kızımla bizim evin arasında mekik dokuyordu, bu gidiş gelişlerden başı çok dönmüştür sanırım. Eşlerimiz bıktı arabayla bir oraya bir buraya taşımaktan, sonunda söylenmeye bile başladılar.
Çok değerli anılarıyla, eskiye sahip çıkmayı seven kızlarımın ve benim eşyalarımızın içinde çok değerli bir yeri vardır. Şimdilerde küçük kızımın çalışma odasında, kitaplıklarına sığdıramadığı arta kalan kitaplarını taşımakla görevlidir kendileri...


"eşyalar ve onların bize hatırlattıkları ve hissettirdikleri" mim'ini bana hatırlattıkları ve çok şey hissettirdiği için severek yazdım. Unutulmayacak bu anımı yazmama sebep olan Sevgili arkadaşım Asuman'a ve böyle güzel bir mim'i başlatana çok teşekkür ederim...



Ve bu güzel mim'i Sevgili Çınar'cıma ve Sevgili Özlem'cime paslıyorum, severek yazacaklarından eminim...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...