
Evde geçen son akşamın heyecanı ile uykuyu dalamayaşımız, sabahın ilk ışıkları ile yola çıkma düşüncemizi aldı götürdü. Kolay değildi 900 Km. yol yapacaktık. Gecenin2.30 da evde oturmaktansa yola çıkmayı uygun gördük ve çıktık. Gerekirse bir yerlerde kalır bir gece geçirirdik.



Kayınvalidem bizi görünce çok çok mutlu oldu. Yorgun olduğumuzdan, bizim için hazırlanan yemekleri yedikden sonra akşamı evde dinlenerek geçirdik. Nede olsa doğanın güzelliğine sarılmak için günlerimiz vardı.



Bu köy ve belde gerçekten çok güzel. Doğa harikaları olan Türkiye'mizin ve doğa harikaları olan Karadeniz'in incisi Ordu'nun dağlarında oluşan onlarca köyünden biri.



İlk gittiğimde ve gördüğümde "cennet burası olmalı" diye düşündüğüm EĞRİCESU.
Etrafı çam ormanları ile çevrili, yeşil doğal çimenleri ile rengarenk doğal çiçekleri ve eğrile eğrile akan bir su, nereden başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu su dağların doruklarından gelip, ormanın ortasından geçerek kendine yer etmiş tadına varılmaz bir su. Köy sahiplerinin kısa mesafelerle yaptırdığı çeşmelerden buz gibi suyu içmek sanki yaşam iksiri gibi birşey. Yaklaşık 2 Km.lik bu orman ortası, çok eskilerde hayvanlarının otlatılması için parsellenmiş köy sahiplerinin, şimdilerde orman odunlarından masalarının yapılması ile piknik alanına dönüştürülmüş inanılmaz güzel bir ovacık.

KABAKTEPE başını göğe dayamış tüm ihtişamıyla karşıladı bizi. Etrafı çam ormanları ile süslü, başı dik, kadife yumuşaklığında doğal çimenleri, tepesine varıldığında inanılmaz manzarası ile sanırım bir eşi daha yoktur. İlk gittiğimizde yürüyerek çıkmıştık ama bu sefer yolun yarısına kadar arabayla gittik. Ormanın aralarında yapılan araba yolu, orman bitiminde yürüyüş yolu olarak devam ediyor.Bizde kalan yolu yürüyerek tepesine kadar çıktık ve doyumsuz manzarayı izledik. Geri dönüşte çorba yapmak için "gücükdane" topladık. Gerçekten organik otla yapılan bu çorba enfes oldu.
Doyumsuz güzelliği geziyor, suyunu içiyor, hava ve su bizi devamlı acıktırıyor, bizde yanımızda getirdiğimiz yiyeceklerimize sarılıyor, yani deyim yerinde ise ye, iç, gez yapıyorduk.
Ve yaylaları! Benim bir sözüm vardır, tarifini yapamadığım şeylere "anlatılmaz yaşanır" derim. İşte öyle bir şey, bu yaylalar anlatılmaz, yaşanır.
ERİÇOĞ tepesi, yaylaların doruğu. Oraya çıkılması imkansız, dik ve neredeyse tepesi göğe yerleşmiş. Ayrılmaz yeşil ve mavi olmuşlar. Giyimlerde ve kullanılan nesnelerde ikisi bir araya gelmeyen yeşil ve mavi bu kadar mı güzel olur? denecek kadar yakışmış birbirine. Tepesinde iki kızın mezarı bulunan bu dağın bir de efsanesi var. Peşindeki ermenilerden kaçan iki genç kız, çok yorulunca diz çöküp Allah'a yalvarmışlar. " Yer yarılsın, mezarımız olsun, esir düşmeyelim". Rivayete göre iki metre arayla yer yarılmış, içine düşmüşler ve aynı anda yer tekrar kapanmış. Çok sonraları mezarları yapılmış bu tepede ve adına da "Uzun kızlar mezarlığı" demişler.
Yayladaki sayısız koyunların, güzel gözlü buzağların arasında tadımsız saatler geçirirken acı bir haberle biraz da üzüldük. Eşimin ortaokul öğretmeninin, ani bir kalp krizi ile vefat ettiğini öğrendik. Yıllar sonra emekliliğinde köyde devamlı yaşamı seçen, kendini hayvanlara ve okumaya adayan bu ilim adamı, yatağında kitap okurken ölmüştü. Ebe olan eşinin acısı, "yiğidim ben varken sen niye gittin" yakarışları içimizi titretti.
Eşimin ilkokulu, orjinalliği hiç bozulmadan yenilenerek beldede bulunan yüksekokul yurduna dönüştürülmüş.
Köyde yaşam değişik, hiç kent yaşamına benzemiyor. Sabahları erken kalkılıyor, (uyumak istesende temiz hava buna fırsat bırakmıyor.) akşamları erken yatılıyor, (herkez yattığı için uyku olmasada yatılıyor, ben kitap okuyarak uyku saatimi dengeledim.) ciğerlerine dolan temiz hava insanı daha çok acıktırıyor, çarşı pazar hengamesi yok, günde bir sefer beldeden gelen ekmek arabası bekleniyor, (arabadan alacağımız ekmeği yiyemiyeceğimizi anladığımızdan, evde ekmek yapma girişimimle çok güzel ve temiz ekmekler yedik.) köy meydanında (İnanılmaz ama İst.Büyükşehir Belediyesine ait.) banklara toplanıp sohbet ediliyor.
Gündüz güneşin yakmadan ısıttığı sıcacık saatlerin ardından gece çöken ayazla yakılan kuzineler, üzerinde kaynatılan su güğümü ve çayın tadı ise bir başka güzeldi. Temmuz ayında gündüz yaz, gece sonbahar.
Gezdim, doymadım.
Kuzine tutuşturmak için ormandan gıcık, (çam kozalağı) topladık. Yıllarca kokusu ve kendisi bozulmayan sarı küçük çiçekler desteledik, dolma sarmak için kısa küt ağaçlarda oluşan malisan yaprağı kopardık, villalarıyla ve etiyle ünlü Çambaşı yaylasında, etimizi ocağın başında kendimiz pişirip kendimiz yedik.
Yıllar önce gördüğüm güzellik duruyor mu? diye bakmaya gitmiştim. Geçen yılların oralarda doğayı yok etmediğini aksine coşturduğunu gördüm. Minicik yavru çamlar, analarının dibinde büyümeleri, dikmekle olmayıp, korumakla olduğunu anlatmak istiyorlardı sanki.
Artık ormanlarımız yanmasın, doğa yok olmasın, yeşil ve mavi tükenmesin istiyorum.