Cuma, Aralık 31, 2010

YENİ YILA GİRERKEN


Bir yılı daha geride bırakıyoruz, sandığın kilidini açma vaktidir.
Bazı yıllar vardır sadece yaşanır, gözyaşı da olsa sevinçler-mutluluklar da bulunsa yaşamın parçasıdır yaşananlar. Unutulur mu? muhakkak ki unutulmaz ama bir anıdır aklına düştüğünde "hangi yıldı o yıl" diyebiliriz...

Bazı yıllar vardır yaşamımızın dönemeçlerini yaşarız. Bu yıllar yarınımızı etkileyebilecek, yaptığımız planlarımızı değiştirebilecek, ayı-günü-saati ve hatta dakikalarının asla unutamayacağımız günleri getirir gelirken. Ne olacağını bilmeden dileklerle başlanır her yeni yıl, ya yaşanır biter ya da saklanır. Hangi anne unutabilir? kucağına aldığı sımsıcak sevgi yumağının ilk anını yada kim unutabilir? yaşamının dönüm noktası olan elindeki mikrofondan "evet" diye bağırdığını, nasıl unutulur insan? sevdiğinin son nefesini. İşte bu yıllar saklanılası sandık yılıdır...

2010 yılı benim sandık yılım, benim sandığım da doldu aslında, sıkıştırıyorum artık kıyısına köşesine.
Güzel dileklerle girmiştim 2010 yılına, hemde bir sürü plan programla. Kimisini yakaladım, kimisi kaçtı, yol yorgunu bedenim kovalayamadı.
2010 yılında ilklerim oldu. İlk defa uçağa bindim, aşmıştım nefes alamama, açık havaya çıkamama korkusunu. "Kısa mesafe" diye şartladım kendimi, Aaaa baktım! gidiyorum sorun yok. Yurtdışı gezilerim olabilseydi daha önce aşma durumum mecburen olurdu da yurtiçi için araba daha iyi, istediğin yer mola nefes al doya doya.
İlk defa yanlız tatile çıktım, zorunlu ayrı düştüğümüz çok sevgili can dostuma gittim. Alabildiğine özgür bir tatil yaptık, zamansız-saatsiz-plansız-programsız. İstediğimizde, istediğimiz yerde, istediğimiz gibi.
2010 yılı ne yazık ki acı da getirdi. Kızının evlilik arifesinde erkek kardeşimi kaybettim, savrulan yaşam mutluluğu gölgelesede başlanan işi yarım kalmaz diye yılın son haftası yeğenim, kardeşimin çok sevgili kuşu gelin oldu. Buruk yürek mutluluğa kırık kanatları ile uçtu...

Bu arada sayısız dostlarım oldu, gözle görmediğim yürekle dokunabildiğim. Yılın son haftası güzel dileklerinle süsledikleri birbirinden değerli kartları ile posta kutumdan kucağıma mutluluk dolduran, güzel yazıları ile gönlümü açan, yorumları ile sevgi yollayan...

Evet! 2010 yılı bitiyor ve benim sandığımı açma vaktidir...

2011 yılı tüm dünyamıza barış, kardeşlik, dostluk getirsin. Savaşların, açlığın, yoksulluğun bittiği yıl olsun. Saygı yılı sevgi yılı olsun. Gelecek nesillere bırakacağımız değerlere verilecek önem yılı olsun...

TÜM DOSTLARIMIN VE YOLU BLOGUMDAN GEÇEN TÜM DOSTLARIN YENİ YILINI İÇTENLİKLE KUTLAR SAĞLIKLA, SEVDİKLERİNLE VE GÖNÜLLERİNCE BİR YIL GEÇİRMELERİNİ DİLERİM...

İYİ YILLAR...

Çarşamba, Aralık 29, 2010

LEYLAK KOKULU MUTLULUK



Postacılar mutluluk dağıtıyor, 2011 posta kutuma sığmıyor. Posta kutumdan kucağıma dökülen leylak kokulu birbirinden güzel anı bırakacak mutluluk, birbirinden güzel sevgi yansıyan satırlar ve birbirinden güzel dost sıcaklığı 2010 yılının son bronşitini bile unutturdu. Gözüm açıldı, parmaklarım dostlara teşekkür satırları için coştu...

Dilerim 2011 yılı paylaştığımız satırlardan taşan mutluluk kadar sıcak-dost-kardeşce ve huzur içinde geçsin...

Hepinize yürekten sevgilerimle...

Pazartesi, Aralık 20, 2010

BEN'CE




İnsanlar dünyaya geldiği ilk anda gözlerini açarlar ama parmakları avuçlarının içinde sımsıkı kapalıdır.
Bence; gelirken yaşamlarını getirirler avuçlarında. Gözlerini açarlar ama avuçlarını açmak için zamana ihtiyaçları vardır. Sonra bırakırlar avuçlarında getirdiklerini, yaşamları serilir önlerine. Bu yolda yürümekten başka seçenekleri yoktur...

İnsanlar "mutluyum" der, özlemlerinin ve güzel şeylerin sahiplenmesinin yada yaşanmasının adını mutluluk koymuşlardır. Tabi bu çok güzel bir oluştur ve de herkesin hakkıdır.
Bence; mutluluk sadece duyulan tek bir anda saklıdır, bir andır o "pıt" eder yürek, adını koyamadığımız bir iç huzuru yayılır tek bir an için. Çok güzel bir duygudur, herkesin duyduğu ama yakalayamadığı. Bu bazen bir yemek kokusunda, bazen bir yastık kıvrımında, bazen bir görselde, bazen bir yağmur damlasında, bazen bir kuşun kanat çırpmasında ki gibi benzerlerde saklıdır. Ama bu "yağmur yağıyor şu yağmur damlasından mutluluk duyayım" demekle olmuyor. O hiç düşünülmeyen bir anda aniden yüreğe düşer...

İnsanlar saygı ve sevgi sözcüklerini gereğinden fazla kullanır. Konuşma veya yazışma içinde geçen bu sözcükler "sözcük" olarak ahenk yansıtsa da sözcük olarak kalır.
Bence; saygıyı göstermek, sevgiyi yansıtmak daima kalıcı olmasını sağlar. Saygı elde-sevgi yürektedir, dile düştüğünde vay haline. Her zaman hissettirmek söylemekten daha gerçekçidir...

İnsanlar saygı görmek isterler, bu zaten insanlığın insan olma zorunluluğudur. Ama bazı insanlar bu duygudan yoksundur.
Bence; farkında değillerdir duygu eksikliğinin, onlar için saygı sözcüğe sıkışan bir kavramdır. Kızılmaz onlara, bu sanki çam ağacından elma beklemek gibi bir şey olur. Aşısı da yoktur bu duygunun.
Ama yine de saygı görmek için bir insanın önce kendisinin kendi bedenine saygı duyması gerekir. Kendine saygısı olan bir insana saygı duyulması kaçınılmazdır...

İnsanlar ve tüm canlılar yaşamlarını beslenmeyle sürdürürler. Yaşamaları için yemeye-içmeye ihtiyaçları vardır da.
Bence; insanlar yaşamak için değil, adeta yemek için yaşarlar...


***Yaşamak için değil, yemek için yaşıyoruz. 01.12 2007

Günümüzde biz insan denen canlılar yaşamak için yeme ve içme gibi ihtiyaçlarımızın kontrölünü kaybetmiş durumdayız. Artık yemek için yaşıyoruz, her yerde bir şeyler yiyoruz. Sabah uyanıldığında ne yiyelim düşünceleri hemen başlıyor. Sabah kahvaltıları keyfen yapılıp, kahvaltı seansları düzenleniyor.

''Hadi kahvaltıya bize gelin,'' ya da

''Kahvaltıyı dışarıda bir yerde mi yapsak?''

Park mı istersin deniz kenarı mı, ormanlık alan mı? Ha buralara gidemiyor musun? Ön bahçe de olur. Kahvaltıyla iş bitse iyi, biraz sonra geldi kahve saati. Öğleni, ikindi çayı, akşam yemeği, ara öğünleri v.s.

Bir arkadaşınla oturup dertleşmek istiyorsun, "Gel şurada oturup bir şeyler içip konuşalım," veya "Akşama bir yerlere gidip bir şeyler yiyelim, dertleşiriz" gibi sözcükler oturur hemen yerine. Yemeden içmeden konuşma olmuyor ya!

Evin hanımı dertli komşular gelecek, "Ne yapmalı? Vakit de az, çok çeşit olmalı," doğru mutfağa kurabiyeler, kekler, pastalar... Çeşit çok olmalı ayıp olur yoksa. Ama yine de sunumda "Kusura bakmayın fazla da bir şey yapamadım," denir her nedense. Gelen komşuların durumu da daha değişik, "İkramda neler var acaba?" dır zihinlerden geçen.

Bilinen en basit kekin bile tarifi istenir, "Çok güzel olmuş, ben de tarifini alayım."

Çocukları parka götürmek zevktir de illâ çekirdek yenecek banklarda otururken. Çocuklar kum havuzunda, büyükler çekirdeğin başında. Bankların altı çekirdek kabuklarıyla kaplanmış içler acısı. Simitçisi, helvacısı, pamuk şekercisi zaten park girişini parsellemiş durumda. Gözlerini dikmiş çocukların yaygarasını bekliyorlar.

Yollar derseniz yiyecek ambalajlarıyla kaplı. Ye at, iç at!

Şehir içi otobüsleri, en fazla bir saatlik yol ama olmaz, su almalı bulunsun! Duraklar ufak pet şişeleriyle dolu, durakta suyunu içersen durağa, otobüste içersen otobüse atarsın pet şişeni fark etmez, aman yeter ki susuz kalma!

Yürüyüş yapacaksın elinde pet şişen muhakkak olacak. Pet şişesi baston oldu artık onsuz yürünmüyor. Yürürken su, bir yerlerde oturacaksan kola. Boş geçmesin zaman, neme lâzım!
Sinama, tiyatro salonları çözüm saydı kabuklu yemiş yasakladı. Bizler durur muyuz patlamış mısırı icat ettik hemen, seyrederken bir şeyler yemek lâzım. Mısır kesmez, antrakta bir şeyler yenir, yenmese de içilir.
Bayram olur kapıya gelen çocuklara şeker veririz. Kitap verecek değiliz ya, zaten versek de
ne derler eve gidince, "Bayramda ne kitabı? Bir şeker de mi veremediler?" Kurban bayramı evrim değiştirdi zaten bir telaştır gidiyor. Kurban yerine ulaşmıyor artık, çünkü evlerde 'no frost'lar var. Koy dolaba altı ay rahatız . Yemek için yaşıyoruz ya altı ayı da garantiledik!
Çarşılar açılır 10 km arayla, içine gir 3 dükkan 13 restorant.
Kitapçıda en çok satılan da yemek kitapları.
Akşama yemek mi yok? Telefon et ya lahmacuncuya ya da pizzacıya.
Kaç kişi hastanede yatan hastasına kolanya, çiçek götürüyor ki? Yol üstündeki pastaneden alınan kurabiye daha iyi tabi ki.
Buluşma yeri olarak o ağacın altından vazgeçildi.
''Kafede buluşalım,''
''Çay bahçesinde buluşalım.''
15 dakikalık vapur yolculuğunda çay, simit, 45 dakikalık feribot yolculuğunda meyve suyu sandviç, 1 saatlik uçak yolculuğunda yemek.
Yemek için yaşıyoruz ya saymakla bitmez ve bu yazı uzar gider.
Ben en iyisi burada bitireyim de gidip kendime bir kahve yapayım.:)

Perşembe, Aralık 16, 2010

ÖZLEMLERİMDEN






Doğduğum; çocukluğumun unutulmazlarını yaşadığım, büyüdüğüm; gençliğimin acı-tatlı anılarını sokaklarına sakladığım, yaşadığım; içinde yaşarken özlediğim şehir...
Herkesin rüyası, sevdası, taşında toprağında altın aradığı, umutlarını iki bavula sığdırıp son istasyonda bıraktığı şehir...

Yedi muhteşem yeşil tepesi korurdu eteklerine yerleşen yaşamı, mavi denizinde balıklar göz kırpar, cilve yapardı çekilen küreklerle süzülen sandallara, bahçelerinden sokağa yayardı kokularını leylak ağaçları. "Papatya sokağı"mda papatyalar duvar diplerini süslerdi.
Her ev ayrı bir hikayeydi sırları dört duvarlarla örülen, utanırdı kapılar kilitlenmeye. Acıyı saklayan neşeyi paylaşan pencereleri çiçekli elbiseler giyerdi benim şehrimde.
Yıldızları korkusuzdu kaçmazdı uzaklara, pırıl pırıl aydınlatırdı caddeleri-sokakları, bekçi amcanın düdüğü ağlayan bebeğe ninni-hastalara yoldaş olurdu.
Kar beyaz yağardı benim şehrimde, yeşili alabildiğine yeşil, mavisi alabildiğine maviydi.
Güzel insanları vardı hep dost hep tanıdık, selam eksik olmazdı dudaklardan-tebessüm yanaklardan. Yabancı değildi gözler gözlere, eller ellere. Tertemiz ruhlar, pırıl pırıl duygular, sizli-bizli sohbetler, büyüğün küçüğüne sevgisi-küçüğün büyüğüne saygısı vardı benim şehrimde. Yeni doğmuş bebek gibi masum-tertemizdi, büyümeyi bekleyen. Büyürken kirlenmeyi hiç düşünemeden.
Parke taşları, arnavut kaldırımları, caddelere-sokaklara yazın serinlik, kışın koruyucu olan koca koca çınar ağaçları, beyaz martıları, süzüle süzüle iskeleleri dolaşan vapurları, ahşap evleri, konakları, sarayları ile tarih yazardı.
Benim şehrim, sevdiklerimi toprağında sakladığım şehrim, içinde yaşarken özlediğim şehrim, artık yaşamak zor olsada toprağına düşene dek yaşamak istediğim şehrim, herşeye rağmen sevdiğim şehrim.

Hergün biraz daha içimi acıtan, hergün biraz daha avuçlarımdan kayan, hergün biraz daha bana yabancılaşan Canım İstanbul'um...



Öykü atölye'sinin


kelime oyunlarına ithafen...




Cuma, Aralık 10, 2010

BAŞLIKSIZLIK


Artık iyicene inanmaya başladım, hepimizin alnında aptal damgası var da! bizler bilmiyoruz. Herkes karşısındakine baktığında bu damgayı görüyor ama aynaya baktığında kendi alnındakini görmüyor. Karşısındakini aptal zannedip kandırmaya çalışanlar, kendisini aptal görüp de kandırmaya çalışıldığının farkında bile değiller. (Şuraya istisnalar kaideyi bazmaz diyelim de ayıp olmasın.) İnsan kendi kendisinin aynasıdır demişler ya büyüklerimiz, doğru demişler geçmiş zaman için ama bugünleri görselerdi böyle ulvi bir sözü söylemezlerdi sanırım...

Eşlimle bir yere gitmemiz için taksiye bindiğimizde söz trafikten benzine kaydı ve eşimin "benzin de 4 lirayı geçti hacım" demesi üzerine sürücü hacımız "bana ne arabası olan düşünsün" demez mi? Dilimi tatamayan ben "ne yani siz su mu yakıyorsunuz?" dediğimde hacım pişkin pişkin sırıtıp, o alnımızda ki aptal damgasına bakıp "benimkini yolcular ödüyor" dedi ve çıktı işin içinden. Sürücüler hep bu alnımdaki damgayı görüyor nedense, çoğu kez bana gece tarifesi açarlar, hatta bir keresinde 50 lira verdiğimde elçabukluğu ile parayı değiştirip 5 lira verdin diye iddia eden bile oldu. Hesap kitap konusunda çok iyi olduğumu bilen ben tereddüt bile etmedim ama ne kadar diretsem nafile, "yavuz hırsız evsahibini bastırır" misali "aman" dedim. Şimdilerde zaten "yavuz hırsız ev sahibini bastırır" modası da var ya! yavuz olan kazanıyor...

Alışveriş için markete girdiğimizde promosyon reyonları vardır hani koca afişler bastırırlar, sarı etiket koyarlar, işte ayrıcalıklıdır promosyon yaptıkları ürünler. (Bu ürünler aslında ya tarihi geçmiştir yada geçmek üzeredir.) İhtiyacımız olan ürünlere hevesle yaklaşır toplarız sepetimize, promosyonu olmayan ihtiyaçları da alırız yanısıra. Eh! ev ihtiyacı, bitmiyor ki zaten. Kasaya geldiğimizde, eğer barkot etiketi okuyan ekrandan gözümüzü ayırırsak yandık. Çünki reyon etiketi ile kasa bilgisayar etiketi aynı değildir. Çoğu kişi ekrana bakmaz, bakamaz aceledir kasadakinin işi, sırada bekleyen vardır, kart çekimi falan filan. Çoğu markette, çok ürünler reyon fiyatı ile kasa fiyatı tutmaz, her nedense kasa fiyatı daima daha fazladır.
Hepimiz evimize ambalajlı ürün alırız, bir kg.lık ya üç kg.lık yada çeşitli ve yine hepimiz biliriz ki aldığımız ürünü tartsak belirtilen kg.da değildir. Kime, nereye, nasıl müracaat edelim bilsek de sonunun olmadığını da biliriz. Hadi ambalajlı ürün olmasın ekmeğimiz bile eksik gramajlıdır, pazardan aldığımız sebzemiz meyvemiz de.
Ben çöplerimi ayrıştırırım ama cam,kağıt,pet olarak ayırmam da hepsini aynı torbaya koyarım. Çöp toplayan gelir açar benim poşeti alır içindeki camı yada topladığı başka geri dönüşümü, geri kalanı döker açıkcana çöpe. İyide be çocuğum işine yaramayanı niye çöpe açıpta dökersin, sende mi alnımı okuyorsun?

Akşamları otururuz tv. karşısına dizimiz vardır seyredeceğiz. Eskiden soba üzerinde kestane yapardık, şimdi böyle bir lüksümüz olmadığı için dizilerle eğlenmeye çalışıyoruz. Dizi ilk yayına başladığında iyi gider, iki-üç hafta, yazarı da iyidir seyredilir deriz, ya sonrası! Bir sokağın başındadır kızcağız, sonra yürümeye başlar gideceği 100 metre falan, aman allahım! üç hafta, beş hafta yolun sonu gelmiyor birtürlü, üşümüştür hırka giymeye kalkar, yok anam yaz gelir daha hırkaya bile ulaşamaz. Eee seyretme, tamam seyretmeyeyim de bu seyredenlerin gerçeğini değiştirmiyor ki! Hani o alnımızdaki varya 15 dakika dizi, 25 dakika reklam, üç haftada yürünen bir sokak la istemesekte "biz sizi öyle görüyoruz" denmekte.
Hele ki tartışma programları, tartışılmayan-kavga etmeyi sağlayan programlara dönüştürüldü. Yapımcılar kim kimle iyi kavga eder onları arayıp buluyor (tabi reyting uğruna) bizi de tartışma programı izlediğimizi izliyoruz sanıyorlar. Hani alnımızdakinden ötürü.
Ne yazık ki! bu örnekler istediğimiz kadar çoğaltılabilinir.

Aslında herkes herkesi kandırdığını sanırken, kimse kimseyi kandıramadığının farkında bile değil. Neden?
Yumurta azmı yiyoruz acaba? yani protein açısından...

Perşembe, Aralık 02, 2010

BİR TEŞEKKÜR - BİR MİM - BİR ANI


Göz yorgunluğu ile tansiyon dengesizliği birleşince bir haftaya yakın zamandır ara vermek zorunda kaldığım blogumun postlarına yorum yapan dostlarımın yorumlarını cevaplayamadığım için çok özür dilerim ve ayrıca yorumları için de her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Bazen dinlenmek istiyor bedenimiz, her ne kadar "yürü hadi" desekte "mola" diye bağırıyor avaz avaz. Sesi fazla çıkınca da beyne ve yüreğe rağmen dinliyoruz çaresizce...


Sevgili arkadaşlarım Asuman'cım ve Hüseyin Usta "eşyalar ve onların bize hatırlattıkları ve hissettirdikleri" adlı bir mimle beni hatırlamış olmalarından dolayı kendilerine çok teşekkür ederim.
Bu mim'i bazı bloglarda okuduğumda, ister istemez bana gelmesi halinde "ne olabilir" diye düşünmüştüm ve ilk aklıma gelen anısı çok değerli ve bizim yıllardır kahrımızı çeken tv sehpamız olmuştu. Yani mim bana gelmeden evvel yerini hazırlamıştı...


1972 yaz Olimpiyatları o yıl Ülkemizde çok yeni olan televizyonlardan canlı verilecekti. Ben o yıllarda çoook çok değerli bir patronu olan Yeni Kontrplak (Kelebek Mobilya) da çalışmaktaydım. Evliliğimin ilk ayları olması, daha önemli eksiklerin bulunması, televizyonun çok yerleşik olmaması dolayısiyle Tv almayı düşünmek şöyle dursun, aklımıza bile getirmiyorduk. Temmuz ayının ilk haftasıydı (asla unutmam) Fabrikanın büro kısımlarının bulunduğu orta salona bir sürü koliler geldi, aslında gelen tüm yükler, koliler direk fabrika kapısından girerdi. Kolilerin bantları ve etiketleri arasından televizyon reklamları gözüküyordu. Merak sarmıştı bizi servis müdürleri ise hafiften gülümsüyor ama hiç bir ipucu vermiyorlardı.
Öğlen paydosunda yemek salonunda (o mükemmel patron hep bizlerle yemek yerdi) patronumuz yemekten sonra ön salonda toplanmamızı istemişti. Toplandığımızda servis müdürlerinin gülümsemelerinden hoş bir şeylerle karşılaşacağımızı tahmin etmiştik ama bu kadar hoş bir süpriz hiç beklemiyorduk. Büro personeli olarak 17 kişiydik ve önümüzde 17 televizyon kolisi duruyordu. Patronumuz yurt dışından 17 adet Shap-Lorenz marka 67 ekran televizyon getirtmişti. O günkü değeriyle 5.300 tl'sıydı, ince düşünceli patronumuz 700 Tl de nakit elimize verip anten ve bağlatma masraflarınıda karşılamıştı. Tüm personel 6.000 tl borçlanmıştık firmamıza, "önemli değil" demişti patronumuz "herkesin maaşı nisbetinde bir yıl, üç yıl ne kadar zamanda ödeyebilirseniz" diye de ilave etmişti ve "sehpalarınızda benden hediye yakında onlarda gelecek" diyerek şaşkınlığımızı arttırmıştı. Dediğim gibi çok mükemmel, çok değerli bir insandı. Eğer yaşıyorsa daha nice sağlıklı yılları olsun, ebediyete intikal ettiyse huzur içinde yatsın...

Yeni Kelebek konrtplak Fabrikası yine o yıl Düzce'de bir fabrika açmış ve Türkiyede ilk kontrplak üzerine baskılı mobilya yapımını başlatmıştı. İlk baskılı mobilya olarak da deneme mahiyetinde tv sehpaları üretmişti ve çok da (hatta şimdilerde bile o derece kaliteyi yakalayamayan) başarılı olmuştu. Bugün "Kelebek Mobilya" diye bilinen firmanın ilk mobilyasını denemek ve yıllarca kullanmak, tarihini evimizde yaşatmak ve tarihinin birebir içinde olmak benim için çok fazla hassasiyet ifade eder...

Tv sehpamız geldiğinde üzerine yerleştirdiğimiz siyah-beyaz televizyonumuz ile bir karesini bile kaçırmadan izlediğimiz 1972 yaz olimpiyatları belkide onca seyrettiğimiz renkli olimpiyatlardan çok daha renkliydi.
Yıllarca televizyon taşıyan sehpamız geçen yıllar içinde, değişen mobilyaların sonucunda asli görevini bırakıp çeşitli yerlerde kullanılmaya başlandı. Onca çektiği eziyete rağmen yıpranmıyordu ve hatta halen eskimiş bile değil. Kah müzik seti taşıdı fotoğraf çerçeveleriyle yanyana kah mutfak dolaplarına yardım etti, gün geldi ardiyede raf işini yüklendi. Olmadı yine çıktı ardiyeden evlere giren ikinci televizyona asıl işi olan sehpa vazifesine başladı. Bir ara dikiş makinamı taşıdı, bir ara kızımın bakliyat kavanozlarını. Zaten küçük kızımla bizim evin arasında mekik dokuyordu, bu gidiş gelişlerden başı çok dönmüştür sanırım. Eşlerimiz bıktı arabayla bir oraya bir buraya taşımaktan, sonunda söylenmeye bile başladılar.
Çok değerli anılarıyla, eskiye sahip çıkmayı seven kızlarımın ve benim eşyalarımızın içinde çok değerli bir yeri vardır. Şimdilerde küçük kızımın çalışma odasında, kitaplıklarına sığdıramadığı arta kalan kitaplarını taşımakla görevlidir kendileri...


"eşyalar ve onların bize hatırlattıkları ve hissettirdikleri" mim'ini bana hatırlattıkları ve çok şey hissettirdiği için severek yazdım. Unutulmayacak bu anımı yazmama sebep olan Sevgili arkadaşım Asuman'a ve böyle güzel bir mim'i başlatana çok teşekkür ederim...



Ve bu güzel mim'i Sevgili Çınar'cıma ve Sevgili Özlem'cime paslıyorum, severek yazacaklarından eminim...

Çarşamba, Kasım 24, 2010

BANA BİR HARF ÖĞRETENİN........



ÖĞRETMENLER GÜNÜ

BAŞÖĞRETMENİMİZ ATATÜRK'ÜN YOLUNDA YÜRÜYEREK KARANLIKLARA IŞIK


TUTAN EĞİTİM GÖNÜLLÜSÜ ÖĞRETMEN ORDUSUNA KUTLU OLSUN...




Blog dostum ÖĞRETMENLERİME'de ayrıca sımsıcak sevgiler sunarım...
.

Salı, Kasım 23, 2010

ATI ALAN ÜSKÜDARI GEÇTİ



Pervin teyze! çocukluğumun masalcı teyzesiydi Pervin Teyze. Evimize bitişik evde en altta bir odada yaşardı, arka kapılarımız aynı bahçeye açılırdı. Sanki düşmemek için birbirine yaslanmış iki koskoca ahşap evin koskoca bahçesini paylaşırdık beş aile, belki şimdi o bahçede olsam düşündüğüm kadar büyük olmadığını görürüm ama bir zamanlar çocuk gözüyle çok büyük gelirdi bize. Geceleri ışık olmayan bu bahçeden, yaptığımız binbir numarayla Pervin tayzeye gidişlerimiz ve masallarımız çocukluğumun en güzel anılarındandır...

Aksiydi Pervin teyze ama bir o kadar da yumuşacık bir yüreği vardı. Neredeyse her akşam (zorlamalarla) masallar anlatırdı bize. Bildiğimiz masallardan değildi anlattıkları. Yani Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel veya Külkedisi gibi değil, keloğlan masalları, sihirli lambalar, padişahlar, efsaneler ile ençok da ata sözlerinin oluş hikayeleriydi anlattıkları..

Akşam karanlığı çöktüğünde, yemek sonrası çay ocağa veya sobaya konduğunda bir kıpırtı başlardı bizde Pervin tayze gelse diye. Pervin Tayze bu! çağırmadan, yalvarmadan gelir mi? bahçe karanlık, gitmek zor, evdeki kibritler saklı. Neyseki kendimizce bir yol bulmuştuk sonunda. Üst kat odamıza bitişik yan evde oturan komşumuzun yaşıtlarımız oğullarına duvara iki yumrukla haber vermek, bahçeye bakan tuvaletlerinin ışığını yakmaları, bahçenin az aydınlanması ve Pervin teyzenin kapısı. Sonunda, elinde idare lambası, namaz mestlerinin üzerine giydiği lastiklerini sürüye sürüye kapıda belirirdi Pervin Teyze..

Aslında bu yazıya Pervin Teyzeyi anlatmak için başlamamıştım, o başlı başına ayrı bir hikaye konusudur. Ben sadece onun bir masalını (yada efsane diyelim) yazmak içindi başladığım satır başı. Ana hatları ile tamamen aklımda olan bu efsaneyi yazarken belki eklemeleri olacaktır belki de atladığım satırları. Pervin Teyzenin anlatış lezzetini yakalayabilirmiyim bilmiyorum.

""Çok eskilerde Üsküdar'ın ara sokaklarında yaşayan iki çocuklu bir aile varmış. Gelirleri çok iyi olmayan bu ailenin babası sırtında küfesi ile mahalle aralarında sebze-meyve satar geçimlerini sağlamaya çalışırmış. Çok çalışırmış adamcağız, bağırınca "sebzeee-meyvaaaa" diye arka sokaklardan bile duyan-çağıran olurmuş. Gel zaman git zaman bu çalışmalarının karşılığında bir at edinmiş adamcağız. Kendi yaptığı tahta tezgahını da atının arkasına bağlayarak sırtında küfe taşımaktan kurtulmuş. Biraz olsun ferahlık aileyi mutlu etmeye yetmiş.
Günün birinde kapılarında saçı başı dağınık, üstü başı eski bir tanrı misafiri belirmiş. Yufka yürekli karı koca acımışlar, buyur etmişler sofralarına, karnını iyice doyuran tanrı misafiri bükmüş boynunu, besbelli yokmuş yatacak yeri de. Dayanamamış karı koca sermişler çocukların odasına bir yatak buyur etmişler yatağa da. Tanrı misafiri bu "git" demek olmaz, beklemişler kendi gitmesini. Tanrı misafiri akşam sofrasında iyicene karnını doyurunca başlarmış hikayeye-masala, dinlerlermiş ailece. Karı koca baynunu büker, çocuklar sevinçle yerleşirlermiş eteklerine, esneyince misafir uyku saatidir der yatarlarmış bir odada ailece. Yemeğe para yetiştiremeyen adamcağız daha çok çalışmaya başlamış, misafirin gideceği yok, yemesi de çok. Yüzlerini asarlarmış gitsin diye ama misafir yüzsüz. Gerilirmiş yemek sonrası, gerildikce serilir, serildikce yerleşirmiş. Bahçe bir komşuları varmış, zaman zaman adamı uyarır yaptığının yanlış olduğunu anlatırmış. komşuyu dinler eve gelir "git artık" diyecekken ağzından bal damlayan tanrı misafirine ses edemezlermiş.
Aradan geçen günlerin sayısını unutan adamcağız bir sabah erkenden işe gitmek için sebzeleri meyveleri arabasına yüklemiş, atına bağlamak için de ahıra girmiş ama at yok ortada, koşmuş hemen karısının yanına "at ortada yok hanım gel koşalım sağa sola" demiş. Başlamışlar karı koca bahçeyi sokağı aramaya, seslerini duyan komşu çıkmış ortaya "hayrola ne oldu? nedir bu ses bu telaş" demiş. Atın kaçtığını onu aradıklarını söyleyen karı kocaya dönüp acı acı gülümsemiş.
"Telaş etme, arama boşuna, defalarca söyledim bunu sana Atı alan Üsküdarı geçti" demiş. Daha çok telaşlanan karı koca dalmışlar tanrı misafirinin adasına bakmışlar ki yatakda ahır gibi bomboş...""

Çocuktuk güler geçerdik.
Büyüyünce aklımıza geldiğinde üzülür olduk.
Şimdilerde saçımızı başımızı yoluyoruz ama ne çare "Atı alan Üsküdarı geçti...



Pazar, Kasım 21, 2010

BİRAZI KİTAP BİRAZI MİM


Konumuz kitap ve mim. Sevgili Özlem beni bu konuda sobelemiş. Beni hatırlamış olmasından dolayı çok teşekkür ederim, sanırım cevaplamam biraz geç oldu, bunun içinde ayrıca özür dilerim...

Bu mim derki;
"Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Kuralları:
- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
- Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
- Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
- Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
- Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
- Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez."

Kitap bizde, "üç ev bir ev" yada " bir ev üç ev gibi" değişkendir. Gelenler, gidenler, gelip de okunma sırasını bekleyenler, okunması bittiği halde yatıya kalanlar, gittiği yeri benimseyenler gibi.
Bende mim'i okur okumaz hemen bilgisayarın arkasında, bir yıl içinde ufak bir kitaplık haline dönüşen kitaplara yöneldim. Gözlerimi kapayıp bir iki kez gezdirdim kitapların üzerinde parmaklarımı ama bu arada derin bir nefes almayı unuttum sanırım. Çünkü gözümü açtığımda parmaklarım okumadığım bir kitabın üzerinde duruyordu. Onun için bu kitap konusunda çok açıklayıcı bir yorum yapamayacağım, üzgünüm.

Kitabın adı "Filler İçin Su" yazarı Sara Gruen.
Kitap büyük kızıma ait, yani o almıştı. Sanırım 2008 yılının son aylarıydı. "Limon ağacı" ve "Elveda Kızlar Ülkesi" kitapları ile birlikte, tesadüfen benimde kızımda olduğum bir sırada kargoyla gelmişti. İdefix kitabevinden internet üzerinden alınmıştı.
Limon Ağacı ve Elveda Kızlar Ülkesi okuma sırasını savmışlardı ama nedense bu kitap okuma sırasındaki yerini birsürü başka kitaplara bırakmıştı. Sanki ben burdayım der gibi parmaklarıma bulaştı işte. Demek ki sırası gelmiş...

Kitap arka kapağı açıklamasında şöyle der.
"Büyük Buhran dönemindeki sirkleri anlatan renkli, doludizgin, müthiş bir hikaye. İyi adamlar, kötü adamlar, aşk, vahşi hayvanlar... Birinci sayfadan itibaren sizi içine alacak."
55. sayfasından bir pragraf;
"Aralıktan içeri bakıyorum, Çadır inanılmaz büyük, tavanı gökyüzüne değecek gibi ve farklı köşelerden yükselen, dimdik sırıklar tarafından destekleniyor. Branda bezi çok gergin ve yarı şeffaf gibi-kumaşından ve bağlantı yerlerinden içeri sızan güneş ışınları dünyanın en büyük şekerci tezgahını aydınlatıyor. Pırıl pırıl bir ışığın altında, sparna, kraker ve frigo reklamı yapan afişler arasında, vahşi hayvanların çadırı capcanlı."

Şimdi mim'in öbür kuralına geçelim ve üç kişiyi mimleyelim ve kolay gelsin diyelim.

Sevgilerimle...

Pazar, Kasım 14, 2010

EN GÜZEL BAYRAM










































İşte benim bayram şekerlerim. Beraber geçirdiğim her an benim için en güzel bayram, ......ye 365 gün bayram misali...


EN GÜZEL GÜNLERİN EŞLİĞİNDE, SEVDİKLERİNİZLE BİRLİKTE NİCE BAYRAMLAR DİLERİM...
MUTLU BAYRAMLAR...

Perşembe, Kasım 11, 2010

CUMHURİYET-TÜRK MUCİZESİ


""Hatay'ın alınması sırasında, Şükrü Kanatlı komutasındaki alay, alkışlar, sevinç gözyaşları, çiçek yağmuru altında ilerledi. Yol onbinlerle doluydu. Belen'de karargah kurdu.

Alayın bir taburu ertesi gün Belen'den Antakya'ya yüreyecekti. Ertesi gün bütün Antakya ayaktaydı. Halaylar oynanıyor, kurbanlar kesiliyor, zılgıtlar çekiliyordu.

Tabur Fransızların boşalttığı kışlanın önüne geldi. Bir grup Antalyalı hanım, tabur komutanının yolunu kesti.

Komutan sordu.

-Hayrola hanımlar.

-Komutan 20 yıl önce "düşman askeri gidince kışlaları bizim askerlerimiz için saçlarımızla süpüreceğiz" diye ant içmiştik.

Komutan mola verdi.

Askerler silah çattılar.

Dinlenmeye geçtiler.

Kadınların upuzun saçları vardı.

Birbirlerinin saçlarını kestiler.

Uzun değneklere bağladılar, kışlayı saçlarınla süpürdüler, sildiler, tertemiz ettiler. ""



Turgut Özakman ve Cumhuriyet-Türk mucizesi

Çarşamba, Kasım 10, 2010

1938


ATAM RAHAT UYU


BİZE BIRAKTIĞIN EN DEĞERLİ ESERİN CUMHURİYET'İN BEKÇİLERİYİZ...


VE

BU DEV ESERİNİ KORUYACAK NESİLLER YETİŞTİRİYORUZ.

Salı, Kasım 09, 2010

LUNAPARK


Çocukluğumda en güzel bayram eğlencemiz lunaparktı. Kuzenimle, Kasımpaşa'da ki uzaktan akrabamız Aziz amcalara gitmek için bayramın üçüncü gününü zor getirirdik. Aziz amcaların arkasındaki büyük arsada bayram lunaparkı kurulurdu, ne kadar sürerdi bilemiyorum ama her zaman yetişirdik, en sevdiğimiz tahta kayık salıncaklarla dönme dolaplardı. Küçük bir atlı karınca, bir palyaço ve bol bol mutlu çocuk olurdu. Ufacık ellerin uzattığı bayram paraların yolculuğu, ortalıkta dolaşan bir adamın beline bağladığı cepli önlüğünde son bulurdu. Büyükler eşlik etmezdi arsadaki lunaparka, çünkü çocuklar güvensiz değildi ortalıkta. Kimse kimseyi kandırmaz, kimse kimseyi aldatmazdı o zamanlar...

Daha sonraları İstanbul'un ilk büyük lunaparkı Aksaray-Vatan caddesinde kuruldu, bayrama özel değil, daimi yerleşik bir lunaparktı. Sanırım 60'lı yılların başındaydı. Doğma büyüme Aksaray'lı olan annemin ahbaplarından Sevim Teyze'ye giderdik ara sıra. Lunaparkın kuruluşunu görmüş heyecanla beklemiştik açılışını. Açıldıktan sonrada "Sevim Teyzeye gidelim" diye tutturur olmuştuk. Gerçi çok uzun olmadı bu gidişler ama ilk yılında bir kaç kez gitmiştik...

Kasımpaşa'daki ufak lunaparktan sonra çok büyük gelmişti bize, kaybolmaktan korkacak kadar büyük! Geceleri ışıl ışıl yanan rengarenk ışıkları eski İstanbul gecelerindeki solgun ışıklarına inat sabaha kadar yanardı.
Göyüzündeki binlerce yıldızın ışıkları kaybolurcasına meydanı saran bu ışıklar; bu yaşıma kadar bile bende iz bırakan, nerede rengarenk ışık görsem "lunapark gibi" dememe sebeptir...

Lunaparklar 70'li yıllardan sonra İstanbul'un değişik semtlerinde ardı ardına açılmaya başladı ve 90'li yıllardan sonra da teker teker kapanmaya...

"Hani nerede o lunaparklar" demek isterdim, diyemiyorum.

Çünkü, çok çok çok büyük bir lunaparkımız var şimdi; Dünya

Evet! artık çok büyük bir lunaparkta yaşıyoruz. Işıklarının hiç sönmediği alışvriş merkezleri, sabahlara kadar rengarenk gökyüzünde patlayan, olur olmaz her daim atılan havai fişekler, çarpışan arabalar, dönen dolaplar, hiç bitmeyen sirenler, kendini dev aynalarında görenler, serbest atışlar, küçücük ellerdeki bayram paralarını cebe indirenler, yükselip aşagıdakileri küçücük görenler, aşagıdan yükselenleri baynu bükük seyredenler, korku tünelleri, çığlık çığlığa bağıranlar, şeker uzatılan çocuklar, karıncaya binen atlar, karagöz hacivat oyunları ve evimizdeki beyaz camdan hiç eksilmeyen palyaçolar...

Ben eski lunaparkımı; tahta kayık salıncağı olan, dönme dolabında çocukların mutluluk çığlıklarını saklayan, bayram paralarının kardeşçe bez önlükte toplanan lunaparkımı özlüyorum...

Çarşamba, Kasım 03, 2010

MUZ SESLERİ


"Onu ağustosta muz tarlasına götürecektim. Muz seslerini dinleyecekti. Nasıl sevineceğini, hayret edeceğini düşündükçe..."
**
Bu topraklar böyledir benim güzel Filipam. Hatıraları, unutmak üzerinedir. Herkes kendi günahını unutur, ama kimse alacağı intikamı unutmaz. Ve ortadoğu tanrıların hep bu topraklarda icat edilmesi bir tesadüf değil-günahlardan kuruludur. Kaç silah varsa o kadar tarih vardır burada. Anlamaya kalktığında da bütün bu hikayelerin içinde kaybolursun. Bu, Ortadoğu'nun lanetidir: Dışarıda olanı anlamamakla lanetler, içine gireni de dünyada başka önemli hiçbir şeyin olmadığı serabıyla.

Dünya haritası üzerinde bir baskı yanlışı kadar küçük görünen bu sevimli ülke hakkında bilmen gereken tek şey var Filipinam; herkes herkesi öldürdü. Sanırım herkesin üzerinde anlaşabileceği tek tarihimiz bu bizim.

Ama bu toprakların dehşeti içinden bakınca görünmez güzel kızım. Bu yüzden ben sana benim gördüğüm Şatila'yı anlatacağım. Benim Beyrut'umu.

Burada yan yana durmuş, omuz omuza debke oynarken ayakları birbirine dolaşmış insanlara benzeyen binalar vardır, ölülerinin ardından ağlayan insanlar gibi birbirine tutunmuş evler.

Bir hırçınlıkla yapılır binalar. Harcı hınçla, hızla, hırlıya hırlıya karılır. Zifti harla, sıvası hırsla karışır. Batı'daki o sakin, yüzü geleceğe doğru tasasız bakan, yumuşak başlı binalar gibi değillerdir. Bu binalar kendi kendilerine bakarlar, olmamışlıklarına, ne yapsalar gülmeyecek bahtlarına. Burada evler daha yapılırken çok dövülmüş bu insanların, kendilerini sakat çocuklarını sever gibi seveceklerini bilirler. Hayal kırıklığı ve kederle.

Bu binaların içi, kapıların önü çok kısa zamanda ayakkabılarla dolar. Tozlu, arkalarına basılmış, aceleyle çıkarılmış ayakkabılar. Ayakkabılar çoğaldıkca yoksullaşır apartman ve insan korkmaya başlar. Ayakkabıların ardından kapılar kapanır, konuşurken birbirinin üzerine binen sesler bir duyulur bir kesilir. Aralandığında kapılar, ardında biriken sesleri binaların boşluğuna akıtır. Ne zaman o sesler yıkılsa bir felaketle bir çift ayakkabı diğerlerinin arasından yok olur. Diğer ayakkabılar öfkeyle ezilip ayaklar altında, intikam yoluna düşecektir. Sonra sessizce geri gelir ayakkabılar, yan yatmış, birbirinin altında ve üstünde kalmış, bitkin, yeniden dizilirler. İçerideki sahiplerinin hayatlarını dışarıdaki yoksul ayakkabılardan izleyebilirsin aslında.

Sen yoksul doğdun Filipam. Dedim ya, sadece bir hikayen var, Ama sakın unutma, yoksulluk bir savaş gibidir. Ancak dışarıdan bakılınca görünür insana verdiği hasar. Bu yüzden sakın yoksullardan ayrılma. Ben savaşla böyle başa çıkıyorum çünkü. İçinden çıkmayarak. Delirmemek için içinde kalıyorum bu savaşın...

Ece TEMELKURAN



Çok etkilendiğim bir sayfasını hem unutmamak hem de paylaşmak adına...

Cuma, Ekim 29, 2010

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN TÜRKİYE'M


UNUTMADIK - UNUTMAYACAĞIZ - UNUTTURMAYACAĞIZ
ANDIMIZ OLSUN...

Çarşamba, Ekim 27, 2010

ÜÇ YIL...


Zaman olmasaydı yada yaşamımızı parselleyen takvimleri icat etmeseydik, devamlı kaçan akrebi bıkmadan kovalayan yelkovanı saat adı altında duvarlarımıza asıp kendimizi kendimize esir etmeseydik ne olurdu? Dün, beş yıl evvel, 2010 yılı, yarın, gelecek yaz gibi kavramlar da olmazdı. Yada eskiyen hiç bir şey olmaz her şey yeni kalırdı. Bir yerde değişimin ifadesidir zaman. Uzayan saçlarımız, tırnaklarımız, doğumdan itibaren büyüme hızımın, ağaçların büyümeleri, fidelerin değişimi gibi...

Matematikcilere göre 4. boyut, fizikcilere göre iki hareket arasındaki geçen süre. "Zaman" ve "süre" eş anlamlı olduğuna göre zamanı zamanla tanımlamak kısır döngü gibi bir şey bana göre. O halde diyelim ki nefes alışla veriş arasıdır zaman. Ne dünü vardır ne de yarını, zaman yaşadığımız an'dır...
Desek de! geçmiş zaman da yaşamımızın vazgeçilmez en değerli şeyidir.

Zaman nasıl da hızla akıp gidiyor, dolu dolu tam üç yıl geçmiş aradan.

Üç yıl önce bugün açmıştım blogumu, birkaç gün bakıştık karşılıklı. Ne yazacaktım? Aslında yazmak istediğim çok şey vardı ve hepsi aynı anda hücum etmişti aklıma, çekip çıkaramıyor ayıramıyordum kelimeleri birbirinden. Günlük yazmayacaktım bu kesindi, çocukluğumda bile günlüğümü haftalık tutardım.
Yazmak istediklerim gelecekte okunup geçmişten esintiler bulunsun istedim. Torunlarım okursa beni daha iyi tanısınlar istedim. Bana ait anılarımı yükümü hafifletmek için benden çıkıp paylaşım bulsun istedim ve içimden ne geliyorsa onu yazmak istedim. Bana ait bir odaydı burası içinde kendime olan saygı sınırlarımı aşmadığım müddetçe istediğimi yapabileceğim bir oda...

İlk postumu 29 Ekim 2007 tarihinde yayımladım, ürkekce birkaç satır karalamış, kendimi yazacaklarıma hazırlamaya çalışmıştım. Bu arada daha önceden okumaya başlamış olduğum blogları geziyor, okuyor ama yorum bırakamıyordum. "Yemek vakti başkasının evine gidilmez" söylemleriyle büyütülen bizler bloglara yorum bırakmamı engelliyordu. Daha sonra beni bulan dostlarım, yazılarından etkilenerek benim bulduğum dostlarım oldu. Türkiye'den ve Dünya'nın birçok köşesinden. Aradaki mesafeler satırlarda kısalıyor ama satırlar uzak mesafelere ulaşıyordu...

Çok güzel ilişkiler, düzeyli yazışmalar, sarsılmayacak dostluklar, paylaşılan acılar, güzelliklere katılımlar, tasarımlara hayranlıklar, damak tadıma sofralar, kitaplar, kültür sanat ve güzeller güzelleri bebeklerle dolu koskoca bir dünya buldum. Bu renkli dünyada mutlu oldum. Bazen ağladım, bazen güldüm. Yorumlar buram buram sevgi kokuyor, içimdeki sevgi selini yaptığım yorumlara ulaştırıyordum...
Üç yıl ve 201 post, yaklaşık her hafta bir post olması çocukluğumun anısı gibi.

Daha yazarmıyım? yada ne kadar daha yazarım? bilmiyorum ama seni seviyorum dünlük. Doğum günümüz kutlu olsun...




Pazartesi, Ekim 18, 2010

SADECE BİR EL SALLAYIŞTIR YAŞAM


**Bazen zordur yaşamak..Nefes almak bile güç gelir insana..Bir kuşun kanadına
takılıp gitmek istersin uzaklara..Bazen bir güzel söz tutar insanı
ayakta..bir canın sıcak gülümsemesi bağlar hayata..bir de üç kelime
kalır dudaklarında.KENDİNE İYİ BAK..bu yalancı dünyada...!!!



Bir acı yaşadım, yaşıyorum ve son nefesime kadar da içimden çıkmadan yaşayacağım bir acı, tıpkı daha önce giden tüm sevdiklerim gibi. Ne yazık ki acılara alışılmıyor, sadece acılarla kenetlenip birlikte yaşanmaya alışılıyor. Sabıra sığınıyorsun çaresizce, sonra sabrın promosyonu teselliler geliyor dile " huzur içindeler, gerçek dünyaya kavuştular, önce giden sevdiklerinle beraberler, bizde gidince yine birlikte olacağız" gibi.

Daha sonra düşünüyorsun kapalı kapılar arkasındaki evlerde yaşananları, sır içindeki acıları "bana ne! benim acım bana yeter" diyemiyorsun aynı acıyı duyan yüreklere. Yanlız olmadığını anlıyorsun o zaman, güç veriyor yanlız olmamak.
Hiç düşünmeden giden sevdiklerinin yerine canını verecek binlerce kişiden biri olarak, bu güce dayanarak, yaşama kalındığı yerden bir tebessüme, bir sevgi sözüne, yanında olan sana sevgiyle bakan yüzlere sığınıp devam ediyorsun. Ta ki! yaşama bir el sallayışa kadar...


Dostluk muhabbetle çoğalır, acılar paylaştıkca azalır.
Acımı paylaşan, teselli dilekleri ile beni yalnız bırakmayan tüm dostlarıma canı gönülden teşekkür ederim.
Sevgilerimle...



İlk pragraf "anlamlı sözler"den alıntıdır.
.

Perşembe, Ekim 07, 2010

GÜLE GÜLE CANIM KARDEŞİM GÜLE GÜLE

Kıvır kıvır saçları vardı, elayı çalan gözleri, tonbul yanaklı, afacan bakışlı dünyalar güzeli bir bebekti. Annesinin gözbebeği kıymetlisiydi. Kıymetlisini bırakıp giden annesini o hiç bilmedi, bir gün bile sormadı "neden" diye. Hep içinde yaşadı annesizliğini, sessizliğini hırçınlığının içine saklamıştı, anne yerine ablasına sarıldı var gücüyle. Her şeyi ablasıydı, annesinin emanetine gözü gibi bakan ablasının...

Bir gün onu annesinin kucağında çekilen sıkıca topuna sarılmış bir fotoğrafına bakarken yakaladım, irkildi ve sadece "bu mu?" diyebildi. Sanki anne demeye yeminliymiş gibiydi. Sözleri değil gözleri anlatırdı içindekileri, içindekileri görüp anlayabilene...

Dört kardeşin en küçüğü, en son geleniydi İlk gideni oldu:((

Güle güle canım kardeşim güle güle, yolun ışıklarla dolsun. Allahın rahmeti üzerinden eksik olmasın, yattığın yer huzurlu mekanın cennet olsun. Seni gökkuşağı altında verdik toprağa, gökkuşağı cennet kapıların olsun...

Şimdi artık anneciğinle, babacığının koynunda emin ellerdesin, rahat uyu canım benim...

EVVEL GİDEN DOSTA SELAM OLSUN ERENLER ...

3 EKİM 2010


Cumartesi, Ekim 02, 2010

LADES


"Onu nasıl tanırdın?" diye sorsalar söyleyecek fazla bir şeyim olmaz sanırım. Birbirimizi anlayabilecek birlikteliğimiz uzun olmamıştı. Çünkü ben onu tanıyacak kadar büyümemiş, oda beni tanıyacak kadar büyütememişti...

Güzeldi! çok güzel ve çok fedakar, çok cefakar. Omuzlara dökülen dalgalı saçlarla bütünleşen ajurlu sarı bir bluz ile siyah dar bir etek var hep hayalimde ve geniş yakalı bele oturan siyah bir manto. Sonrası; beyaz, pembe, çiçekli, mavi, sarı hep gecelik, hep gecelik. Sanki tüm giysiler geceliklerin arkasına saklanmış, beynim aralayamıyor sis perdesini, gerisindekileri hatırlamaya asla izin vermiyor...

En sevdiği çiçek, en sevdiği koku, en mutlu olduğu an, en sevdiği şarkı, en sevdiği yemek, yapmaktan en hoşlandığı şey neydi? bilmiyorum. Yada en sevmediği şeyler, en zorlandığı anlar neydi?

Onunla yaşadığım zamana ait, öncesi ve sonrası olmayan yüzlerce kareler var gözlerimde, önemini neden yitirdiğini bilmediğim ama en önemli yerini unutmadığım kareler. Bir o kadar da hiç bir karesini unutmadığım anılar...


Annem pompalı ocağınla her zamanki gibi mücaadele halindeydi o gün, bahçeye çıkışımız da engellenmişti. Bu demekti ki babam tavuk yolucak. "Tavuk kesmek" sözü edilmezdi, yolmaktı bize söylenen. O zamanlar marketlerden alınan, özel tabağı içinde, strece sarılı, kesilmiş hazır tavuk nerde! Canlı tavuk alınır, kesilir, yolunur ve temizlenirdi...

Alacakaranlıktı sofraya oturduğumuzda, babam de evde olduğundan tüm aile bir arada sözlü sahbetli neşeyle yemek yemekteydik. Babam bir ara tabağındaki tavuktan çıkardığı bir kemiği anneme uzatarak "lades tutuşalım" dedi, hep birlikte alkış tutarak "hadi, hadi" diye tempo tuttuk ve annemle babam ladesliydiler artık. Bu sahnede en küçük erkek kardeşim olmadığına göre demek ki biz çok küçüktük...

Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ama günlerin çok olduğunu tahmin ediyorum, annem çok dirayetliydi kanmıyordu bir türlü, kendini kanmamaya o kadar kaptırmıştı ki babamı kandırmak için uğraşmıyordu bile. Ne olursa olsun "aklımda" demesi sanki oyuna bizide katmış gibiydi. Aslında bende bu oyuna kendimi fazla kaptırmış olmalıyım ki halen tüm detaylar dün gibi aklımda...

Yine kurulmuş bir akşam sofrasında çorbalarımızı içerken babam tabağını uzatarak annemden ikinci bir tabak çorba daha istedi (babam çorbayı çok severdi) ama bunun anlamı annem tabağı alırken "aklımda" demesinden babamın gülüşünden "lades"in daha devam edeceğini anlamıştık. Babam önüne gelen ikinci tabak çorbasını içerken aniden elindeki kaşığı anneme uzatarak "hanım bu kaşık delinmiş" demesinle annemin kaşığı kapması bir oldu. Babamın "lades" demesi üzerine elindeki kaşığı fırlatıp atan annemin "sayılmaz sayılmaz" feryatları, bizim kahkahalarımız, babamın annemi kandırdığı için hem mutlu hem üzgün olması unutulmaz çocukluk anılarımın favorilerindendir...

Ladesi kazananın ödülü neydi?
Anneciğimin kaşık çatalları neden bu kadar kıymetliydi?
Çok titiz olan anneciğim çorbalı kirli kaşığı nasıl fırlatıp atabildi?
Bir kaşığın delinemeyeceğini anneciğim nasıl düşünemedi?

Bunların cevabını hatırlamayı yada bilmeyi ne kadar çok isterdim!!!

Pazartesi, Eylül 27, 2010

KIYAMET






Son günlerde yazamıyorum, daha doğrusu yazıyorum da! yayıma elim varmıyor. Ne yazsam "lay lay lom" gibi geliyor, düşüncelerimin gittiği yerle bağlantısı bulunmayan birkaç anı işte. Şimdilik hepsi sepette...





Daha ziyade okumak, dinlemek, araştırmak, tartışmak, beynimi yormakla geçiyor günlerim. Bazen üç maymunu oynamak geliyor içimden ama o zaman da son model arabasına binmiş, "çistat çistat" müziğini sonuna kadar açmış tur atanlardan yada et ucuzladı!!! diye mangalını kaptığı gibi çimlere koşanlarda ne farkım kalır diye düşünüyorum...


Benim, bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz 2000 yılında kopacak kıyametle ilgili senaryolarla geçti. Çok uzak gibi görünen 2000 yılı büyüklerimiz için de, senaryo yazanlar için de kıyamet kopması muhtemel milenyumdu. Bunun için bir sürü uyduruk hikayeler dinledik, filimler seyrettik. Çok uzak gibi gelmişti 2000 yılı, işi hesaplara döktük, kaç yaşında oluruz? evlenelim mi? çocuk sorun olur, gibi. Yarı şaka yarı ciddi inanır, inanmaz durumdaydık. Halacığımın ileriyi gören tesbitleri vardı. "Su aynı, hava aynı, toprak aynı da insanlar devamlı coğalıyor nereye kadar gider ki, günün birinde birbirlerini yemeğe başlayacaklar, işte kıyamet" derdi...
Ve 2000 milenyum yılı geldi kıyamet kopmadı (mı)?
1990 ların ortasından sonra belirtilerini vermeye başlayan kıyamet tam denk gelmesede 2000 yılında farkındalığımız dışında koptu.



İnsanlar yok olmadı belki ama "İnsanlık" yok oldu...



Karikatürlerde hırsızların portreleri vardır; gözleri maskeli, elinde el feneri, sırtında çuvalı. Birde bunların gerçeği vardır hani! evimize giren, özelimizi karıştıran, yükte hafif parada pahalı olan eşyalarımızı çalan.
Artık gözümde bu tür hırsızlık o kadar masum ki! emin olun anlatamam. Tabi ki çok kötü bir şey, asla tasvip etmiyorum, etmiyorum da en azından yerine gelebilecek maddiyatlarımızı çalıyorlar. Ya şimdi!!!


Sağlığımızı çalıyorlar, çocuklarımızı çalıyorlar, organlarımızı çalıyorlar, duygularımızı çalıyorlar, umutlarımızı çalıyorlar, özgürlüğümüzü çalıyorlar, düşüncelerimizi çalıyorlar, gözümüzüm içine baka baka cebimizdeki parayı çalıyorlar, kısaca yaşamımızı çalıyorlar...


Ben artık düşüncelerimin sınırında imkansızı yaşıyorum...



Pazartesi, Eylül 13, 2010

SONUÇ...


Benim penceremden referandum sonuçları...


13 Eylül 2010'dan itibaren Ülkenin % 42' sinin artık bir anayasası yok...
 
Ülkenin yarısı darbeci...
 
Ülkenin yarısına çok yakın çoğunluğu "kumda yaşayanlar" (ki! bu tanım sahibinin, bana ait değil) yine yaptılar yapacaklarını...


Ülkenin % 58'nin karnı konuşmayla doyuyor...
 
Her ne kadar İstanbul tabloda bütün olarak % 45 görünse bile, gerçek İstanbul % 80 gerisi de zaten İstanbul değil...
 
Her ay sonunda gezmek için çıktığım yurt dışına gidişlerimde artık hiç bir zorluk yaşamayacağım...
 
İnsan hakları mahkemesi ithal edilip yurdumuza getirilişinden dolayı her bir insani hakkım olan sorunumu kolayca çözebileceğim...
 
Emekli olduktan sonra elimden alınan grev hakkıma geri kazandım. Artık istediğim anda işi bırakıp grev yapabileceğim...
 
Bu ülkenin % 42' sinin "aklınlan zoru var"...
 
Biraz daha yazarsam sabahın bir vakti alıp götürürler "gık" bile diyemem...
 
Akşamdan beri ne bulduysam yiyorum, sanırım bu gece bu mideyle uyuyamayacağım...





Çarşamba, Eylül 08, 2010

BAYRAM VE ÇOCUK


Kırmızı rugan ayakkabı, beyaz ponponlu çoraptır bayram. Minik beyaz gömlek, kırmızı papyondur. Bayram sabahı uyandığında yatağının başucunda bulduğun elbisedir. Lunaparktır, atlı karıncadır, dönme dolaptır bayram. Bir kenarı işli çiçeklerle bezenmiş mendildir, küçük cüzdanlarda biriktirilen bayram harçlıklarıdır. Şekerdir, şekerlemedir bayram. Umuttur, mutluluktur, çoşkudur. Asla büyümeyen çocuk, çocukluktur bayram...
 
Kaç yaşına gelinirse gelinsin, bir bayram sabahı çocukluğunu hatırlamayan varmıdır? Sanmıyorum...
 
TÜM DOSTLARIMIN, ARKADAŞLARIMIN, YOLU BLOGUMDAN GEÇEN YOLCULARIN VE TÜM ULUSUMUZUN BAYRAMINI EN İÇTEN DİLEKLERİMLE KUTLAR, DOSTCA, KARDEŞÇE, SAĞLIKLA VE SEVDİKLERİNLE GEÇİRECEK NİCE ŞEKER TADINDA BAYRAMLAR DİLERİM...
 
Sevgilerimle...

Pazar, Eylül 05, 2010

EN DEĞERLİ GECEMİZ









SU BEDENİ, İNANÇ YÜREĞİ TEMİZLER...


EN DEĞERLİ GECEMİZ KADİR GECEMİZ TÜM İNSANLIĞA HUZUR GETİRMESİ DİLEĞİ İLE TÜM İSLAM ALEMİNE MÜBAREK OLSUN...

Pazartesi, Ağustos 30, 2010

UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ




EY TÜRK GENÇLİĞİ!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.


Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.


Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur !








30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ TÜM ULUSUMUZA KUTLU OLSUN




Cumartesi, Ağustos 28, 2010

TARHANA




Tarhananın ne tarifi ne de tarihçesi bu yazı, yok olan değerlerimizden sadece birinin hikayesi...
 
Tahrana (Prensesimin ilk tarhanayla tanışmasının deyişiyle) yaptım, zorlu bir mücaadele ile. Sanırım yaşlanıyorum çok yordu bu sefer, tam beş gün tarhanayla yattım tarhanayla kalktım diyebilirim. Kolay iş değil tarhana yapmak... Yoğurdu süzeceksin ki! az un alsın, sonra un çorbasına benzemesin, mayalanmasını tutturmalısın ki! ekşi olup mide yakmasın, kıvamında kurutacaksın ki! kolay parçalansın. Son aşamasına geldikten sonra bir hafta, günde birkaç kez karıştıracaksın ki! iyice kurusun kışın kurtlanmasın...
 
Bunlar büyüklerimizin kulaklarımızdan çıkamayan sözleri.
Değişen yaşamlarımızla tarhana yapılmasına gelirsek malesef daha zor koşullar oluşuyor. Camı açıp kurutursan toz olur, endirek güneşle evir çevir, tarhana parçacıklarınla içli dışlı arkadaş olacaksın. Kurutma aşamasını tutturmalısın ki! parçalıyıcı kullanıp, vitaminini azaltmayacaksın. Kevgirden (yani süzgeç, bu tür işlemlerde kevgir demeyi severim. Eskiyi hatırlatır bana.) geçirirken el yıkama seanslarını sıklaştırıcaksın, avuçlarının kızarıklığını unutup, elenmiş tarhanaya gülücük atacaksın. Artık yer sofrası unutulduğundan ayakta, masa başında bel ağrılarınla kavgaya tutuşacaksın, zorunlu ara verip başka işlerle uğraşın bitince bekletilmekten hoşlanmayan sevdalın gibi hemen ona koşacaksın v.s...
 
Değerli bir besindir tarhana, C vitamini deposu domates ve kırmızı büberin vitamin değerlerinin kaybolmadan kurutulması ile iki taşımlık kaynamada saframıza geldiğinde ki lezzetinin yanı sıra besleyici değeri de herkes tarafından bilinir. Bebeklerin ilk yemek yemeye başlaması ile Dr.ların yemek listesinde de ilk sırayı alır ve tüm bebekler bu lezzeti çok sever...
 
Çocukluğumuzun en eğlenceli büyüklere yardım oyunumuzdu. Ellerimizi yıkarken başımızda bekleyen büyüklerimiz, ellerimiz havada getirtip oturturlardı sofra bezinin yanına, bağdaş kurduktan sonra önümüze verilen tarhana parçacıklarını ufalardık güle oynaya. Bize bu işi vermekle "bizde yapmak istiyoruz, bizde" ısrarlarımızdan sıkılıp bize iyilik yapıyorlar sanırdık. Ama aslında biz onlara iyilik yapıyormuşuz, bunu çok sonraları anladım. Aile bütünlüğü olan akraba topluluğu bir arada yapardı tarhanalarını, muhabbetle, sevgiyle. Sanırım yoruldukları zaman üzerlerine örtülen tülbent beklemeye alırdı tarhana parçacıklarını, çaylar kurabiyeler girerdi muhabbetin ortasına o zaman. Bıraktıklarında bir sonraki seans için saat sözleşmesi yapılırdı. Tarhanayı zevkle içmek kadar yapmak da çok eğlenceliydi çok önceleri...
 
Günümüzde belki istisna köylerimizde devam ediyordur tarhana hikayesi ama İstanbul'da artık bitti. Bizle birlikte yok olmaya mahkum bir besin oldu. Önümüzdeki yıllarda marketlerin raflarında sıra sıra dizili, değişik marka paketlerinde görecekler çocuklarımız tarhanayı, hatta görmeye başladılar bile. Makina tarhanası!
Hazır paketin tamamını 5 bardak suyla ıslat ve karıştıra karıştıra iki taşım kaynat. Boşaltılan paketi çöpe at ve çorbanız geldi! Zahmetsizce, birde tavuk suyuna olanları var. O nasıl tavuk suyu ise, tavuk bile suyunun pakete girmesinden hoşlanmamıştır ya!
 
Bu arada yazım kimseyi rencide etmek için yazılmamıştır. Değişen yaşam koşulları, zaman ve çağ gereği ilerleyen teknoloji, globalleşen dünyamız ve biz, bugüne gelinmesi kaçınılmaz tabi ki!
Eskiyi devam ettirme çabası değil derdimiz, eskiyi anma muhabbetimiz...
 
 
 
 
 
 
 

Pazar, Ağustos 22, 2010

UMUT ÇOCUKLARI ONLAR


Doğuda görev yaparken okuma yazma seferberliğinde tanıdım Neşe'yi, 38 yaşındaydı, adı gibi neşeli şen şakrak bir kadındı. Bütün sınıfı güldürür okuma yazma zorluğunu başındaki tülbente yüklerdi. "Bu" derdi, "işte bu hocanım bu güne kadar okumayı öğrenemedikse suçlusu bu tülbent, kadın olmak." Tülbentini kafasından sıyırır "şimdi bak nasıl kolayca okuyacağım görün" der, kahkahayı basardı. Çat pat okuyor, çok zorlanmıyordu aslında, "çok iyi gidiyorsun Neşe" dediğimde "yetmez hocanım kitap okumalıyım, kalın kalın kitaplar, muhtarın odasında ki kitaplar gibi, senin okuduğun kitaplar gibi" derdi...
 
Üç erkek çocuğu vardı Neşe'nin, Hasan'ın avradıydı. Hasan'ın avradı detirtmezdi kendine "Hasan'ın ikinci avradı" diye düzeltirdi, neşeyle kahkaha atarak. Neşesinin altında yatan iç dünyasını merak etmeye başlamıştım, ama soramadım, ta ki bir gün gözlerinde ki hüznü yakalayana kadar da sormadım. O gün yüzü gülerken gözleri ağlıyordu sanki, "neyin var Neşe" dediğimde "yok bir şey hocanım, benim herif bu kadar okumanın yettiğini, işlerin aksayıp durduğunu söyler durur da" dedi. Sanki sorularımın cevabı bu değildi, hissetmiştim bunu. Ve Neşe bir daha okula gelmedi...
 
"Dokuz yaşındaydım, okula başlama yaşım çoktan geçmiş ama okula gitmek, okumak istemekten de hiç geçmemiştim. Her yıl okul açıldığında defteri kalemi alınan abimi kıskanır, onun defterine kalemine sevgiyle dokunur ağlamaktan gözlerim şişerdi, ağlamalarım babamı çok kızdırır birde üstüne dayak yerdim. Anamın çaresiz bakışlarına sığınır, yardım isterdim ama anam zaten çok dayak yerdi, birde benim için yemesin diye gözyaşlarımı, akan burnumu şalvarıma siler, kaderime küserdim. Bilirsin işte çok okumam yoktur, aha bu oğlan okusun isterim de kaçar kaçar durur hocanım şunu bir zapdet demeye geldim."
 
Elime ne zaman okumak için bir kitap alsam aklıma Neşe gelirdi. Kapının hızlı hızlı çalınması ile işte karşımda Neşe duruyordu. Elinden tuttuğu, sıfıra vurulmuş saçları, korkudan sinmiş, başı önünde, çelimsiz bir erkek çocuğu ile. Kapıyı açtığımda Neşe hiç durmamış, hemen anlatmaya başlamış aynı zamanda kıvırdığı iki parmağınla da oğlanın kafasına kafasına vurmaktaydı. İçeri aldım "dur sakin ol, otur hele," dedim, neşe beni duymadı bile ama sanki itaat eder gibi sedirin köşesine ilişti, çocuğun elini bırakmıyor bir yandan da anlatmasına devam ediyordu...
 
"Dokuz yaşındaydım; aha şunun yanında anlatayım da belki anlar hocanım. Okul açılmıştı, yine çok ağlamış okula gitmek istemiştim, babam olmaz diye diretiyor iki çocuk okutacak parası olmadığından bahsediyordu. Benim okula gitmem iki defter iki kalem demekti, zaten abimi zor gönderiyor birde benim masrafıma yetişemiyeceğini tekrarlayıp duruyordu. O yıl ne oldu da bilmem daha çok ağlamış daha çok dayak yemiştim.
Anam ağlamalarıma dayanamamıştı zahir, babam evden gidince okula gitmekte olan abimin elinden kalemini aldı hışımla ortasından kırdı. İki kalem yapmıştı anacım, sonracıma kalemi bıçakla bir güzel yonttu, abimin defterinin ortasından sayfalarını çıkarttı ve iğne ile dikti. İki defterimiz de olmuştu ama abim kızıyor babama söyleyeceğini avaz avaz bağırıyordu. Söyle dedi anam baban beni döver bende seni döverim."
 
Yorulmuştu Neşe, gözyaşlarını yemenisinin ucuna silerken neşeli Neşe geldi gözlerimin önüne, hiç okuldaki haline benzemiyordu. Neşesinin altına sakladıklarını, belli ki unutmak istediklerini, içindeki yaranın kalkan kabuğu ile hem ağlıyor hem anlatıyordu.
 
"Bilesin" dedi, "bu köyde kimse bilmez bunu sen bilesin hocanım, birde şu haylaz oğlan." Ben merakla oğlu ise halen başı ününde dinliyorduk. "Sevinçle okula başlamıştım, öyle ders saati falan yok babam çıktımı bi koşa okula gidiyor, geleceğine yakın dönüyordum. İşe falan gitmezdi babam, kahveye giderdi bol bol. Anam bilirdi döneceği saati, tenbihlerdi beni. Okulda beş sayfalık defterimle yarım kalemim herşeyimdi, sayfalara yazmaya kıyamaz kalemi de kullanmaya acırdım. Hocanıma bakar, okumayı anlattıklarınla anlamaya çalışırdım. İşte az bi okumayı o zaman öğrenmiştim. Bir gün kaleminin bittiğini babama söylerken duydum abimi, kalem erken bittiği için dayak yemişti de babama anlatmıştı her şeyi. Çok dayak yemiştik hepimiz, en çok da anam yemişti, aha şurası da onun izi." Bu arada yemenisini çıkarmış alnının üstündeki saç kıvrımlarının arasında derin bir yara izini gösteriyordu." Ama şu yara izi ne ki hocanım anam ölmüştü üç gün sonra. Öldü dediler, vadesi bu kadarmış, kahırdan. Yok hocanım ben biliyorum ki yediği dayaktandı. Sonra oniki yaşıma gelince de bu köye bir çift öküz karşılığı verdi babam, benim herife ikinci avradı olarak, Hatice ablamın kuması yani. Hatice ablam iyidir de benim herif döver bazı, işte o yüzden devam edemedim okula hocanım."
 
---------------------
Öğretmen bir arkadaşım anlatmıştı Neşe'nin dramını, biraz süsledim bende, üstünden çok zaman geçtiği halde hiç unutamam. BİR KURŞUN KALEM, BİR DEFTER her zaman Neşe olarak döner bana...
 
UMUT ÇOCUKLARI ONLAR, ÇOK BİR ŞEY DEĞİL İSTEDİKLERİ, OKUMA ÖZGÜRLÜĞÜ İSTİYORLAR... BİR KURŞUN KALEM BİR DEFTERLE OKUMAK RENKLİ KALEMLERE ULAŞMAK İSTİYORLAR...
 
GELECEĞİMİZİ RENKLİ KALEMLERE DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN 1MK SAYFASININ "BİRMİLYONKALEM UMUT ÇİÇEKLERİ OKULDA" KAMPANYASINA DESTEK OLALIM...
BÖYLE BİR KAMPANYAYA İMZA ATTIKLARI İÇİN 1MK GÖNÜL YOLCULARINA ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM...
 


 
 
 

Cumartesi, Ağustos 21, 2010

EVET Mİ? HAYIR MI?



Çok sıcak bir yaz, çok sıcak bir ramazan ayı ile soğuk, bunaltan, sıkıcı, bıktırıcı siyasi günler geçiriyoruz. Ramazan'ın bitimi ile ülkece "vur patlasın, çal oynasın" (hiç derdimiz yok ya hani!) bayram yapacak, hemen arkasından bayram coşkusuyla daha kendimize gelmeden sandıklara koşacağız. Severiz bu tür etkinlikleri, milli gururumuzdur bu, göğsümüzü gere gere gider birilerinin dürtüklemesiyle paşa paşa oyumuzu veririz. Akşamında da şöyle köşemize yerleşir sonuçları bekleriz, takım karşılaşması gibi yani. Partimizin artan her bir oyu, takımımızın bir gol atma sevincini yaratır bizde...
 
Referandum yapacağız ya! Ne demekse referandum? Bilmeyiz biz referanduk, meferandum bal gibi parti seçimi yapacağız işte. Sandıklara gitmemizin amacı "Partim ne istiyorsa doğrudur, ben partimi desteklerim" dir...
 
Okuma seferberliği ile okuma yazma oranı artan ülkemizde ne yazık ki! okuma özürlüsüyüzdür. Okuma zahmetine hiç katlanmayız, bilgimiz hep sağdan soldan duyma, işimize geldiği gibi algılama, çıkarlarımız doğrultusunda alkışlamadır. "Herkesin doğrusu kendisine doğrudur" olsa bile bazı doğrular vardır ki herkese doğrudur. Bunun için de okuma, araştırma, mantık girer işin içine, anlayarak, bilerek, doğru yönde kullanmalıyız oyumuzu. Evet yada hayır farketmez, farkeden şey neye evet yada neye hayır diyeceğimizi bilmemizdir...
 
Neyse, blogum siyaset yazmamdan hiç hoşlanmaz ama istemeden ara sıra kaçıyor işte...
 
"Kuralları biliyorsunuz, o iki kelimeyi katiyen kullanmayacaksınız, sorularıma makul ve mantıklı cevaplar vereceksiniz, başınızı emme basma tulumba gibi sallamayacaksınız, Mehter Marşı'yla geleceksiniz, İzmir Marşı'yla gideceksiniz."
 
Yukarıda ki satırlar Sayın Erkan Yolaç'a ait, kulakları çınlasın. Yıllardır çok severek seyrettiğimiz ve evlerimizde kendi aramızda bile oynamaya çalıştığımız sevimli yarışmayı hatırlarız hepimiz. Bir dakika bile "evet" ve "hayır" sözcüğünü kullanmadan konuşmak ne kadar zor olduğunu bu şirin yarışma öğretmiştir bizlere. Yarışmada bu iki sihirli sözcüğünü kullanmadan konuşan kazanır ama büyük çoğunlukla evet yada hayır sözcüğü araya girer ve yarışmacı yarışmayı kaybeder...
 
Şimdi, efendim! Ülkece biz bu sandıklara gidip "o" iki sihirli sözcüğü kullanmasak kazanırmıyız acaba? Bence kazanırız, milyarlarca yapılan referandum masrafının çöpe atılmasına karşın kazanılır...
 
Ben ve eşim kazanmaktan yanayız, daha doğrusu YSK kazanmamızı istiyor...

Seçmen yaşına ulaştığımdan bu yana defalarca İstanbul'un orta yerinde oy kullandığım (ız), seçmen kabul edildiğim (iz) halde, her nedense bu sefer YSK nüfus kaydımızın bulunduğu eşimin memleketine yönlendirmişler. Muhtarlıkta adresi kayıtlı evimizden 1000 Km'lik uzaklıkta bulunan sandıkda seçmen yapmışlar bizi. Artık ne düşündülerse?
İtirazlar da referandum sonrası...
...
Merak bu ya!
**Referandum sonrası itirazımız halinde referandum iptal olur mu?
**1000 Km.lik yolu göze alıp oy kullanmaya gitsek YSK yol harcirahı öder mi?
**Gitmediğimiz takdirde Referandum da "evet" yada "hayır" sözcüklerini kullanmadığımız için YSK kazandığımız bulgur,pirinç,nohut gibi baklagilleri evimize gönderir mi?
 

Ne dersiniz???


 
 
 
 
 

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

RAMAZAN VE YAZ




Ramazan ayı ve oruç ile tanışmam yaz sıcaklarına rastlar. Onun içindir ki sıcaklara rastlayan ramazan ayı beni hep o günlere götürür. Bugün "akrabalar" diye adlandırılan ama o yıllarda bizim için "aile" olan, sevgi ve saygı ile bütünleşen geniş ve gerçek aileye "bir" iftar ve sahur sofrasını bile ayrı geçirmediği, ezan sesiyle minarelerde yanan ışıklarla masa başında toplanıp duaların eşliğinde yemek yemelerine, çoşkulu muhabbetlerine, teravih namazlarına ve sahura kadar süren birlikteliğine...
 
Küçüktük ama anlamak istiyorduk bu aydaki güzelliği, değişikliği, bereketi. Biz çocuklara kurulan sofralarda büyüklerin olmayışını, bütün gün yemekler yapıldığı halde yemek için "o" gizemli bir o kadar da güzel kandil ışıklarını beklediklerini ve sofralarda bulunan üç öğünün muhteşem dizilişiyle bir araya gelişini...
 
Meraklı sorularımız karşısında anlatılanların, bugün bulamadığım ramazan ayı ve oruç'un güzelliği çok özendirmişti bizi, anlayabildiğimiz ve bizi ilgilendiren kısımlarını zevkle dinlemiş ve sonuna bağladıkları "oruç aç kalmak değildir, oruç ruhun bedeni terbiyesidir." sözüne kulak bile asmamıştık. "Güneşin doğuşu ile batışı arasında hiç bir şey yenmeyecek" ti! anladığımız en önemli nokta buydu...
 
Çocuktuk ve çocukluğun tüm çoşkusuyla oruç'u yakaladık!
 
Benim için ramazan; kalabalık çoşkulu sofralardır, geceleri açılıp pişirilen, sıcacık yenen börekler, kaynatılan kompostolardır, sahura kadar "uyumayacağım" diye direnip divanın bir köşesinde uyuyakalmaktır. Kuzenlerimle hiç bıkmadan balkondan iftar öncesi bir saat camiyi seyredip, kandillerin yanışını beklemektir, "kandiller yandı, oruç bozuldu" nakaratını makamlı bir şekilde tekrarlamaktır. Belden büzgülü elbisemizin eteğine ağaçtan kopardığımız meyveleri toplamaktır, yiyemediğimiz meyveleri sakladığımız elbiselerimizi leke yapıp azar işitmektir, asmadan kopardığımız korukları yalayıp yiyememektir, oyun oynarken sıcaktan ve açlıktan bitap düşüp ağaç altında uyumaktır. Çok susadığımız bir gün kuzenimle unutmuş gibi yapıp bir bardak su içmektir, mendilimizin içine sakladığımız çikolata iftara kadar eridiği için çok ağladığımızdır. Benim için ramazan annemin un kurabiyeleridir...
Ve
çooook sonraları kızımın oruç tutma girişiminde yememenin yanında doğal ihtiyacınıda tutacağını zannedip "artık daha tutamayacağım" deyip tuvalete koşmasıdır...




Tatil dönüşümün geç olmasından, beş gününü geride bıraktığımız ramazan ayı tüm müslüman alemine, dostlarıma, yolu bloğumdan geçen tüm yolculara hayırlar getirmesini, sofralarımızdan bereketin, yüreklerimizden sevginin, dilimizden muhabbetin eksik olmamasını dilerim...
 
 

Resim: Yıllarca balkonumuzdan minaresinde yanan kandilleri seyredip oruç açtığım ve asla hiç unutamayacağım muhteşem yapısı ile Beylerbeyi Cami'si...


 
 

Pazartesi, Ağustos 02, 2010

YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN


Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama, yarım saat erkene kurulsun saatin.Ke...di gibi gerin, ohh n...e güzel yine uyandım diye sevin.

Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin.Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin. Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin. Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart, çek kızarmış ekmek kokusunu içine. Bak güzelim kahvaltının keyfine. Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis, önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.

Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile. Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla, ohhh şöyle bir hafifle. Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için “alo” de, hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık.

Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa.Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al. Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok darda iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi? Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor. Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak.

Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun. Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun. Saklama tabakları, bardakları misafire, sizden ala misafir mi var bu dünyada. Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil, şöyle keyif’e keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının.

Gece evinde, dostların olsun sohbetin yemeğin, kahkahan olsun.Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!


CAN YÜCEL
*
Yaşamı daima olumlu yönde kullanan ve bizlere yazıları, şiirleri ile aktaran büyük üstad, harika insan Can Yücel'in 10 gün sonra 11. ölüm yıldönümü adına...

Perşembe, Temmuz 29, 2010

HER GİDİŞİN BİR DÖNÜŞÜ VARDIR

Bu yaz leyleği havada görmedim ve hatta hiç leylek de görmedim, bütün gördüğüm bol bol uçan martıydı. Bu söylemde martılar leyleğin yerini tutar mı? bilmiyorum ama bir söylemi çürüttüm bu yaz.


Bir sürü tesadüfin bir araya gelmesi sonucu yaz başından beri geziyorum ve yazı bitirene kadar da bu yolda tepe tepe kullanmayı düşünüyorum. Emekliliğin en güzel yanı bu olsa gerek, prangalardan kurtulmak. Gerçi emekli olunca yaşam daralıyor ama yaşarken kalıcı birşeyler bırakabildiysek varsın daralsın.


Çalıştığım yıllarda iki haftalık izin hakkımı üst üste kullanma lüksüne bile sahip değildim, izine çıkmadan tüm işlerimi bitirip günlüğe getirdiğim halde, (tabi ki bu arada günler geçtiği için) döndüğümde beni bekleyen işler yine de boyuma gelirdi. Zaten iki haftalık izni de üst üste vermezlerdi ya!
Bir keresinde iki haftalık iznimi üst üste kullanmak istedim, başladılar sormaya; "nereye gidiyorsun?", "seni nasıl bulabiliriz?", sana ulaşacağımız bir adres varmı?" "Evdeyim, evde dinleneceğim." dediğim de ise "Niye gidiyorsun o zaman, çalış, tatil mesaisi veririz" demezler mi! Vazgeçip, yine bir haftalık izine talim oldum'du.

Kamu personeli değilsin, bankacı değilsin, öğretmen değilsin ki! işçisin işte, fikir de olsa zikir de olsa işçi işte. Özel sektörde patronun iki dudağı arasındadır iznin, çalışma saatlerin, ücretin, kariyerin. Sevilirsin, sayılırsın ama verdiğin iş nisbeti karşılığındadır bunlar. Asla boşluk bırakmaya gelmez, hemen araya sızarlar. Bir tek kolaylığı vardır, beğenmezsen çıkıp gidersin, gidersinde değişen tek şey adres ve isimlerdir. Neyse ki çalışma aşkım çoktu da zorlanmadım bu yolda.

Bu arada eşimde bankacı olduğundan kırkbeş günlük yıllık iznini kullan kullan bir yaz bitiremez de kışa saklardı taşanları. Birlikte tatil hep bir hafta süreyse sınırlı kalırdı.


Neyse efendim, ne diyorduk nerelere geldik.
Emeklilik diyorduk, üçyüzaltmışbeş gün izin, "Unu eleyip eleği asmak" gibi bir şey.
Tatil diyorduk, "dönüp dolaşıp kürkcü dükkanına gelmek" gibi bir şey.


Bende öyle yaptım, Sapanca, İznik, Sapanca'dan sonra şimdi kürkçü dükkanındayım.












Sapanca



lokumumun objektifinden



erkekler kızlar maçı










Sapanca festivali






kırmızı çatı sığınma evim





Hadi anane kalkalım, bisiklete binmek isiyorum.

İznik ve güzel gölü
.....

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...